“MEHMED” remzini kullanarak yorumlarda bulunan Değer’li Kardeşimiz. 08.04.2018, saat 21.33 i’tibariyle çok kısa Yorumunuz: 

Aziz Kardeşim. Doğru söylüyorsunuz. Maalesef, Diyânet, son yılarda keyfiyet yerine hep kemiyetle iştigal etmektedir. 

“YORUM-UYARI!...” remziyle yorum yapan Kardeşimiz, bu kerre, “ACZİMİN GİRYESİ,” unvanını kullanarak yorumlar yapan Değer’li Kardeşimize istihza ile “ACİZ GİRYE’YE CEVAP-2-3-4 diye, “Umre-Nâfile Hac!...(2)” ile alakalı olarak, 09.04.2018, saat 10.46, 10.52, 10.59 i’tibâriyle Yorum-Cevabı: 

“Mustafa Hoca da mâdem samîmî bu eksiliklerin tamamlanması hususunda zamanında Ufuk ve Sabah gazete’lerinin müdürüydü. Kemal Ağabeyimizin (Cennetmekân, Merhûm Kemal Beyağabeyimiz) zamanında o zaman da hizmetlerde eksik noksan yok muydu? Soruyorum sana neden o zaman bu eksik ve noksanları gazete sahifelerine taşımadı? Pekiyi! Ne yaptı? Usûlüne uygun olarak Kemal Ağabeyimizle veya nâipleriyle görüşerek eksiklikleri kapatmaya çalıştı mı? İşte sana da söylediğimiz budur. Usûl budur, Kardeş, aksi fitneye fitil yakmaktır hele şu konjöktürde el bombası atmaktır hizmete bilmem anlatabildim mi Kardeşim.” 

Beyefendinin suallerinin asıl muhatabı, Değer’li Kardeşimiz, Aczimin Giryesi kendisine cevap verecektir. 

Sarâhaten ismimi de zikrederek ithamlarda bulunduğu için, sadece, bu sual-yorum’daki ithamlarını cevaplandıracağım. 

Aziz Kardeşim. İhvan ve ahavat’ın kâhir ekseriyeti Tedris Sistemimizden geçmemiştir. Aralarında, Kur’ân-ı Kerim’i yüzünden okuyabilenler, namaz surelerini tecvid kurallarına göre okuyabilenler azdır. 1970’li, 1980’li yıllarda da Câima’mız arasında bugünkü kadar olmasa bile, ba’zı bid’atlerin zuhur ettiği bir vâkıa idi. Bu satırların yazarı, 1963 yılından i’tibâren, Câmia arasında nerede bir münker, bir bid’at, sünnete aykırı bir tavır ve durum müşâhade etmiş ise, devrin Büyüğüne, Büyüğü nezdinde, 1970’li yıllardan i’tibâren de, Sabah ve Ufuk gazetelerindeki köşelerinde dile getirmiştir. Yaşınızı, müktesebatınızı bilmiyorum, eğer yetişmiş iseniz hatırlayabilirsiniz. 

Bir zamanlar, İstanbul, Üsküdar, Karacaahmed Sultan’daki Kabr-i Şerif’i ziyaret edenler, ayak ucundaki mermerleri öpüyorlardı. Birisini öpüyor görenler, hiç düşünmeden, tartışmadan, demek ki, “doğru ziyâret tarzı budur,” diyerek onlar da öpüyorlardı. Sünnete aykırı, bid’at ve ziyâret âdabına uygun olmadığını bildikleri halde, ba’zıları da, sürü teb’iyyeti saikıyla, “kibirli adam, mermeri öpmeden kazık gibi durup-döndü,” demesinler, diye öpüyorlardı. Kabr-i Şerif’in üstü her ne kadar bir kubbe ile kapalıysa da, dörtbir tarafı açık olduğu için, rahmete güneşe açık olan Kabr’in üstüne mevsimine göre, çiçekler, güller ektiriliyordu. Görevli bahçıvana bu iş için ayrıca belli bir miktar ücret ödeniyordu. Ancak, her gittiğimizde Kabr-i Şerif’in üstünün çiçeksiz, bitkisiz olduğunu görüyorduk. Bahçıvana sorduğumuzda, “Ben muntazaman dikiyorum, fakat birileri gelip benim ektiğim çiçekleri yoluyor,” diyordu. 

