Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizde, başta, İstanbul’daki Selâtîn Cami’i’leri, merkezi mahalle ve mahal’deki bütün cami’lerle, Anadolu’nun muhtelif yerlerindeki Ulu Cami’lerde, imam, müe’zzinîn ve kayyımî’nin yanı sıra, birer kürsi vâizi ve yalnızca, Cum’a ve bayram günlerinde, Allah göstermesin, Küsûf ve Husûf, (Güneş’in ve Ay’ın tutulması günlerinde) hutbe okuyan, Cemaati Müslimîn’e hitap eden hâtipler vardı. 
Cumhuriyet döneminde, 1965 yılına kadar –ki, bu yıl, 633 Sayılı Diyânet İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanunu mer’iyete alınmıştı- hatiplik devam etmişti. Bu zaman zarfında, sadece Cum’a ve bayram günlerinde hutbe okuyan ve başkaca bir vazifesi bulunmayan zevât olduğu gibi, ba’zı vâiz, Kur’ân Kursu Muallimi ve imamların da bu vazifelerine ilâveten hatiplik yaptıklarını biliyoruz. 633 Sayılı Kanunda, hatiplik mü’essesesi kaldırılmış, “İmam-Hatiplik” unvanı getirilmişti. Bu kanundan i’tibâren, imamlar, aynı zaman’da, Cum’a ve bayram hutbelerini de hazırlayan ve okuyan hatiplerdir de... 
Ne var ki, 28 Şubat döneminde başlatılan, ne hazindir ki, hâlâ devam ettirilen bir uygulama ile, hutbe’ler, önce Diyânet İşleri Başkanlığınca hazırlanır, Türkiye’nin herbir köşesinde okutulurken, şimdilerde, il bazında, il müftülüklerince teşkil edilmiş komisyon’lar tarafından hazırlanan metin’ler, internet site’lerinde konulmakta, imam-hatipler Cum’a günü, Cum’a namazından kısa bir müddet önce internet site’lerine girip aldıkları çıktı’ları bir göz attıktan sonra okuyorlar. Hatip değil, ellerine verilen metin’leri okuyan birer kâri, (okuyucu) durumundadırlar. Merkezî Sistem hazırlanan ve metin’leri Türkiye çapında, ya da il çapında okunan hutbe’ler dolaysiyle, imam-hatipler zaman zaman, müşkil ve trajikomik duruma da düşüyorlar. 
Batı Toros’lar’da, tarım ve hayvancılıkla geçimlerini sağlayan bir kasaba’da, imam-hatiplik yapmış bir kardeşimiz ifade etti. Hutbe’ler Merkezî Sistem Ankara’da hazırlandığı yıllardı, bir hutbe metni gelmişti, Hutbe Metninde, “Yerlere Kağıt atılmaması, kağıt’ların yeniden ekonomiye kazandırılması için Özel Kağıt Kutularına atılması,” gerektiği ifade ediliyordu. Oysa ki, benim namaz kıldırdığım cemaat cami’e, büyükbaş hayvanların gübrelerine ve tezeklerine basarak geliyor, herbirinin ayakkabısının altında neredeyse beş cm’lik sığır mayısı katbekat... 
Kasaba’da bırakınız çöpleri ayrıştırmaya yarayan çöp sepetlerini, normal’de çöpleri koymak için herhangi bir bidon bile bulunmuyor. Hepsinden de ehemmiyetli olanı, kasaba’da böylesine bir kültür yok... Herkes, elinde avucunda bulunan işine yaramayan herşeyi istediği yere atıyor, yerden birşeyler alıp başka bir yere koymak da âdet değil... 
Böylesine bir ortamda, Cum’a günü cemaate, Ankara’dan gelen, “Geri dönüşümlü madde’lerin ayrıştırılarak özel çöp kutularına atılması gerektiği ve bunun faydalarını anlatan, “hutbe’yi okudum. Hem benim yüzümde hem de cemaatin yüzünde kahredici acı birer tebessüm belirmişti.” 
