Tefsirler başlıca iki kısma ayrılır. Birinci kısım, selefden (geçmiş müfessirlerden) nakledilegelen eserlere müstenid olan (Tefsir-i Nakli) dir ki, buna, (Bi- Târiki’r- Rivâye tefsir) de denir. Bu kısım tefsirlerde âyetlerin manaları, nüzul sebepleri, nâsih ve mensuh olanları gösterilir. Böyle rivâyet yoluyla tefsirlerin başlıca me’hazleri Hadis-i Şerif kitaplarıyla, siyer ve tarih kitaplarıdır. Bunlara muhâlif, aklın hükmüne münâfî olan rivayetlere itimat olunmaz...

İkinci kısım, sonradan tervin edilen lugat ilmi, belâgat ilmi gibi lisan ilimlerine istinad eden tefsirlerdir. Bunları bir dereceye kadar nakilleri de ihtiva eder. Bunlardan her birine de (Bi- tarîkıd-Dirâye tefsiri) unvanı verilir.

Şimdi, bu iki kısmı biraz izah etmek gerekirse, Asr-ı Saâdet’de edebî ilimler adını alan lugat, sarf, nahiv, iştikak, meânî, beyan, bedî, vaz gibi ilimler henüz tedvin edilmemişti. Fakat Arap’lar, lisanlarını doğru kullanmalarındaki mükemmeliyet, lisanlarındaki sıhhat ve selâmet itibariyle en beliğ edebî eserleri anlıyor, dillerinin bütün meziyetlerine vakıf idiler. Bu hususta bir takım müdevven ilimlere ihtiyaç duymuyorlardı. Bâdiye’den (çölden) gelmiş bir bedevî: Kur’ân-ı Kerim, Yusuf Sûresinde, Yusuf Kıssa’sındaki, “Ondan ümitlerini kesince (meseleyi) gizli görüşmek üzere ayrılıp (bir kenara) çekildiler.” (Yusuf 12/80) Bu meâldeki âyet-i Kerime’nin Nazm-ı Celilini işitince, hemen yere kapanmış, bu  Kelâm’ın fesahat ve belâgati karşısında secde ediyorum, demiştir.

Ashâb-ı Kirâm da kendilerindeki o fevkalâde selîka, (düzgün ve akıcı konuşma) fıtrî kabiliyet sâyesinde, Kur’ân-ı Azîmi pek güzel anlıyor onun hakikatlerine ve meziyetlerine, işâretlerine bihakkın vâkıf oluyordular. Kendi zamanlarına ait olduğu için âyetlerin nüzul sebeplerine, nâsih ve mensûh olmalarına da muttali oluyorlardı. 

Veda Haccı esnasında: “Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Ancak onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim. (İslâm dininden razı oldum)” Meâl-i Âlî’sini verdiğimiz, Mâide Sûresi, 3.Âyet-i Kerimesi nazil olduğunda, Haz.Ebû Bekr radiya’llâhu anh’in çok rakik olan kalbi, (yufka yüreği) çarpmaya başlamış mübârek gözlerinden yağmur daneleri gibi göz yaşları pınar olmuştu. Sebebini soranlara da şöyle demişti: “Bu âyet-i Ceiîle, Resûl-i Ekrem’in irtihal buyuracaklarını gösteriyor. Demek ki, din işleri tamama ermiş, artık Hazret-i Peygamber’in ulvî ve kudsî vazifesi yerine getirilmiş, Kerim olan mabuduna kavuşacağı zaman yaklaşmış...” İşte Hazret-i Sıddîk’ın bu intikali Kur’ân’ın işâretlerine çok nüfuzlu bir bakışının ulvî bir derecesi demektir. Ebû’t-Tufeyl demiştir ki: “Ben Hazret-i Ali’nin irâd ettiği bir hutbede hazır bulundum; diyordu ki: “Benden dilediğinizi sorunuz, va’llâhi benden her ne sorarsanız size haber veririm. Bana Kitabu’llah’dan sual ediniz; hiç bir âyet yoktur ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi, kırda mı, tepede mi, nazil olmuş olduğunu bilmeyeyim.” İşte bu da Hazret-i Alî’nin Kur’ân-ı Kerim hakkında ne büyük ilmî bir ihata sâhibi olduğunu gösteriyor. Diğer pek çok Sahâbe-i Güzin de böyle idiler. Ashâb-ı Kirâm Selîka yardımıyla bilinmeyecek hususları da, Resûl-i Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizden işitmek sûretiyle öğrenmişlerdi. Herhangi bir meselede şüphe vâki olursa, herhangi bir hakikate vukuf mecbûriyeti hasıl olsa hemen vahiy ve ilhamatın feyyaz bir menba’ı olan Nebiyy-i Zîşân Hazretlerine müracaat ederek bu dinî ihtiyaçlarını tatmin ediyorlardı.

