YORUMCU’LARA CEVAPLAR VE MUTALA’LAR!... (5/20) 

Gurbetten Sılaya – 28.02.2019, 01:09

Mustafa hoca!! Ertuğrul kardeşimizin Türkiye’nin Darul Harp olduğunu söyleyenler ile ilgili sözüne..

Türkiye tabii ki Darulharp değildir.. diye cevap veriyorsun ki doğru bir cevaptır..

Peki iki de bir övdüğün “Cennet mekan Kemal abimiz” dediğin zat değil mi.. Türkiye Darulharptir diyen....Onun sağlığında neden ona karşı çıkmadın..

Tayyar Altıkulaç ile bu konuda girdiği polemikleri bizler unutmadık. Genç nesil bunları bilmez..

Sende hala MÜZEPZEPLİK yapıp duruyorsun....Yeter artık bu saf insanları kandırıp durman... Ya çekil bu sahneden yada Kur'an ve şeriat dışı geçmişteki hezeyanları tavil edip durma.. Gerçekleri yaz... Hiç mi vebalden korkmuyorsun..

Beyefendi. Yorum’larda, Ertuğrul Kardeşimize verdiğimiz cevabı görüp de, vâki polemik ile alakalı kısmı görmemek-görmemezlik’ten gelmek, “Bir kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız,” diyenlerin tîynetidir. İşine geldiğini göreceksin, işine gelmediğini görmeyeceksin-görmemezlikten geleceksin, bu Yahûdî’lerin tıynetidir. 

Bu zemin’de kim ve kimler tarafından söylenmiş olmasına bakılmaz. Şer’i Şerif’e, ehl-i Sünnet akâidine, Sırr-ı Hafî Yolu, Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Âliyye’ye, aykırı fikir ve görüşlere karşı çıkılmıştır-çıkılmaya da devam olunacaktır. 

Bu zeminde her ne zaman, Fırak-ı Dâlle, ellâmezhebiyye, şîa ve vehhâbî’lik hakkında bir şeyler yazsam, kuyruğuna basılmış enik gibi, cıyak-cıyak bağırıyorsun. 

“Bunların arasında bocalayıp durmaktalar, ne onlara, (bağlanıyorlar) ne bunlara, Allah’ın dalâlete düşürdüğü (şaşırttığı) kimseye aslâ (çıkar bir) yol bulamazsın.” (Nisâ 4/143) 

Beyefendi. Ben ehl-i Sünnet mensubuyum, “Mâ Ene aleyhi ve Ashâbî” yolundayım. İ’tikâden Mâtürîdî, amelen, Hanafî’yim. Fırak-ı Dâlle’ye, Ellâmezhebiyye’ye, Turuk-u Âliyye’yi, tasavvufu, İslâm’ın “İhsan ve İhlas” boyutunu inkâr edenlere, her türlü bid’at’e karşıyım. Sîretim, suretim net, bocalama yok... 

Asıl siz, Tasavvuf-Turuk-u Âliye’den, vehhâbî’liğe, ehl-i Sünnetten şiî’liğe, Fırak-ı Dâlle’ye, Ellâmezhebiyye’ye savrulmuş, bocalayan ve debelenensiniz... 

Beyefendi. 

Bu can bu ten’de kaldığı müddetçe, fırak-ı Dâle, Ellâmezhebiyye ve tasavvuf düşmanlarıyla, Allah’ın izniyle, mücadeleye devam edeceğim. “Bu saf insanlar,” diye güyâ, hakaret etmeye yeltendiğin, bu zeminin yorumcu’ları ve okuyucuları, senin gibi kendini akıllı zannedenleri, 70 kerre sulu dereye götürüp-getirirler de bir bardak su içirmezler. 

Dünya ve âhiret hüsranına uğramamanız için, yıllarca kaplarından yemek yediğin bir nes’lin kaplarını kirletme, nankörlük etme, bir an evvel agâh ve mütenebbih ol, ilhâd ve inkâr’dan geri dön!... 

YORUMCU’LARA CEVAPLAR VE MUTALA’ALAR!... (5/21)  

Seçici – 04.03.2019, 00:58

Sayın Akkoca;

Cevaplarınıza teşekkür ederim ama, çok çeksündür etmişin ben size, bugunkü şartlarda faizin Merkezleri bulunan Bankalardan Müslümanların Ari kalmasının zorluğunu anlatmak için zatı âlinizin emekli mâaşınızı misal verdim. Ama siz o kadar değişik pencereden bakmışınız ki, doğrusu üzüldüm.

Yani şunu demek istiyorum; Bugün Müslümanların büyük çoğunluğu Araba, Ev kredisi kullanıyorlar. Bunların hali ne olacak?

Devlet Bankacılık düzenlemesini faizini kendisi ayarlıyor. Sana bana sormuyor ki..

Bunları söylerken haşa faize bir yol bulun da demek istemiyorum.

