Ne acıdır ki “Bâzı telkînât (telkinler, fikir aşılamaları) ile o meyelân (çalışmaya olan meyil ve eğilimler) kırıldı ve o şevk (istek ve heves) de söndü.”

     Zaten sonumuz da bu yüzden geldi. Koca Osmanlı İmparatorluğu bu sebepten tarih sahnesinden çekildi.

     Zamanla dinin bâzı söylemleri yanlış anlaşıldı. Yanlış yorumlandı. Dünyanın geçiciliği, fâniliği, kısalığı, insanın sonu ölüm olması, bunun gibi dünyanın da başına  nasılsa Kıyametin kopacağı düşüncesi, yanlış yorumlandı. “Bir hırka bir lokma.” gibi, yanlış bir deyime yer verildi. Maalesef bu yanlış anlayış sürüp gitti.

     Ama diyeceksiniz ki ”Kâmil ve olgun insanlar, fakirlik ile fahretmiş övünmüşlerdir.”

     Evet doğru. Fakat onların bu tavırları, fakirliklerini yalnız ve yalnız Allaha karşı duyup hissettikleri içindir. Onlar bu şekilde Allaha yalvarıp yakarmış oluyorlar. Yoksa onların bu durumu fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak için değildir.

     Maddî - mânevî herşey Allah katından verildiği için, herşeyi Allah’tan bilip ondan kaynaklandığını anladıkları için, böyle bir tavır sergilemişlerdir. Yoksa fakir kalalım, halka muhtaç olalım demek istemiş değillerdir.

     Çünkü veren el, alan elden üstündür. İmana ve insana hizmet; imkân sahibi olmayı ister ve gerektirir. Maddî olanaktan mahrum kalanlar, manevî hizmetten de yoksun kalırlar.

     Nitekim “Fakirlik, küfr olayazdı.” hadisi, buna açıklık getirmektedir. Çünkü Hz.Peygamberin bu sözünden, aynı zamanda kalb fakirliğini de anlayabiliriz.

     Zira kalb fakiri olan kimse, Allahın hükmü karşısında sızlanır. Korkuya kapılır. Allahın hükmüne dudak büker. Razı olmaz. İtaatsiz olur. Küfre düşebilir.

     Kaldı ki âlimler, Hz. Peygamberin “Fakirlikten Allaha sığınmasını” bu şekilde de yorumlamışlar. Hz. Muhammedin kaçındığı hususun, bilhassa “Gönül fakirliği.” olduğunu da söylemişlerdir.

     Şüphesiz Peygamber Efendimiz, hem maddî fakirlikten, hem de manevî fakirlikten Allaha sığınmıştır.

     Çünkü maddî fakirlik insana her kötülüğü yaptırabilir. Kalb zenginliğine de engel olur. Yani kulluğu unutturucu bir duruma sokar insanı. Böylece maddî fakirlik, insanı hem dünyada, hem de âhirette rezil rüsva eder. Ayıplanacak duruma düşürür.

     Bu arada, şükrü edilmeyen, Allahı unutturan zenginliğin de kalb fakirliğine yol açtığını unutmayalım.

     Evet, dünyanın faniliği hakkında denilenler doğruydu. Bu yüzden dünyaya değer vermezlikte, insanlar haklıydı. Fakat bu; dünyadan el etek çekmeyi, çektirmeyi, dünya için çalışmayı aksatmayı, dünya için gayreti elden bırakmayı, kısaca iki gününü birbirine eşit kılmayı gerektirmiyordu. Sadece  dünyayı kesben değil yani çalışmak bakımından değil; kalben terk etmeyi yeğliyordu.  

     Yani el işte, kalb Allahla olacak. Beden; insanlar arasında iş güçle uğraşırken, kalb; Allahla birlikte, hep onunla olacaktı.

     Kaldı ki dünyanın üç vechi, üç yüzü vardı. Biri dünyaya bakıyor. Diğeri Allahın isimlerini gösteriyor. Öteki ahireti hatırlatıyordu. Eskide yazılmış klasik eserlerde kınanan dünya; dünyanın birinci vechine, birinci yüzüne yani dünyanın fâni, geçici oluşuna bakıyordu.

     Bu ise dünyanın bahse bile değmeyen, sevilmeyen, tasvip edilmeyen tarafıydı. Fakat bu bakış ve düşünüş, biraz önce dediğimiz gibi, çalışmamak şeklinde kendisini göstermemeli. Dünyaya boş vermek suretinde tecelli etmemeliydi.

     Bu bakış, yani dünyanın fâni cihetine bakış ve yöneliş, dünyanın mamurluğuna ve bayındırlığına çalışmamak tarzında olmamalıydı. Ya nasıl bakılacaktı dünyanın bu fani yüzüne?

     Her türlü hummalı bir faaliyet içindeyken, kalben zerre kadar ona meyletmemek, ona kalben bağlanmamak; kısaca ona kalbi vermemek şeklinde bakılmalıydı.

     Yani zahiren halkın arasında olmalı. Bâtınen halkın dışında kalınmalıydı. Görünüşte iş’te güç’te; hakikatte ise; mânen, zihnen Allahla beraber bulunmalıydı.