15 Temmuz bir savaştı. Peki, milletin topyekün şahlanmasıyla kazanılan zafere rağmen tehlike geçmiş midir?

Dönemin Başbakanı Binali Yıldırım, “Çılgınlık yapmaya kalkanlar her zaman olabilir, devlet bütün kurumlarıyla uyum ve koordinasyon içinde konuyu hassasiyetle takip etmelidir” diyor. Yıldırım’ın bu değerlendirmesini, “S-400 almakta ısrarcı olursanız CAATSA yaptırımları uygularız” tehdidiyle birlikte okuduğumuzda, “savaş” tehlikesinin henüz geçmediği anlaşılıyor. Ne diyordu Ziya Paşa: “Hazır ol cenge, eğer istersen sulh-u salah.”

15 Temmuz 2016 gecesinden bugüne akan zaman diliminde, S-400 hava savunma sistemi alma kararlılığı sergileyen Türkiye, “Oyunu gördüm, önlemimi aldım” deme noktasına gelmiştir. 

M. KEMAL SALLI

Üzerinden 3 yıl geçti; yaralar soğudukça, 15 Temmuz 2016 gecesi vurulmak istenen  darbenin ne büyük tehlikeler üretebileceği daha net anlaşılıyor. 

15 Temmuz darbe girişimi üzerine yazdığımız yazıya “15 Temmuz Bir Savaştır” başlığını koymuştuk. Yaralar soğudukça daha net olarak anlaşılıyor ki, 15 Temmuz, Türkiye’nin birliğini, bütünlüğünü hedef alan bir savaştı. Biz, 15 Temmuz gecesi, ülkemizi “içerden fethetmeyi” hedefleyen bir post-modern bir işgal girişimine karşı,  milletçe topyekun bir savaş verdik. Şehitlerimiz var, gazilerimiz var; hepsini rahmet ve saygıyla anıyoruz. 

Yakın bir geçmişteki renkli, çiçekli darbeleri, Libya’yı, Mısır’ı ve Venezuela’yı hatırladıkça, bu kalkışmanı arkasındaki organizatör, hedefi ve atlattığımız tehlikenin büyüklüğü daha net olarak görülüyor. Vatanımızın birliğine, bütünlüğüne yönelik bir tehlikeyi genlerimize sinmiş sezme yeteneği sayesinde farkeden milletimiz, ölümü göze alarak kendini tankların silahların önüne atmıştır. Tarihin sayfalarında, 15 Temmuz gibi, zaferle taçlandırılmış bir topyekün direniş örneği var artık. 

15 Temmuz darbe/savaş girişimi, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında küresel liderin I. Körfez Savaşı’yla (1991) uygulamaya koyduğu ve bölgede 22 ülkenin sınırlarını değiştirmeyi hedefleyen Büyük Ortadoğu Projesi’nin  (BOP/GBOP) en önemli aşamalarından biriydi. 

Çünkü, Türkiye’nin bölgede, tarihinin ve kültürel bağlarının enginliğinden kaynaklanan çok önemli bir stratejik derinliği vardı. Türkiye’yi Ortadoğu denklemi dışına savurmadan BOP’un hayata geçirilmesi mümkün değildi.  

Petrolün euro ile satılmasında ısrar eden Saddam ile Kaddafi, ülkeleri işgal edilerek katledilmişlerdi. 2011’de “Arap Baharı” rüzgarlarıyla kaosa sürüklenen Suriye’nin geleceği karanlık, Mısır’da, seçimle iktidara gelen Müslüman Kardeşler Lideri Mursi ise, Batılıların asla “darbe” demedikleri ve iki milyar dolarlık destek verdikleri bir askeri operasyonla koltuğundan indirilerek hapsedilmiş, mahkeme sırasında geçirdiği bir kalp kriziyle hayata veda etmişti. 

Sıra Türkiye’nin etkisizleştirilmesine gelmişti. Bu açıdan bakıldığında 15 Temmuz, bir ‘darbe girişimi’ değil, post-modern bir savaştı, post-modern bir işgal girişimiydi.

TEHLİKE GEÇTİ Mİ?

15 Temmuz bir savaştı. Peki, milletin topyekün şahlanmasıyla kazanılan zafere rağmen tehlike geçmiş midir?

Dönemin Başbakanı Binali Yıldırım, “Çılgınlık yapmaya kalkanlar her zaman olabilir, devlet bütün kurumlarıyla uyum ve koordinasyon içinde konuyu hassasiyetle takip etmelidir” diyor. Yıldırım’ın bu değerlendirmesini, “S-400 almakta ısrarcı olursanız CAATSA yaptırımları uygularız” tehdidiyle birlikte okuduğumuzda, “savaş” tehlikesinin henüz geçmediği anlaşılıyor. Ne diyordu Ziya Paşa: “Hazır ol cenge, eğer istersen sulh-u salah.”

