Vakıf Müessesesi, Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizin kuruluş günlerinden i’tibâren, oluşmaya başlamıştı. İlk Pây-i Taht Bursa’da, inşâ ve te’sis edilen Külliye’ler, Uludağ kadar ulu, “Ulucami Külliyesi, Muradiye, Yeşil Cami ve Yeşil Türbe, Emirsultan Külliye’leri, bunların müsbet nümûneleridir. İstanbul fethedilmeden önce, doğudan Üsküdar, Batı’dan Edirne tarafından sadece askerî ve idârî cihetten değil, vakıf eser’leriyle de tamâmen ihata edilmişti. Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizin, Mansur, Muzaffer, Muhammedî Ordusu, benzeri Batılı ordular gibi, yakan, yıkan önüne gelen her şeyi tahrip eden “Vandal” bir ordu değil, aksine hedefine ulaşıncaya kadar sivillere, hastalara, yaşlılara, kadınlara, çocuklara, hayvanlara, meyvelere ve bitkilere zarar vermeden ilerlerdi. Asker’ler, sefer sırasında geçtikleri bostan, bağ ve bahçeler’den geçerken, canları çeker, bir salkım üzüm, bir tek elma koparır yerseler, bedellerini kat be kat fazlasıyla üzüm çubuğuna, elma veya armut ağacının dalına bağlayıp bırakır giderdiler. “Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu.” diye hayıflandığı ordu, İstanbul’un fethinden çok önceleri, Avrupa’nın tam ortasında, Balkan’lar’da fethedilen şehir’ler’de, nîce kubbeler çil çil serpilmişti. Devlet-i Aliyye’mizin ikinci Pay-i Taht’ı Edirne’de, çok kısa zamanda imar edilmiş, öncü vakıf eser’lerle çoktan donatılmıştı. Sekizbuçuk asırlık kutlu ve uzun bir rüyâyı gerçekleştirmek üzere, maddî, manevî bütün hazırlıklarını büyük bir titizlikle gören ve büyük rüyayı gerçekleştirmek üzere, Kostantîniyye’e müteveccihen hareket eden, Asâkir-i Mansur-i Muhammedî, yol boyunca, Edirne’den i’tibâren, her konaklama mahallinde, Ordu içindeki Esnaf’ın oluşturduğu, İstihkâm Tabur’ları vasıtasıyla, su yapıları, hamam ve cami’lerden oluşan Külliye’ler inşa edip arkalarında bırakıp hedefe doğru hızla hareket ediyorlardı. Edirne Havsa’da, Lüleburgaz, Büyükçekmece, Küçükçekmece, Güngören ve Yedikule Sur’larının hemen dibinde, günümüzde Kazlıçeşme olarak bilinen Zeytinburnu sahillerinde, bu kabil külliyeler meydana getirilmişti. Fetih Ordusu, Küçükçekmece Gölü’nün kenarında konakladığında, ilk olarak, mahalle yakın bir yer’den su getirilmiş, hamam inşa edilmiş ve bugün dahî ibâdete açık bulunan “Fâtih Camiî” inşa edilmiştir. Buradan bir menzil sonraki, eski Edirne yolu üzerinde, günümüzde İstanbul’un en kalabalık ilçe’lerinden birisi haline gelen “GÜNGÖREN” Köyü’nde, hemen bir su hayratı, hamam ve hâlen günümüzde, “Gençosman Camiî” olarak bilinen ve ibâdete açık, cami inşa edilmiştir. Fetih Ordusu, Muhasara’nın son demlerinde, Kostantîniyye Sur’larının dibinde, sabırsızca beklerken Orduy-u Hümâyun’un, Yedikule Sur’larının dibindekiler, ordu içindeki velî’lerden bilâhere, “Derya Baba” olarak adlandırılan Mübârek Zat’ın keşfiyle, burada büyük bir su kaynağını yeryüzüne çıkarmış, bu suyun yanıbaşına bir hamam ve zarûrî ihtiyaç mekân’ları inşa edilmiş, günümüzde hâlâ ibâdete açık bulunan, fetih öncesi, Edirne-İstanbul arasında inşa edilen “Fatih Cami”leri, mîmârî uslubu taşıyan Fatih Camiî vardır. Ordu’nun et ihtiyacının karşılanması zımnında, kesilen hayvanların derilerinin sepilenmesi, askerlerin elbise ve ayakkabı ihtiyaçı için, Kostantîniyye’de, İstanbul’da, Deri Sanayiî’nin temelleri burada, günümüzde Kazlıçeşme olarak bilinen yerde atılmıştır. Türkiye’de, Deri Sanayiî’nin kalbi 1980’li yılların sonlarına kadar 500 yıldan fazla burada atmıştır. Görüleceği üzere, Fatih’in ve Fetih Ordusu’nun, feth’e