Ortam böylesine hazırlandıktan sonra, harcama yetkisi yalnız Baştakiyyecide olan, miktarı ve cinsi de yine Baştakiyyeci tarafından bilinen çok büyük bir likidite birikmiştir.
Bu paralar, Baştakiyyecinin sarsılmaz itimadına mazhar bir kaç kişi eliyle özel okul-çok pahalı paralı eğitim kurumları, dershâneler, finans kurumu, sigortacılık, inşaat, sağlık kuruluşu, yazılı ve görüntülü basın kuruluşları, kitapçılık, dergicilik, elektronik, müzik ve kaset gibi sahalarda yatırıma dönüştürülmüştür. Bu kuruluşlarda çalışanlar, İslâm’a hizmet ettikleri inancıyla asgarî ölçülerde maaş alırlar, şirketlerde ortak görünenler ise kâr payı-temettû filan da almazlar-alamazlar. Çünkü buralarda ortak görünenler gerçekten ortaklar değil, kağıt üstünde ortak görünürler. Hiç bir yerde kaydı-kuydu bulunmayan, miktarı bilinmeyen-tahminlere göre Devletimizin yıllık bütçesinin en az yarısı kadar olan, beher yıl toplanan zekât ve İslâm’a hizmet fonundan oluşan bu paralar nerede niçin harcanmaktadır?
Türkiye’de faaliyet gösteren kollejler, vakıf statüsünde değil, birer ticârî şirket olup, bu kollejler, bunların yan kuruluşları olan özel dershaneler, emsâlleri arasında en yüksek bedel ödeyerek girilebilir yerlerdir. Hastahâneler ise, fakir-fukarâ’nın, bulundukları semtlerden bile geçemeyecekleri ölçüde pahalıdır. Kazara, herhangi bir fakir veya ortahalli birisi bu hastahanelerden birisine düşmüş olsa, varını, yoğunu, oturduğu daireyi satmış olsa bile, bir iki günlük hastahane masrafını karşılayamaz...
Burada bir parantez açarak, ticâret maksadıyla açılan hastahaneler genelinde, müslümanlardan toplanan, zekât ve İslâm’a yardım faslından toplanan paralarla kurulan hastahaneler özelinde bir şeyler söylemek gerekirse: Bizim medeniyyetimize, Selçûkî ve Osmanlı Devlet-i Aliyye’sinde, Paralı hasta bakılan müesseseler yoktur. Selçuklu ve Osmanlı’da çok parlak örneklerini gördüğümüz, müstekîl Dâru’ş-Şifâ’lar, Cami’i merkezli, büyük Külliye’lerin ayrılmaz birer parçaları olan, Dâru’ş-Şifâ’lar, Osmanlı’da ilk def’a “HASTAHÂNE” isminin kullanıldığı, 1848 tarihli, Bezm-i Âlem Vâlide Sultan Vakfı, İstanbul’daki “BEZM-İ ÂLEM VAKIF GUREBÂ HASTAHANESİ” milletimizin yüzakı müesseseleri vakıftır. Aslâ ticâri bir gayeleri yoktur.
Büyük şehirlerin varoşlarında, üniversite ve ortaöğretimde okuyanlar için açılan, IŞIKEVLERİ, bu evlerin kiraları civarda oturan hamiyetperver insanlar tarafından karşılanmakta, günlük ihtiyaçları ise kendileri tarafından te’min edilmektedir.
Dünya’nın dört bir tarafındaki Yaman Takiyyeci ve Dünya Barış Guru’suna bağlı okullar....
Bu okullar nasıl açılıyor?
Her yıl zekâtını, İslâm’a yardım fonundan istenen parayı, gerek görülür ve istenirse sahibi olduğu tüm dünya varlıklarını bir işâretle vermeye hazır olan safderunlar, zannetmektedirler ki, ağabeylerden birisi, çantasına dolarları doldurup, uçağa binmekte, okul açılacak memlekete gitmektedir. Hava meydanında o memleketin yetkilileri kendisini karşılamakta, “Buyurun, hoşgeldiniz, biz zâten Türkleri çok severiz, özellikle Hocaefendi hayranıyız, okul yapılacak arazi şurasıdır, buyurunuz, okulunuzu buraya yapınız, bizim Başbakanımızın, kralımızın, eşrafın çocuklarını da okulunuza kaydediniz.” diyorlar, Türkiye’den bu ülkeye giden hayırsever müteahhid kardeşlerimiz de bilâbedel bu okulları inşa edivermekteler.
El âlemi güldürmeyiniz beyler!...
Hükûmet etme tarzları, rejimleri, bağlı bulundukları federasyonları, milletlerarası kuruluşları farklı, Afrika’dan, Asya’ya, Afganistan’dan Sibirya’ya iktisâdî ve demokrasileri bakımından geri kalmış, çoğu da sömürgecilikten sözde yeni kurtulmuş bu memleketlerde açılan okullar, tıpkı, 20. Asr’ın başlarında dünya’nın sömürülen bölgelerinde ve Devlet-i Aliyye’mizin inkiraz döneminde memleketimizin dört bir bucağında açılan Amerikan Okullarına benzemektedirler.