15 Temmuz 2016 gecesinden bugüne akan zaman diliminde, S-400 hava savunma sistemi alma kararlılığı sergileyen Türkiye, “Oyunu gördüm, önlemimi aldım” deme noktasına gelmiştir. 

Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemi alması, Rusya ile ortak üretimden söz etmesi üzerine Batılı dostlardan gelen yaptırım tehditleri, Türkiye’yi güney sınırları boyunca saracak terör kuşağı oluşturma hazırlıkları, KKTC’yi yok sayma girişimleri, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den soyutlama baskıları, başlangıcı yüzyıllar öncesine uzanan Sykes-Picot dosyalarının tarihin tozlu raflarından indirilerek masaya konmuş olduğunu göstermektedir. 

NATO KAMUFLAJI ALTINDA UYGULANAN İŞGAL PLANLARI

15 Temmuz gerçekten bir savaştır; hedefi, cepheleri çok net olarak belli olan bir savaştır. Hatırlanacağı gibi, “27 Mayıs 1960, 12 Mart 1972, 12 Eylül 1980, 28 Şubat  darbelerinde, NATO kamuflajı altında askeri cuntalar, ABD, İngiltere ve AB tarafından kullanılmıştı.” 

NATO maskeli bu darbeler zinciri, 15 Temmuz 2016 gecesi, ABD’nin Sovyetler Birliği’ni Yeşil Kuşak’la kuşattığı 60’lı yıllardan beri işbirliği içinde olan Fetö-CIA’nın bir organizasyonu olarak karşımıza çıktı. Amaç, ülkemizi “içerden fethetmek”, hayata geçirmeye çalıştığı “yeni dünya düzeni” hedefleri doğrultusunda kullanmaktı. 

Hesapları tutmadı, miletin topyekün direnişiyle duvara tosladı. Şehitleri, gazileri olan bir savaştır; hepsini bir kez daha rahmet ve saygıyla anıyoruz…

Ülkemizi de yakından ilgilendiren küresel çaptaki gelişmeleri, ‘ABD ile Çin arasında Yeni İpek Yolu bağlamında sürmekte olan mücadele ve küresel aktörlerin bu mücadeledeki davranışları’ açısından değerlendirmek gerekir.  

“ÇILGINLIKLAR YAPMAYA KALKANLAR HER ZAMAN OLABİLİR”

Ordumuza uzanan ve uzanacak olan eller konusunda çok dikkatli olmalıyız.  Dönemin Başbakanı Binali Yıldırım, “Çılgınlık yapmaya kalkanlar her zaman olabilir, devlet bütün kurumlarıyla uyum ve koordinasyon içinde konuyu hassasiyetle takip etmelidir” derken çok önemli bir uyarıda bulunmuş oluyor.  Bakın, 15 Temmuz darbe girişiminden iki yıl önce, 13 Temmuz 2013 tarihli ve “Mısır’ı Kendi Ordusu mu Bölecek?” başlıklı yazımızı şöyle noktalamışız: 

“Camp Davit Anlaşmasıyla ABD’nin denetimine giren Mısır ordusu, Hüsnü Mübarek döneminde, giderek asli görevinden uzaklaştırılmıştır. Bugün Mısır ekonomisinin yüzde 40’ı Mısır ordusunun elindedir. Ordu büsküi, cips, marmelat, reçel vb. üretmekte ve kendi marketlerinde askeri personel eliyle pazarlamaktadır. Mısır ordusu, bugün, milletin arzu ve isteklerinden çok,  kendini her yıl 2 milyar dolarlık bir rüşvetle destekleyen finansörü ABD’nin çıkarlarını düşünmek zorundadır. Mısır ordusunu finanse eden güç de, küresel liderliğini sürdürebilmek ve İsrail’in güvenliğini sağlayabilmek adına, Camp Davit Anlaşması’nın devamının getirilmesini istemektedir.  

Nedir o? Akdeniz’in bir “Batı Gölü”ne dönüştürülmesi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika petrollerinin Hint Okyanusu’na güvenli bir şekilde taşınabilmesi için Mısır’ın, özellikle de Süveyş Kanalı çevresinin kontrol altına alınması gerekir. Bunun için de, Mısır’ın parçalanması ve Süveyş çevresinin “özel bir statüye” kavuşturulması gerekiyor. 

Peki, kim yapacak bunu? 

Kafa yormaya gerek var yok; ABD tarafından yılda 2 milyar dolarlık rüşvetle tüccarlaştırılan ve kendisini Yuşa Peygamber’in kehanetini gerçekleştirmekle görevli seçilmişler olarak gören Mısır ordusu!”  

ŞEHİTLERİMİZİ RAHMETLE ANIYORUZ

Yazımızı dönemin Başbakanı Binali Yıldırım’ın duasıyla noktalayalım:

“Bugünün en anlamlı duygusu, canları pahasına darbeyi önleyen şehit ve gazilerimizi minnetle, şükranla anmaktır. Rabbim bir daha bu alçakları ülkemizin karşısına çıkarmasın.”