müyesser olacaklarına dair inanç ve azimleri o kadar kuvvetliydi ki, fethin gerçekleşmemesini akıllarından bile geçirmiyorlar, Kostantîniyye Sur’larının dibinde bile kalıcı eser’ler, Külliye’ler, işletmeler, fabrikalar kurmaktan geri durmuyorlardı. Feth-i Mübîn sırrı tecelli edip, “Kostantîniyye, elbette fetholuncaktır. Onu fetheden Emîr (Kuman’dan) ne güzel bir emîr, O’nu feth’eden asker ne güzel ve ne kutlu asker’dir.” “Kostantîniyye, elbette Tesbîh ve Tehliller’le fetholunacaktır,” Hadis-i Şerif’lerindeki mu’cize’ler tecelli etmiş, Kostantîniyye şehr’i fetholunmuş, ebed-müddet İstanbul olmuştur. İstanbul, bir Salı günü fetholunmuştur, Fâtih, Feth’in manevî mimar’ları, hocaları, vezirleri ile birlikte doğruca Ayasofya’ya gitmiş, ilk ta’limatını, mimar’lara, ustalara, İstihkâm Tabur’larına vermiş, “Ayasofyayı Cum’a gününe hazır etmeleri için” vermiştir. Mimar’lar, ustalar, İstihkâm Tabur’ları var güçleriyle Ayasofya ve etrafındaki mezbelelikleri, çöpleri temizlediler. Ayrıca, Ma’bedin cephesindeki ve içindeki şirk alâmetleri, haç’ları, İslâm Akidesi bakımından tecviz edilmeyen suretleri temizlediler. Fatih, Kılıç hakkı, özbeöz malı, anasının aksütü kadar helâl, Ayasofya’yı ebed-müddet cami olarak vakfetmiştir. Fatih, ilmine, irfanına, ferâsetine güvendiği, medrese arkadaşı, Hızır Bey’i İstanbul’a kadı olarak ta’yin etmek üzere, İstabul’a da’vet etti. Kadı olarak ta’yin edilen Hızır Bey, yalnız adlî ve hukûkî işlere bakmıyor, aynı zamanda İstanbul’un emniyet ve asâyişinden de mesuldü. Diğer taraftan İstanbul’un şehremini (Belediye Başkanı) sıfatıyla da, İstanbul’da imâr-iskân’dan da mes’ul bir idareciydi. Fatih’in emri ve ta’limatıyla, ilk iş olarak, günümüzde İstanbul Üniversitesi, Rektörlüğü ve ba’zı fakülte’lerin bulunduğu mekân’da bulunan eski Saray’ın inşaına, Fatih Camiî Külliyesi’nin bulunduğu Külliye’nin inşâına başladı. En geniş müştemilatlı bu Külliye bünyesinde, Sıbyan Mektebi, medreseler, devrinin en yüksek ilimlerinin tahsil edildiği, Karadeniz ve Akdeniz Medreseleri, Dâruş-Şifâ, İmârethâne (dileyen herkesin beher vakit girip hiçbir bedel ödemeden sıcak yemek yiyebildiği Aşevi)... Daha önce def’atle ifade ettiğimiz gibi, diğer fethedilen Memâlik-i Osmaniye gibi, İstanbul’da fethedilince, İstanbul’daki arazî’ler, arsalar ve tüm yapılar, bina’lar, “Mîrî” olarak Devlet-i Aliyye’nin hazinesine intikâl ettiği için, bu büyük Külliye’nin yapıldığı arâzi, Hazret-i Fatih’in bu vakfına tahsis edilmiştir. Karadeniz Medresesi’nin hudutları Haliç’te son buluyor, Akdeniz Medrese’sinin hudutları ise, bilâhere Bayrampaşa Deresi adını alacak olan Sağmalcılar-Bayrampaşa Tepelerinden gelerek, Sulukule’nin altından geçen ve Langa Bostanlarının arasından Marmara’ya dökülen, günümüzde İstanbullu’ların, Vatan Caddesi-Vatan Bulvarı dedikleri yerin tam ortasından geçen, Bayrampaşa deresine kadar inerdi. Daha sonra İstanbul’da, Pâdişah’lar, Vâlidesultan’lar, Sultan’lar, Sultanhanımlar, vezir’ler, Sadrazam’lar, Şeyhu’l-İslâm’lar tarafından yaptırılan beher Külliye bir başka Külliye’nin hudutlarıyla çevrelenirdi. İstanbul’un, Yedi Tepesinden birisi olan, Kilise’den Cami’ye çevrilmiş, Kariye Külliyesiyle, Cihan Pâdişahı Kanûnî’nin Kızı, Mihr-ü Mah Sultan’ın yaptırdığı, Edirne Kapısı civarındaki Külliye, İstanbul’un Batı Sur’larının dibinden başlar, Fatih Külliyesi sınırlarına kadar ulaşırdı. Dolasiyle, gerek külliye’ler ve gerekse bu külliyeler civarındaki meskenler vakıf oldukları kadar, “Mîrî” arazi ve arsalar üzerine inşa edildikleri için de Devletin malıdırlar.