Mübâdele sırasında, 6-7 Eylül hâdise’lerinden sonra, 1974 Kıbrıs’a yapılan Barış (Sulh) harekâtı sırasında, husûsiyle İstanbul’da, ba’zı ekalliyet vakıf’ları tamâmen sahipsiz kalmış, haklı sebeplerle, ba’zılarına hazine, diğer ba’zılarına da Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından el konulmuştur. 
Geçtiğimiz yıllar’da, TBMM’since çıkarılan kanunlar ve bu kanunlara uydurulan mevzuat ile, bütün haklı talepler karşılanmış, el konulan bu eser’lerin ekserisi tamâmen harap haldeyken, yok olmaya mahkûm iken, devletçe ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce restore ettirilerek yeniden kazanılmıştı. Bu kabil binalar da dâhil, tüm ekalliyet vakıfları ilgili vakıflara kayıtsız, şartsız, bilâbedel iade edilmiştir. 
İslâm ile başlayan, Emevî, Abbâsî ve Selçûkî’lerde tamamen gelişen, Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizle tamâmen rafine bir hale gelmiş, Vakıf Medeniyyeti’nin tüm kurum ve kuruluşlarına, belli tarihler’de, devletin müdahalesiyle vâkıf ve vâkıfe’lerin şartlarına uygun olmayan müdahaleler yapılmıştır. Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizde, her vakıf ayrı ayrı birimler halinde bir erkek ve kadın nâzır ve nâzire’nin denetiminde bir mütevelli veya mütevellî’ler tarafından idare ediliyorlardı. Mütevelli hey’etinin vazifesi, vakfın, vâkıf ve vâkıfe’lerin vakıf şartlarına uygun vakfın işlerini yürütmek, nâzır ve nâzire’lerin vazifesi de mütevellî hey’etlerini denetlemekti. 
18. asır’dan i’tibâren vakıf idareciliği giderek bir meslek haline gelmiş, merkezî’leşmiştir. Sadrâzamlık (Başbakanlık), Şeyhusislâmlık, Harameyn Vakıfları Müfettişliği, Dârussâade ağalığı gibi makamlara bağlanan vakıfların sayısı artmıştı. Filhakîka, devletin kadı’lar vasıtasıyla vakıflar üzerinde umûmî bir denetimi mevcut idi. 
Fakat, 2. Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasının ardından, hükümdarlar önemli vakıf’ların denetimini tam olarak ele geçirmişlerdi. 
Ekim 1826’da Evkâf-ı Hümûyûn Nezâreti kurulmuş, ta’kip eden yıllarda tedricî olarak Sadârete, Meşihata, Reisü’l-Küttâblığa (Dışişleri Bakanlığına) Harameyn Evkâfı Müfettişliği’ne, Kaptân-ı Deryalığa, Dârüssaâde Ağalığına bağlı çok zengin vakıfların idaresini de üstlenmiştir. 
Tanzimatla birlikte vakıfların ve bunlara ait ana malların geniş gayr-i menkûllerin idaresini tanzim eden mevzuat genişletilmiştir. 
Bu mevzuat ile, ilk def’a vakıfların gelirlerine el konulmuş ve devletin bütçesine gelir kaydedilmiştir. 
1921’de, Şer’iyye ve Evkâf Vekâleti kurulmuş ve fakat bu vekâletin ömrü uzun olmamış, 03 Mart 1924 tarihinde bu vekâlet lağvedilerek, Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuş, bütün vakıfların idaresi, Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet teşkilatı içerisinde eritilmiştir. 
Bu tarih’ten i’tibâren, Vakıflar ve vakıf müessese’lerine ait tüm gelirler, trilyon’lar devletin gelir bütçesine gelir olarak kaydedildi. Buna mukâbil, başta Salâtîn cami’ler ve külliyeler olmak üzere, pek çoğu tarihî eser niteliğinde çok değerli eser’lerin tamir ve bakımları için yeterli tahsisat ayrılmadığı için pek çok eser yıkılıp harabe hale dönmüştür. 