Aziz SEÇİCİ Kardeşim. Ribâ hususunda, aslında farklı düşünmüyoruz. Emekli maa’şlarını Banka’lardan alan emeklileri, hattâ, devletin Sosyal politikaları iktizası muhtelif isimler altında yardım alanları, faiz’le-Ribâ ile irtibatlı göstermek sanki ribâ’yı “Belvâ-i Âm,” olarak meşrûlaştırmak gibi bir şey olur. 

Diğer taraftan, Ellâmezhebiyye mensupları, “Enflasyon nisbetinde ribâ almanın-vermenin, helâl olduğuna fetva veriyorlar. 

Bir de bunca ihtilâfın asıl sebebi, “Türkiye Dârü’l-Harb’dir, dolaysiyle dâri Harb’de, harbî ile Müslüman arasında ribâ muameleleri ribâ hükmünde değildir,” diyenler var... 

Günümüz ekonomik şartları dahilinde, ihtiyaçlar, vasıta ve mesken mübâya’alarında, kredi kullanıldığı ve faiz ödendiği de bir gerçektir. 

Cum’a günü, cami cemaati tarafından en çok sorulan ribâ ile alakalı suallerdir. “Hocam! İhtiyacımız var, vasıta alacağız, mesken alacağız, fakat birikimimiz yetmiyor, mecburen Banka’dan kredi kullanacağız,” Ne buyurursunuz? “Kat’iyyetle faiz haramdır, illâ da “alacağız”, diyorsanız, haram olduğunu kabûl ve ikrar ile Tevbe-i İsi’ğfarda bulununuz,” diyoruz. 

Azîz Kardeşim. Toplumumuzda, az da olsa, birikimlerini, ticârî işler yerine, Bankalar yatırarak, tevdîat hesapları açarak faiz alanlar vardır. Aldıkları faiz her ne nisbette olursa olsun, kat’iyyetle haramdır. 

Enflasyonun asıl sebebi ribâ’dır. Enflasyon kadar riba’nın helâl olduğunu iddia etmek, toplumları tahrip eden enflasyonun süreklilik kazanmasına rıza göstermek olur. 

Aslında, bir toplumun ferd’leri kanaatkâr olsa, kazancı-geliri kadar harcasa halkımızın ta’biriyle, “ayağını yorganına göre uzatsa,” ne krediye ne de bankaya ihtiyaç duyar. 

İslâm Hukukunda, yalnız, aile ferd’lerinin infakı, geçindirmekle mükellef bulunduğu kimse’lerin ihtiyacı için borçlanabilir. 

ERTUĞRUL – 04.03.2019, 02:25

“Hocam! Klavyenize bereket, elinize sağlık! Bu yazınızdan bilmediğimiz çok şeyi öğrendik. Devrin Tercüman Gazetesi’nde, yanlış kişi’ye, istişaresiz fetvaları dün gibi hatırlamaktayım. Ama, “Ağabeyimiz hata’dan münezzehtir,” kafasında olanlara tabi’î ki diyecek bir şey yok... Kaldık ki, kendisinin de (Merhûm Kemal Bey Ağabeyimizin de) hâşâ! Böyle bir iddiası yoktu. Şeyh Uçmaz, Mürid’leri uçurur.  

Tâ o zaman, bula bula, mülâkât vermek için bu şahıs mı bulundu, diye düşünmüştüm. Siz de te’yîd ettiniz. Ayrıca, benim Banka’lardan emekli maaşı aldığımı söyleyen arkadaş, yurtdışında olduğumu, hâlen, çalıştığımı bilmiyor, anlaşılan. Kaldı ki, fıkıh kitaplarında ma’lûmat vardır, okusun veya bir bilene sorsun. 1980 Darbe-i hükûmetinden sonra büyük değişiklikler olduğunu sizden ve ba’zı ağabeyler’den dinledim. 

“Hocam! Ben, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî hakkında oldukça müsbet fikirlere sahibim. Tedkîkâtımda, 50 milyon bid’at ehlinin kurtulmasına vesiyle olduğu, ayrıca, Sultan 2.Mahmud’un, Bağdat Vali’i Davut Paşa’ya yaptırdığı tahkîkatta, istikâmet üzere olduğu, şeklinde bilgi verdiği yazılıyor.” 

Ertuğrul Bey Kardeşim. 

Halid-i Bağdâdî, Ebü’L-Behâ Ziyaüddîn Halid b.Ahmed el-Kürdî (Vefatı 1242/1827) (1.193-1779) Irak’ın Süleymaniye Şehr’ine bağlı, Karadağ Kasabasında dünya’ya geldi. “Şeşangost” (altıparmak) lakabıyla tanınan babası, Pîr Mikâil Kâdirî tarikatine bağlı bir sûfî idi. Karadağ’da, tarîkatine mensup, Berzenc Ailesinden şeyh Abdürrahîm ve kardeşi şeyh Abdülkerim başta olmak üzere, şeyh’lere intisab etti, hocalardan ders alıp öğrenimini tamamladı. 