Bu okullarda tedrisat dili, İngilizce idi. Tıpkı, İngilizlerin sömürge bölgelerindeki, Hindistan’da, Afrika’da olduğu gibi. Zirâ nesiller hangi lisan ile beyinlerini bilgi ile doldurursalar, kısa bir müddet sonra o dilin hâkim sınıfları gibi düşünmeye başlıyorlar.
20. Asr’ın başlarında Memleketimizin dört bir tarafındaki Amerikan okullarında İngilizce tedrisat yapan okullarda okuyan çocukların kâhir ekseriyyeti Türk çocuklarıydı, Türkçe konuşuyorlardı, ana dilleri Türkçeydi.
Türkçe konuşan bu Müslüman-Türk çocukları, Hıristiyanlaştırılmadılar, çünkü Türk Milleti, bu çocukların anne-baba ve velileri bu mes’elelerde çok hassas idiler. Ayrıca Devletimizin bütün kurumları da hassas idi. 1920’li yılların sonlarında, Güney illerimizin birinde bulunan Amerikan okullarından birisinde iki Türk öğrencinin tanassur ettiği (Hıristiyanlaştırıldığı) Ankara’ya rapor edilince devrin Cumhurreisi, bu okulların derhal kapatılmasını emretmiştir.
Ne varki, biraz da eğitim sistemimizdeki büyük değişikliklerden cesâret alan bu okullar, Türk öğrencileri birer inkârcı, ateist olarak yetiştirmişlerdir. Bu okullarda okuyanlar, bürokrat, mütegallibe, eşrâf ve zenginlerin çocuklarıydılar. Daha sonraki yıllarda memleketimizin idaresinde köşebaşlarını hep bunlar tuttular, meb’us oldular, Bakan oldular, önemli makamlarda bürokrat oldular. Ticaret ve Sanayii alanında bunlar söz sahibi oldu. Yarı resmî odalara-Ticaret ve Sanayii-bunlar başkan oldular.
Bizi biz yapan bütün değerlerimizden bizi kopardılar.
Müslüman-Türk’ün mayasından, ruh kökünden bizi uzaklaştırdılar.
Milletlerarası cemiyetlerin men’featı için yemin ettiler, Memleketimizin Âlî men’featleri yerine bu cemiyetlerin men’featleri istikâmetinde tavır koydular.
Memleketimizde genel olarak Eğitim, özelinde de Din Eğitimi-İslâmi ve Kur’ânî ilimlerin tahsili, tam bir çıkmazda iken, bu Milletin iğfal edilmiş, zavallı Müslüman vatandaşlarından topladığınız zekât paralarıyla Kenya’da, Kuzey-Güney Afrika’da, Rusya Federasyonu Cumhuriyetlerinde, Hıristiyan ve ateist’lerin çocukları için eğitim Kurumları açmanızın hikmeti nedir? sualine mantıklı bir cevap verilememiştir.
Bu sualler karşısında hep tekrarlanan nakarat! “Bu okullara Türk Bayrağı asılmaktadır, İstiklâl Marşı söylenmektedir” Üsküdar’a girerken aldı da bir yağmur türküsü terennüm edilmektedir, bu talebelere Türkçe öğretilmemektedir. (İçlerinden kabiliyetli bâzı öğrenciler seçiliyor, yoğun bir eğitmi ile onlara Türkçe öğretiliyor, bunlar Televizyon Kanalında gösterilerek bütün talebelerin Türkçe konuştuğu intibâı veriliyor, tam bir takiyye... Farzedelim ki, bu okullardaki tüm talebe Türkçe biliyor, İstiklâl Marşını Türk çocukları kadar güzel söylüyor, Allah Aşkına bu neyi değiştirir?
Tamamına yakını, Müslüman-Türk çocuğu, ana dilleri Türkçe, okullarında Türk Bayrağı hiç indirilmeden gönderde, sabah-akşam İstiklâl Marşı okunan memleketimizdeki yabancı okullardan me’zun olanlar, nasıl yetişmektedirler ki, bunlardan memleketimiz, milletimiz adına ne bekliyoruz ki, sizin okullarınızda ya tam bir Hristiyan ya da tam bir ateist olarak yetişenlerden bir şeyler bekleyelim...
Sık sorulan bir suâl:
Memleketimizin ve milletimizin bunca mes’elesi varken, niçin bunlar hakkında yazı yazıyorsunuz?
Cevap: Münâfık’ın nifakı, fâsık’ın fıskı, bütün müslümanlara zarar verecek bir reddeye varmışsa, artık, münafık’ın nifakını, fâsık’ın fıskını izhar etmek (açıklamak) bir “Emr-i Bilmâruf, Nehy-i Anilmünker” haline gelir ki, Emr-i Bilmâruf, Nehy-i Anilmünker ise bir farz-ı ayn olup, bu vazifeyi elinde güç bulunduranlar elleriyle, silah gücüyle, âlimler dilleriyle-eli kalem tutanlar ellerindeki kalemleriyle- biz âcizâne bunu yapmaya çalışıyoruz- bunlara gücü yetmeyenler de kalpleriyle buğuz edeceklerdir ki, bu üçüncü yol imanı zayıf olanların tercih ettikleri yoldur.
(Devam edecek)
***
Not: İşbu yazı 21.11.2005 tarihinde gazetemizde çıkmış olan yazının tekrarıdır.