Düşününüz tarihî nitelik taşıyan, pek değerli, ender çinileriyle meşhûr, bir mescid veya bir tekke... Pencerelerinin camı kırılmış, yağışlı havalarda içeriye kar, dolu, yağmur, kuru havalarda toz toprak giriyor. Vakıflar idaresi tahsisat olmadığı için kendisi onaramıyor, onarmak için müracaat eden hayırseverlere de “tarihî eserdir,” “Siz aslına uygun ta’mir edemezsiniz.” diye izin verilmiyordu. 
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, başta İstanbul olmak üzere, önemli ve büyük külliye’lerin, ana mekânı cami’ler hariç, külliye’nin diğer kurumları yıkılmış, yerlerine başka başka bina’lar dikilmiştir. 
Meselâ, İstanbul-Eminönü’ndeki Yeni Cami Külliyesi, inşaatına 1597’de başlanmış ise de, araya giren mücbir sebeplerle ancak, tamı tamına 66 yıl sonra, 1663’de tamamlandığı için diğer külliyelere göre Yeni, Şehzâde, Fatih, Sultan Selim, Süleymaniye, Bayezid, Sultunahmed gibi külliye’lerden her birisi, İstanbul’un herhangi bir tepesine kurulmuş olmasına rağmen, Yeni Cami Külliyesi, Haliç’in girişinde, Tarihî Yarımada’nın başlangıcında tarihi boyunca İstanbul’un vitrini-camekânı olmuş her gün binlerin, şimdiler’de milyonların ayak bastığı, alış-veriş’te bulunduğu bir yerde kurulmuş olması i’tibariyle de, husûsî... 
Yani Cami Külliyesi, Ana Mekân Cami, Kasr, (Hünkâr Kasrı, Türbe, Sebil, Mısır Çarşısı, Sıbyan Mektebi, Dârulkurrâ, Medrese, Kale şeklinde Dış avluları, Kapılar, WC ve dükkânlar...
Külliye, hal-i hazırda, Ana Mekân Cami, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün uzun yıllara sârî, afvedilmez ihmali yüzünden harap hâle dönüşmek üzereyken, Eminönü Yeni Cami ve Külliyesini Koruma Derneği’nin, özellikle, aynı zamanda Mısır Çarşısı Derneği’nin de başkanı olan, Muhterem Başkan, Çetin Palancı’nın dirâyetli çalışmaları neticesinde, Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün nezâretinde aslına uygun olarak restore ettirilmiştir. 
KASR, (Hünkâr Kasrı), İstanbul Ticaret Odası tarafından aslına uygun olarak restore ettirilmiştir. 
TÜRBE: Türbede, Hatice Turhan Valide Sultan, 4.Mehmed, 3.Osman, 2.Mustafa, 3.Ahmed, 1.Mahmud, Saliha Sultan, Hatice Sultan ile Süleyman, Hanedan Şehzâdeleri, Mehmed Hasan, Hüseyin, Mehmed, Mehmed İsa, Selim, Numan, Seyfeddin, Abdülmelik, İbrahim, Murad, Selim medfundur. 
Türbe ve bitişiğindeki Hazire, İstanbul İl Özel İdaresi tarafından aslına uygun olarak restore ettirilmektedir. 
Sebil, bitişiğindeki su terazisi ile birlikte yıkılmaya yüz tutmuşken, adını burada şükranla yâd edelim, zamanın Ev Tekstilcileri Derneği Başkanı, Nazif Zorlu Bey’in büyük gayretleriyle, zamanın değerleriyle 400 milyar TL’yi aşkın bir masrafla restore ettirilmiş, restorasyon bittiğinden i’tibâren, Sebillerin tarihlerine uygun olarak, Ev Tekstil Sanayi’cileri Derneği tarafından halkımıza, soğutulmuş memba suyu dağıtılmaktadır. Kış aylarında, yaklaşık 2,5 - 3 ton, yaz aylarında ise yine yaklaşık olarak, 4,5 - 5 ton civarında su dağıtılmaktadır. 