Tespitimiz, bilhassa, Anadolu’nun muhtelif yerlerinden gelen ziyâretçiler bu çiçekleri, gülleri koparıp cüzdanlarına koyuyorlardı. 

Vaziyeti devrin Büyüğüne arzettiğimizde, Kars’tan-Edirne’ye, Sinop’tan-Hatay’a, en kısa zamanda ta’mim edilerek, ziyâretin sünnete ve ziyâret âdabına uygun yapılması te’min edilmiştir. 

O devirde, gördüğümüz bir münkeri, bir bid’ati, sünnete ve yolumuzun esaslarına aykırı bir durumu, devrin Büyüğüne arzettiğimizde ya da yazdığımızda, teşekkür edilir, taltîf edilirdik. Câmia’mızdaki idareciler, ihvan ve ahavatta’dan olanlar da “bilmiyorduk, öğrendik, size çok teşekkür ederiz,” derlerdi. Şimdiki gibi, münkeri, bid’ati Yolumuzun usûl ve âdabını aykırı bir şeyi yazdığımızda, “İftiradır, sapık fikirdir, bozuk niyettir,” diye cıyak cıyak bağırmazlardı. 

“Kaşağı ve gebre ile tavlaya girildiğinde, yarası olan beygirler gocunur!...” 

“YORUM-UYARI!..”nın üçüncü Yorum-Cevabı da şudur: 

“Üç ayrı kişileriz, demişsiniz. Evet birbirinizden haberiniz yok ama sizleri bir olarak tanımlamanın sebebi fikir birlikteliğinizdir. Yanlışları düzeltme yöntemlerinizdeki yanlışlığınızın aynı usulle olmasıdır. Mustafa Hoca herkesle tanışan etrafı olan birisidir. Hasan ARIKAN, Seyfeddin ALKAN, Hüseyin Kumaş... Daha bir çok (pekçok) kişi abilerden tanıyan biridir. Eksiklikler varsa neden onlarla irtibata geçip usûlünce halletmeye çalışmıyor da Kamuya ilân ediyor. Şimdi herkes şunu söylemez mi? Hizmet eden bir bunlar kalmıştı? Artık onlar da bozuldu, demezler mi? Veya fırsatçılara fırsat verilmiş olmaz mı? Hani, Müslüman Müslüman’ın eksiğini tamamlar, kapatırdı. Hadis-i Şerif’e göre. Tamamlamak kapatmak, böyle kamunun önünde mi olacak. Böyle yapılırsa sonuç daha mı verimli olacak? Tam tersi fesad artacak...” 

Yorumcu’nun bu cevap-yorumunu, bıktırıcı tekrarlara ve bütün za’af-ı Te’lifine rağmen, sabır göstererek aynen aktardım. Okuyucularımıza da Rabbim’den sabır dilerim. Bir Müslüman diğer Müslüman kardeşinin kendisine karşı olan davranış kusurlarını görmeyebilir, afvedebilir. Fasık’ın fıskını, ehl-i Bid’atin bid’atini izhar, diğer Müslümanlara farzdır. 

Fırsatçılardan kimi veya kimleri kastediyorsunuz bilemem. Dışardan hiç bir güç, Camia’nın içinden zarar verenler kadar zarar veremezler. “Bir bunlar kalmıştı. Artık onlar da bozuldu,” bundan sonra değil, çok evvelden söylenmeye başlanıldı. “Bunların yaptığı en iyi iş, para toplamaktır,” deniliyor. 