Ebû Abdi’l-Rahman el-Selâmî’nin verdiği malumata göre, Haz.Osman ve Abdullah İbn-i Mes’ud gibi kurrâ’dan olan zevât, Resûl-i Ekrem’den Kur’ân’ı teallüm ederken daha on âyeti geçmeden durur, bunlardaki ilim ve ameli de, öğrenirlerdi. Ve derlerdi ki: “Biz, Hazret-i Peygamber’den Kur’ân ile ilim ve ameli birlikte öğrendik. Bunun içindir ki, bazı sûreleri ezberlerken bir müddet durur, bunların hakikatlerine vukufiyet için te’ennî gösterirlerdi. Bu cihetledir ki, Ashâb-ı Kirâm, Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri  hususunda pek çok malûmatı hâiz bulunuyorlardı. Faydalı ilimleri neşr ve tamim, dînî bir vazife olduğundan Ashâb-ı zevi’l-İhtiram, kendi bilgilerini başkalarına da, naklediyor, bu suretle tâbi’în tabakasında bulunan zevat da bu bilgilerden tamamen müstefid olabiliyorlardı. Sonra, bu zevat da dinleyip telakkî ettikleri şeyleri “Teba-i Tâbi’în” denilen onları takib eden nesillere nakl ve talim  ediyorlardı.

Şunu da belirtelim ki, Resûlü Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimize veya Ashab’ın büyüklerine izafe edilen ref’ edilen (onlara kadar yükseltilen), bu rivâyetler ve nakiller, fevkalâde bir usûl dairesinde, zapt edilmiştir. Gerek rivâyet edilenlere ve gerek rivâyet edenlere ait olmak üzere bir takım usûllere menahiç (yollar) denilen kâidelere, düstûrlara pek ziyâde itina olunmuştur. Sahih olan nakiller tam bir vüsûk (itimad edilen delil) ile teayyün etmiş kalplere nakşedilen pek çok bilgi satırlara da intikâl edegelmiştir.Nitekim,Usûl-i Hadis ilmi bu hakîkati pek güzel göstermektedir.

Böylece, bu nakil ve rivâyet neticesinde (Tefsir-i Naklî= Bi-Tarîkı’r-Rivâye Tefsir) kısmı, vücuda gelmiş oldu. Ve bunlar; Kur’ân-ı Mübin’in manalarını, âyetlerin kırâet vecihlerini, muhkeme ve müteşâbih olanlarını, nüzul sebeplerini bildiren sahîh rivâyetlerden müteşekkil bulundu. Herhangi bir âyet-i Kerime’yi diğer bir âyet ile veya bir sünnet ile veya Sahâbe-i Kiram’ın kavliyle izah ve tefsir etmeye (Tefsir-i Bi’l-Me’sûr,) namı da verilmiştir...

Bununla beraber, Kur’an-ı Azim’de mahzâ, Hakk’ın kudretini tefekküre ve geçmiş ümmetlerin vakalarını, kıssalarını tedebbür ve teemmül ile uyanmaya bir vesile olmak üzere pek çok âyetler vardır ki, bunlar gâyet beliğ ve aynı zamanda gâyet veciz bir tarzda nazil olmuştur. Bunların bir kısmı bu alemin nasıl  yaratıldığını, Haz.Adem’in nasıl yaratıldığını, bir takım eski kavimlerin nasıl yaşayıp ne olduklarını bildirmektedir. Ancak bu gibi hususlar, dinin asıl maksatlarından olmadığı cihetle bunlara dâir tafsilatı ihtiva etmemektedir.