- CUMHURİYET DÖNEMİNDE VA’AZ’U NASÎHAT: 
Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri’nin taht’dan indirilmesinden sonra, İttihadçılar zamanında, Şeyhulislâm Mûsâ Kâzım ve Mustafa Hayri Efendiler döneminde, medrese’lerin ıslâhı konusunda, “Islâh-ı Medâris Komisyonu” oluşturulmuş, muhtelif nizamnâmeler hazırlanmış, farklı programlarla Dâru’l-Hilâfe Medrese’leri kurulmuş, ayrıca, Mederesetü’l-Kudât, Medresetü’l-eimme ve’l-Hutabâ, Mederesetü’l-Vâizîn, Medresetü’l-Mütehassisîn ve Medresetü’l-Hattâtîn... 
Daha sonra da, Medresetü’l-eimme ve’l-Hutabâ ile Medresetü’l-vâizin’in birleştirilmesiyle Medresetü’l-İrşâd kurulmuştu. 
Medrese’lerin, 03 Mart 1924 tarihinde lağvedilmesinden sonra, bu medrese’lerden me’zun olanlarla, müderris’lerden, Dersiâmlık unvanını ihraz etmiş olanlar, İstanbul’da, Selâtîn Cami’lerde, semtlerin merkezî yerlerindeki cami’i’lerde va’az ederler, Ümmet-i Muhammed’i irşâd ederlerdi. 
Meselâ, Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri, Dersiâm’lık unvan ve sıfatıyla, Beyazıd, Sultanahmed, Yeni Cami gibi Selâtîn Cami’lerde, Kasımpaşa Cami-i Kebîr, Eminönünde, Arpacılar, Hocapaşa cami’leri gibi cami’i’lerde, İrtihâl-i Dâr-ı Bekâ edinceye kadar va’az etmiştir. 
İstanbul’da, Süleyman Efendi Hazretleri’nden başka, gittiği her cami’i’de va’az’ları kalabalık cemaat tarafından ta’kip edilen, dinlenilen, Alasonyalı, Küçük Cemal Efendi gibi vâiz’ler de vardı. 
1949 yılından i’tibâren, Din Eğitimi hususundaki kısmî yumuşamadan sonra, başta Süleyman Efendi Hazretleri’nin büyük mücahede ve gayretiyle, Doğu illerimizde, Anadolu ve Karadeniz bölgelerimizde, “Eli Öpülesi”, hocalarımızın okuttuğu talebe, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın açtığı müftülük, vâiz’lik imtihanlarını kazanıp, müftü ve vâiz olarak ta’yin edildikleri il ve ilçe’lerde va’az etmeye başladıklarında, Müslüman halkımız, üstüne örtülen derîn ölüm toprağından silkinmiş, ayağa kalkmış, bu vâiz’lerin va’az ettiği camileri doldurmuştur. 
1950’li yılların sonlarına doğru, İstanbul’da, Süleyman Efendi Hazretleri’nin Rahle-i Tedrisinde İslâmî ilimleri okuduktan sonra, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın açtığı müftülük-vâiz’lik imtihanını kazanmış, alfabetik sıralamaya göre, Seyfeddin Alkan, Mehmed Arıkan ve Hüseyin Kaplan, tedris sisteminde kısmen okumuş, İstanbul Vefa’dan, herkese açık bir tedris’te, Merhûm, Beyağabey, Kemal Kacar’ın devam ettirdiği derslere katılanlardan, Merhûm Feyzullah Değerli ile Merhûm Mustafa Yumak, Anadolu’da, Merhûm Halid Başer, Hüseyin Kumaş, Hüseyin Bâkır, İsmâil Şanlı, Hüseyin Gökçen, Osman Naz, H.Reşid Tüylüoğlu ve isimlerini burada sığdıramayacağım, pek çoğu Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş vâiz’ler, bulundukları il ve ilçelerde arkalarında binleri sürüklemişler, hangi cami’de va’az etmişseler bu camiler lebâ leb dolardı. 
Hitâbet ba’zı insanlar için Allah’ın bir lütfudur; Nîce âlimler vardır ki, hiç hitâbet kabiliyetleri yoktur. Merhûm Müellif, Asr’ımızın en büyük Ehl-i Sünnet ulemasından, Bahîr Âlimimiz, Dersiâm, İstanbul Müftüsü olarak şehî, bir ara da, 1960 İhtilâlini ta’kip eden günler’de, Diyânet İşleri Başkanlığı’na getirilen Ömer Nasûhî Bilmen Efendi Hazretleri bunca ilmine ve tecrübesine rağmen, va’az etmek için kürsülere hiç çıkmamıştır. 