Sizlere çok tuhaf gelebilir. Sebil’de bir de çeşme var, su içmek için mola verenler, aşırı sıcaklardan bir süreliğine de olsa Sebil’in gölgesine sığınanlar, ellerini-yüzlerini yıkayarak serinliyorlar. Çeşme, İSKİ’nin şehir şebekesine bağlıdır. İSKİ, İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi, bir Bezmiâlem Vakfı olan, Terkos Gölünün (Şimdiki adı Durusu) suyunu, Vakıflar idaresine tek bir kuruş bedel ödemeden şebekeye verip, İstanbul’lu’lara fâhiş fiyatla satarken, Vakıflara ait, bir Sebil’e, bu Sebil’in tek çeşmesine bağladığı suya saat takmış, kullanılan suyun bedelini Ev Tekstilcileri Sanayicileri Derneği’nden tahsil etmektedir. 
Oysa ki, İstanbul Belediyesi’nden beklenen, İstanbul’da, Sur dahilinde, Eyüp, Beyoğlu, Şişli, Sarıyer, Beykoz, Üsküdar, Kadıköy ve İstanbul’da bulunan, her birisi birer sanat eseri olan çeşme ve sebillere su bağlamak, Vakıflara düşen de, ta’mire ve restorasyona ihtiyaç duyulan bu eser’lerin ta’mir ve restorasyonunu yapmaktır. (Başka bir yazımda, şu Hamidiye Sularının uzun hikâyesini anlatacağım.) 
MISIR ÇARŞISI: Hâlen, İstanbul’un vitrini ve camekânı’nın en önemli objelerinden birisi olarak tarihî misyonunu devam ettirmektedir. Kuruyemiş, baharat ve zînet’in kalbinin attığı yer olarak, günde yerli halkın uğrak yeri, yabancı misâfirlerimizin, hususiyle Arap kardeşlerimizin meraklarını giderdikleri ve bol bol alış-veriş yaptıkları mekân olarak, sapasağlam ayaktadır. 
Kuzey’de, cami’in Haliç tarafındaki sıra dükkanlar, maalesef, Eminönü Meydanı açılırken yıkılmıştır. 
Dârulkurrâ ve Sıbyan Mektebi: Sebil ile türbe arasındaki mekân’da idi. Yıkılmış-yıktırılmış, yerlerine İş Bankası bir bina yaptırmıştır. Daha önceleri İş Bankası, Yeni Cami Şubesi olarak hizmet veren bina, şimdilerde İş Bankası Müzesi olarak kullanılmaktadır. 
Deniz tarafındaki kale şeklindeki dış avlu duvarları ile (kısmen) Medrese’nin yerine de, zamanın Osmanlı Bankası yapılmıştır. Osmanlı Bankası tamamı Fransız sermâyeli bir banka idi. Cumhuriyet döneminde, Merkez Bankası’nın bir darphanesi ve Kâime (Kağıt Para) basabileceği modern te’sisleri yoktu. Osmanlı’nın Darphâne-i Âmire’si, önceleri gümüş, sonraları demir, ufak para dökerken, Kâîme (Kağıt) para, Osmanlı Bankası vasıtasıyla, Fransa’da bastırılabiliniyordu. Kağıt Para (Kâime) konusunda, Osmanlı Bankası, tek yetkiliydi. 
Sanki Merkez Bankası gibi davranıyordu. Kâime’leri, yurt dışında bastırıyor, ithal ediyor, Türkiye’ye getiriyor ve dağıtıyordu. Bu bakımdan imtiyazlı bir banka idi. İstediği yerde bina yapabiliyor, şube açabiliyordu. 
T.C. Merkez Bankası, Ankara’da, Kâime basabilecek çok modern bir matbaa kurunca, millî paramızı kendimiz, kendi Merkez Bankamız, basmaya ve dağıtmaya başlayınca, Osmanlı Bankası bu imtiyazlarını kaybetti. Gelişen, büyüyen millî bankalarla rekâbet gücünü tamâmen kaybettiği için, banka millî bankalarımızdan birisi tarafından satın alınarak bir başka banka’ya katılarak tarihin çöplüğüne gömülmüştür. 
Yeni Cami Külliyesi’nin medrese’lerinin yerine inşa edilen bu bina, hâlen, Merhûm Ayhan Şahenk Bey’in kurduğu Doğuş Grubuna ait bir banka’nın şube binası olarak kullanılmaktadır. (devam edeceğiz)