Halid-i Bağdâdî’nin Seyr-i Sülûk’da istikrarı yoktu. 1805 yılına kadar Kâdirî şeyh’lerine intisabı bulunuyor, Zikr-i Celî Yolu, Kâdirî’lik üzerine seyr-i Sülûküne devam ediyordu. Fakat ısrarı ve sübutu yoktu, arayışlar içerisindeydi. Medine’ye gitti. Burada, Yemenli bir şeyh ile karşılaştı. Zâhir-i Şer’i Şerife zâhiren, aykırı şeyleri gördüğünde ale’lacele kınamamasını tenbihledi. Mekke’ye ulaştığında, Ka’be’ye vardı. Yüzü kendisine sırtı Ka’be’ye dönük vaziyette oturan birini görünce, Medine’de kendisine yapılan tavsiyeyi unutarak, Ka’be’ye hürmetsizlik olarak gördüğü bu tavrı sebebiyle içinden adamı kınadı. Bu zât’ın kendisine “Allah ındinde mü’min bir kulun değerinin Ka’be’nin değerinden daha yüksek olduğunu bilmiyor musun? demesi üzerine hayret ve pişmanlık duyguları içinde ondan afv diledi ve kendisini mürîd olarak kabûl etmesini rica etti. O kişi, mürşidinin kendisini Hindistan’da beklediğini söyleyerek onun bu talebini geri çevirdi. 

1809’da Süleymaniye’ye gelen Mirza Rahîmullah Azîmabâdî adındaki Hindistanlı bir derviş kendisine Hindistan’a giderek Delhili, Nakşibendî şeyhi Abdullah Dihlevî’den el almasını tavsiye etti. Delhi’de Abdullah Dihlevî ile görüşerek ona intisap etti. Nakşibendiyye’nin Seyr-i Sülûk mertebe’lerini beş ayda kat’etti ve şeyhi tarafından halife olarak Süleymaniye’ye geri gönderildi. Kendisine Nakşibendiyye’nin yanı sıra, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çiştî tarîkatlarından da irşâd için izin verildi. 

Halid-i Bağdâdî’nin, Medine, Mekke ve Hindistan hikâyeleri, başkaları tarafından te’yid edilmemiş, sadece kendisinden menkûl hikayelerdir.  

Zikr-i Hafî yolunda, el vermek, halife ta’yin etmek gibi hususlar yoktur. Çatal kazık yer girmez. Bir kişi aynı zaman’da, hem Nakşibendiyye, hem de diğer Turuk-u Âliyye’den, Kâdirî’lik, Sühreverdî’lik, Kübrevî ve Çiştî’liğin şeyhi olamaz. 

Süleymaniye’li, Şeyh Ma’rûf Berzencî, hakkında yazdığı, “Tahrîrü’L-hitâb fî’r-red alâ Halid-i Kezzâb” adlı risâle’de kendisini sahtekâr, sapık ve yogi olmakla itham etmiş, bu risâle’yi devrin Bağdat Vali’i Said Paşa’ya göndermiştir. 

En mühimmi de, Hâlid-i Bağdâdî, âlim bir zât olabilir, ehl-i Sünnet akidesine sahip birisi de olabilir. Fakat, ne Zikr-i Hafî, Nakşibendiyye ne Zikr-i Celî Kâdiriyye Silsilesi, Silsile-i Zeheb-Silsile-i Saâdât’ı ile alakası, münasebeti, irtibatı, iltisakı vardır. 

Silsile’lerini Halid-i Bağdâdî’den başlatan, Türkiye’de, en az, beş Câmia ve grup vardır. Fakat her birisinin teselsülü farklı ve başka başka isimlerden oluşmaktadır. Hangisi gerçek teselsüldür, hangileri değildir? Bu silsile’ler’de ba’zı halkalar, bir gün bile Seyr-i Sülûki olmadığı, aslında tasavvufa karşı olduğu halde, Şeyhulislâm’lık, Kadî’lik kararı ile şeyh yapılmış, ba’zı halkalar da mason’dur. 

Bu câmia ve gruplardan ba’zıları, sigara içmeyi-tütün ma’mullerini kullanmayı tarîkatin esâsâtından saysalar da, ba’zıları, Yüce İslâm Dini’ni, Tarîkat-i Nakşibendiyye’yi, şalvara potura hapsetmiş olsalar da –Ki, Zikr-i Hafî, Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Âliye’nin temel düstûr ve esâsâtından birisi, “Bizim Zahirimiz halk ile Bâtınımız Hak ile,”dir.- Ehl-i Sünnet akidesi ve İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Hazretlerini sevme mevzu’u’larında, ittifakımız vardır.