Buna mukâbil, ilmî derecesi her ne kadar, Ömer Nasûhî Bilmen Efendi Hazretleri kadar olmasa da, müthiş bir hitâbet kabiliyyetine sahip, Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Hocamız, uzun yıllar, İstanbul’da, Fatih Sultan Mehmed Han Cami’i Şerif’inde hatiplik yapmıştır. Hutbelerini dinlediğim olmuştu, gerçekten bülbül kokan İstanbul Türkçesiyle hitap eder, akıcı ve selîs konuşurdu. 
Hutbe’de çok kısa bir zamanda, işlediği mevzu’u, suğrâ, kübrâ ve netice olarak selîm bir mantık silsilesi içerisinde çok kısa ve delâletli olarak anlatabiliyordu. 
Ne demişler, “Hayru’l-Kelâm, Mâ Kalle ve Delle”, (Sözün en hayırlısı, kısa ve delâletli olanıdır.) 
Diyânet İşleri Başkanlığı bünyesindeki vâiz’lik müessesesi, 633 Sayılı, Diyânet İşleri Başkanlığı, Teşkilat Kanununun mer’iyyete alınmasıyla birlikte dümûra uğradı. 
Bu kanunun ilgili maddeleri gereği, İmam-Hatip Okulu ve Yüksek İslâm Enstitüsü diplomasını kapan, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın kapısına dayandı, yanında da siyâsetçi bir dayısı olanlar, liyâkat ve ehliyetine bakılmaksızın, boş müftülük varsa müftülüğe, boş vâizlik varsa vâiz’liğe hemen ta’yin edildiler. 
Müftülükler, birer sicil ve maaş tahakkuk âmirliği olarak telakkî edildiği için, müftülük’lere ta’yin edilenler, fazla sırıtmadılar. Ama, ehil ve lâyık olmadıkları halde, vâiz’liklere ve İmam-Hatiplik’lere ta’yin edilenler ciddî bir şekilde bocaladılar. 
- Doğu ve Güneydoğu’da, herhangi bir İmam-Hatip Okulunu bitirmiş birisi bir adamını bulmuşsa, “Hâmil-i Kart Yakînimdir,” kartıyla, Diyânet İşleri Başkanı veya ta’yin ve nakillerle alakalı, Başkan Yardımcısının karşısına dikilince, “Mîrim, selâm, hürmet ve ta’zimatımı kendilerine iletiniz, ricaları bizim için bir emir’dir, buyurunuz, istediğiniz il ve ilçe’deki boş bulunan kadrolar sizindir. İstediğiniz il ve ilçe’de boş kadro bulunmuyorsa, hiç merak buyurmayınız, boşaltıveririz efendim, olur biter,” denilerek, bırakınız İstanbul’un bülbül kokan Türkçe’sini, normalde Türkçe bilmeyenler bile İstanbul Merkez Vâizliğine veya İstanbul’un en önemli ilçelerinden birisinin vâizliği’ne ta’yin edildiler. 
Oysa ki, Cenab-ı Hakk, “(Resûlüm!) Sen, Rabbi’nin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.” (Nahl 16/125) 
Sevgili Peygamber’imiz de, “İnsanlara akıl ve idrâklerine göre konuşunuz,” buyurmuştur. 
İnsan’ların konuştuğu lisan’a tam hâkim olmayanlar, ancak mahallî şivelerle konuşabilenler, nasıl olup da, insanları hikmet ve güzel öğütlerle irşad edecekler? Kendileri bî idrâk olanlar, nasıl olup insanların idrakine uygun olarak onlara hitap edecekler? 
Vâiz’lik Müessesesi, biraz da, usta-çırak ilişkisidir. Güzel konuşan, vücud dilini iyi kullanan, yüksek konuşma uslubu ve tavrı olanlar, çok iyi gözlenirdi. Onları taklid, ayıplanmazdı...