“Fitneler zuhur ettiğinde, bid’atler söylenir olduğunda, benim ashabıma sövüldüğünde; ilim ehli, ilmini izhar etmelidir. Her kim ki bunu yapmaz ise, Allah’ın, meleklerin, bütün insanların la’neti onun üzerine olsun. Allah, onların farz ve nâfilelerini asla kabul etmez.” 

Keşke, asıl konuşması gereken ağabeyler konuşsaydı da, söz Mustafa Akkoca’ya düşmeseydi... 

“YORUM-UYARI!... 4.Cevap Yorumunuzda, hiç bir vechile, aralarında müşâbehet bulunmayan taraflarla, vak’alar arasında münasebet kurmaya çalışmışsınız. Aramızdaki çok basit bir ihtilâfı, hâşâ! Hazreti Osman radiya’llâhu anh Efendimizin, şehîd edilmesi üzerine, İslâm’ın ilk Fitnesi, Fitne-i Uzma’ın zuhur etmesi üzerine, Ashab-ı Güzîn arasında cereyan eden müşâcerât (dostlar arasında ihtilâf) ve münazaât, cehl ve hevâ-ü Hevesten değil, maslahat, Hikmet-i Bâliğa, hata edildiğinde bile, ecri ve mükâfâtı olan İçtihâdî bir mes’eleydi. Zirâ, İçtihâdî bir mes’ele’de, müçtehidler isâbet kaydettiklerinde iki sevap, hataya düşmeleri halinde ise bir ecir-sevap kazanırlar. 

Bu mes’ele’de, taraflardan her iki taraf da, Resûlullah’ın yüzünü görmüş, sohbetine mazhar olmuş, vahye, Kur’ân’ın nüzûlüne şâhid’lik etmiş, Peygamberlerden sonra bütün insanların en hayırlıları, Ashab-ı Güzîn.... 

Hâşâ! Onlara benzetmeye tevessül ettiğiniz, serâpâ ma’siyet kirleriyle mülevves himmete ve Allah’ın mağfiretine-rahmetine muhtâç aciz kullar. 

Şu kadar ki, taraflarda değil, aynı tarafta olmamıza rağmen, birileri, “Bizim Üstazımız, Süleyman Hilmi Silistrevî (K.S.) Efendi Hazretleri, Sahibizaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid’dir. 

Bizim Vazife’miz, Üstazımızın tecdidini devam ettirmek, Sünnet-i Seniyye’ye, tam temessük, bid’at ve hurâfe’lerden kendimiz hazer etmesi gerektiği gibi, Ümmet-i Muhammedi de, bid’atlerden tahzîr etmemiz, birincil vazifemizdir,” diyor. Diğer ba’zıları, Evet, ba’zı, sünnetler terkedilmiş olabilir, ba’zı bid’atlere tevessül edilmiş de olabilir, Yolumuzun icapları esnetilmiş de olabilir. Fakat, şimdi bunları konuşmanın, yazmanın, açık etmenin zamanı değildir. Her doğru her zaman konuşulmaz. Kol kırılır, yen içinde kalır. Hem sonra siz bunları yazınca, fırsatçılara imkân düşer, Câmia’mızı yıpratırlar. 

Ey Azîz Kardeşler! Bir bid’atin zuhuru, ihyası, bin sünnetin mahvi demektir. Müceddidîn’den olan, İmam-ı Rabbânî evlâdından hiç bir kimse, bid’atler karşısında, müsamaha gösteremez, susamaz. Böyle bir hakkı yoktur, haddine de değildir. Allah’ın dini, Peygamberin sünneti, Pîranımızın, Ricâl-i Ma’neviyye’nin, Hazreti Üstazımızın yolu, bizim tasarrufumuzda olan mülkümüz değildir ki, onun sağdan-soldan kemirilmesine, yıpratılmasına ses çıkarmayalım, göz yumalım, bunu bizden istemek, hiç bir kimsenin, ama hiç bir kimsenin hakkı da değildir, haddine de düşmemiştir...