Arap’lar çöllerde bedevi olarak yaşamışlar, dünyadaki gelişmelerden bîhaber bulunuyorlardı. Aralarında bulunan ve Ehl-i Kitap denilen Yahûdî’ler ve İsevî’ler ise oldukça okur-yazar ve ellerinde bulunan, tahrif edilmiş, Tevrat ve İncil gibi kitapların bildirdiği bazı malûmat ile mücehhez bulunuyordular. Bunlardan İslâm ile şereyab olanlar, âlemin yaradılışı ve sâire hakkındaki eski bilgilerini, Müslümanlar arasında yayıp duruyorlardı. Bunların verdikleri bilgiler dinle diyânetle alakadar olmadığından hiç incelenmeden dinleniyor, bunların naklinde bir mahzur görülmüyordu. Binâenaleyh, rivâyet tarıkıyla olan tefsirlerde bu kabil nakiller de yer bulmuş oluyordu. Halbuki bu nakillerin büyük bir kısmı, uygun bulunmamıştır.

İbn-i Haldun, (Mukaddime)’sinde Arap Tâifesi ibtidây-ı hallerinde ehl-i ilim ve ehl-i kitap olmayıp bedeviyyet ve ümmîlikleriyle galip idi. İnsan ise, esbab-ı mükevvenâtı ve ibtidây-i hilkeat-i âlemi ve esrâr-ı mevcudatı bilmeye bittabi meyyal olarak Arap’lar dahî bunlardan birini bilmek istediklerinde kendilerinden evvel ehl-i kitap olan milletlere sual edip onlardan öğrenirlerdi. Onlar dahî, tâife-i yahûd ile onlara tabi millet-i Nasârâ’dan olan ehl-i Tevrat idi. O vakitte Araplar arasında bulunan ehl-i Tevrat dahî Arap gibi bedevî olarak bir şey bilmeyip ancak ehl-i kitabın avâmının bildiğini biliyorlardı. Ve onların ekserisi Himyer Kabilesinden olup Yahûd diniyle mütedeyyin olanlar idi. Vaktâki İslâm ile müşerref oldular ise ihtiyat icab eden ahkâm-ı Şeriyyede Şer’i Şerif-i Muhammediye isnada münhasır olup ancak ibtidây-ı hilkat-i âlem’e dâir, olan haberlerde ve melâhim ve gazvelere müteallık hikayelerde ve bunların emsali ihtiyat icap etmeyen maddelerde eski bildikleri üzere kaldılar. Ve bunlar Ka’bü’l-Ahbar, Veheb İbn-i Münebbih ve Abdullah İbn-i Selâm ve onlara benzeyen Ashâb-ı Kirâm’dır ki, böyle ahkâm-ı şeriyyeden hâriç olan maddelerde onlardan menkul rivâyât ve hikâyât bizzat, yâhud bi’l-vasıta rivâyât-ı sahîha ile Efendimiz aleyhisselâm’a isnad olunmayarak yalnız onlardan menkul olan  ahbâr-i mevkûfe kabilinden olduğu halde, bu nakiller ile tefsirler doldu. Ve bu menkul haberler ahkâm-ı şeriyyeye dokunur ve sahih olduğu takdirce amel icap eder. Olmadığı sûrette, bir amelin terkini icap eder. Şer’î maddelerden olmamak hasabiyle ibtidaları bunların sıhhat ve ademi sıhhati teftiş ve taharrî olunmadı. Ne zaman ki, insanlar tetkik ve tahkika rücu ettiyse, Mağrıb’de sonradan gelenlerden Ebû- Muhammed İbn-i Atiyye gelip bu tefsirin tamamını hulasa etti ve hatalardan temizledi. Sahih rivâyetleri arayarak ve intihab ederek Mağrıp ve Endülis ahalisi arasında meşhur ve tedâvülde olan Tefsir-i Şerif ve Kitab-ı lâtîfi telif etti, bu yolda İmam-ı Kurtubî dahî onun izinden gidip aynı uslûb ve  düsturda bir tefsir tasnif etti ki, Meşrık’da meşhûr’dur..