Bizi millet yapan unsurlardan başta geleni, dilimiz yani Türkçemizdir.

     Fâtih / fethedici, bünyesine katıcı olarak Türkler; yeni bölgelerde yer alır, oralara yerleşirken; o yörelerden kelimeler de almış ve vermiştir. 

     Özellikle Arapça, Farsça menşe ve kaynaklı kelimeler; İslâm oluşumuz sebebiyle dilimizde bol miktarda bulunmaktadır. 

     İran; Orta Asya’dan Batı’ya doğru olan yürüyüş yolumuz üzerinde olduğu ve İslâm dininde bulunduğu için, İslâmiyetle ilgili birçok kelimelerimiz Farsça menşe’ ve kökenlidir.

     Meselâ biz Türkler; Arapça “salât” kelimesi yerine, Farsça olan “namaz” kelimesini kullanırız. “abdest” kelimemiz de Farsçadır. Keza / bunun gibi Arapça “savm” yerine Farsça rûze /urûze / uruç’dan devşirdiğimiz “oruç” kelimesini kullanırız.

     Bilhassa / özellikle Ahmed, Hasan, Hüseyin, Mustafa, Ayşe, Fatma, Zeynep gibi erkek ve kadın isimlerimiz; Müslüman olmamız hasebiye Arapça menşelidir. Tabii Farsça kaynaklı olanlar da var.

     Fakat artık Türkçemizde yer aldıklarından dolayı Türkçe sayılırlar. Tabii doğuşlarından dolayı değil, oluşlarından ötürü. Asılları Arapça veya Farsçadır ama işlenmiş hâlleriyle onlar artık Türkçe olarak kabul edilirler. İşte bu fethin bir başka türlüsüdür.

     Türkçemize giren kelimelerin sözlük mânalarından başka, Türk diline has öyle yeni mânâlarla zenginleştirmişizdir ki, o yeni mânâlar bize has olup, Araplar ve İranlılarca meçhuldür. Evet aldığımız kelimelerin asılları Arapça ve Farsçadır. Fakat Arabın Farsın bilmediği yeni mânâlarla  o kelime ve sözcükler  artık Türkçemize has, Türkçe kabul ettiğimiz yeni kelimelerdir.

     Mesela bir çocuğun “mahsustan yaptım” derken; husus’tan gelen “mahsustan” kelimesini söylemesi; bize has yepyeni bir anlam ifade eder. Bunu Arap bilmez. Yine Farsça “kafa” kelimesi başın arka kısmı için kullanılırken, Türkçede başın tamamını ifade eder. 

     Nitekim İngiliz, pamuğu Mısır’dan alır işler. Kendi sanat ve kabiliyetini ortaya koyarak; kendine has meşhur İngiliz kumaşını dokur ve kumaşa damgasını vurur. Bir Mısırlı çıkıp da “ham maddesi yani pamuğu Mısırdan” diyerek, o kumaşa sahip çıkabilir mi?

     İşte Türkçemizde yer alan kelimeler de, fethin bir başka çeşididir. Onlar Türkçeye girdikten sonra Türkçeye has yeni mânâlar kazanarak, artık yepyeni bir hüviyete bürünmüşlerdir.

     Zaten dünyada maddî manevî her şey; onu işleyenin hüviyetine bürünür. Aslı değil ama son hâliyle işleyene mal edilir. O şey, o kelime veya o madde; doğuşu bilinse de, artık o; oluşuyla bir kıymet ve değer kazanır. Öyle bilinir, öyle tanınır.

     Zaten dünyada arı dil yoktur. Varsa da, Afrika içlerinde, dünyadan kopuk halde yaşayanların çok az sayıda kelimelerden oluşan kabile dillerinde kendini gösterir.

     Milletler birbirleriyle münasebet hâlinde ve çeşitli ilişkiler içinde yaşamak zorundadırlar. Kısaca birbirlerine muhtaçtırlar. Bu durum birbirlerinden kelime alış verişine de yol açar. Alıp verilen kelimelerin hem telâffuz ve okunuşlarında, hem de anlam verilişlerinde farklılıklar ortaya çıkar. 

     Kelimeler de insanlar gibi, asıllarını unutmamakla beraber, girdiği yeni ortama ayak uydurmak mecburiyet ve zorundadırlar.

     Bünyesine giren ve katılan kelimeler karşısında, Türkçe devreye girer. Türkçeye giren veya sokulan kelimelere çeki düzen verir. Onlara Türkçe damgasını vurur. Ancak Türkçenin hâkimiyet ve egemenliği altında, o kelimelere hayat hakkı tanır. Yani yabancı kelimelere, Türkçe kaide ve kurallarıyla kullanım ve kullanış imkânı verir.

     Meselâ dilimize giren “lokanta” kelimesini ele alalım: Türkçeye tam bir teslimiyet içinde olduğu, yani Türk Dilbilgisi kurallarına göre kullanıldığı takdirde, yaşama hakkına kavuşabilir. Nitekim lokanta-cı, lokanta-nın, lokanta-ya, lokanta-yı v.b. Diğer yabancı kelimeler de, ancak Türk Dilbilgisi Kuralları’na göre kendilerine Türkçede yer bulabilirler.  

     İşte milletlerin de, böyle hususiyetleri vardır. Her şey; kurucu iradenin şemsiyesi, kullanım göstergesi ve kimliği altında, kendini ileri sürebilir. 

     Tarihin tabii seyir, netice ve sonucunda, Türkler ve Türkçe; kurucu bir unsur olarak girdiği her yerde başı çekmiş, çizdiği çerçeve içinde her şeye ve herkese var olma hakkını vermiş ve tanımıştır. Yani bünyesindeki insanları Türkleştirmiş, aldığı kelimeleri ise Türkçeleştirmiştir.

     İşte millet oluşun, millet kalışın sırrı bu iki kelimede yatıyor.

     Bundan hiçbir kavim, unsur ve millet gocunmamalı, her bakımdan rahat olmalı.

     Bu millî genel çerçeve içinde, kendi aralarında, kendi dilleri, kendi dinleri, kendi örf ve âdetleri dairesinde yaşamaları gerektiğinin şuur ve bilinci içinde olmalılar. Zaten öyledirler.

     İşte Türklerin hakimiyeti altında, asırlarca yaşayan unsurlar; bugünlere aslî kimliklerini, ana dillerini, örf ve âdetlerini müdahaleden uzak bir şekilde yaşayarak gelmişler; asliyet, kimlik ve dillerini koruyarak bugünlere ulaşmışlardır.

     Nitekim hâkim olduğumuz topraklardan çekildikten sonra, o unsurların aslî hâlleriyle bugünlere geldikleri, daha doğrusu getirildikleri hayretle görülmüş ve Türklerin yok edici değil yaşar ve yaşatır bir millet oldukları; o topraklardan çekilirken geride bıraktıklarıyla tescil edilmiş ve kanıtlanmıştır.