Tasavvuf ve Tarîkatte, Zikr-i Hafî ve Zikr-i Celî olmak üzere iki ana kaynak vardır. Peygamber’imizden i’tibâren, Sıddık-ı Ekber’den teselsül eden yol, Zikr-i Hafî’yi esas alır; kalp’ten, âşikâr etmeden, “Lafza-i Celâl” zikridir. “Lafza-i Celâl,” ki, “İsmü’z-Zât el-Müstecmiu bi’Cemî’l-Esmâ ve’s-Sıfat,” “Allah”, Lafza-i Celâli, yalnız Cenab-u Hakk’ın Zât’ının ism-i Hass-ı olup başka hiç bir kimseye isim olarak verilemez.
Zikr-i Celî’yi esas alan yol da, Peygamber’imizden i’tibâren, Haz.Ali Kerreme’Allâhu Vechehû Efendimiz vasıtasıyla teselsül etmiş, “Nefy-i İsbât,” âşikâr olarak, “Lâ İlâhe İll’lallâh” üzere zikri esas alır.
Zikr-i Hafî yolu, bilahere, Silsile-i Zeheb-Silsile-i Saâdât-ı Nakşiyye’nin 15.Halkası, Muhammed Bahâüddin, Nakşibendî (k.s.) Efendi Hazret’lerine izâfeten “NAKŞİYE” olarak tesmiye edilmiştir.
Zikr-i Celî yolu da, Zikr-i Celî’nin büyük Mutasavvıfı, Abdülkâdir-i Geylânî Hazretlerine izâfeten “Kâdiriyye” (Kâdirî’lik) olarak tesmiye edilmiştir.
Nakşiyye (Nakşî’lik) daha ziyâde, i’tikâden, Mâtürîdî, amelen, Hanefî olan bölgelerde, Türkistan İllerinde, Mâverâü’n-Nehir, Buharâ, Semerkand ve alt Kıt’a olarak bilinen Hindistan’da yayıldı. Kadîrî’lik, i’tikâden, Eş’arî, amelen Şâfiî olan bölgelerde, Irak, ba’zı Ortadoğu ülkeleri, Doğu ve Güneydoğu İllerinde yaygınlaşmıştı.
Tarîkatte-Tasavvuf’ta inkıâtaya uğramadan teselsül ve Nisbet-i Sahîha esastır.
Zikr-i Hafî ve Zikr-i Celî olmak üzere bu iki kaynaktan feyz alan nemâlanan ve devirlerindeki şeyh’lerin isimlerine izâfeten anılan, Mevlevî’lik, Bektâşî’lik, Senevî’lik gibi, teselsülü sahih ve inkıtasız tarikatler de elbette hakk tarikatler ve doğru yollardı. Ne var ki, hem Zikr-i Hafî yolunda ve hem de Zikr-i Celî yolunda, nisbetler fesada ve teselsüller de inkıta’ya uğramıştır.
Zikr-i Celî’de meydana gelen bu fesat ve inkita ne zaman başlamıştır? Bu hususta elimizde doyurucu sağlam bilgiler bulunmuyor. Ancak, Zikr-i Hafî’de, teselsül inkıta’ının ve nisbet fesadının Milâdi 18.Asr’ın dördüncü çeyreğinde başladığı bilinmektedir.
Silsile-i Zeheb-Silsile-i Saâdât-ı Nakşiyye’de, teselsül ve Nisbet-i Sahîha, Silsile-i Saâdât’ın 28.Halkasından tam bir teselsül ve sahih bir nisbetle, Saâdât’ın 29.Halkası olan, Hafız Ebû Saîd Sahib (k.s.) Hazret’lerine intikal etmişken, Irak’ın Kuzey’inde, hattâ bütün Irak’ta Anadolu’nun Doğu ve Güneydoğu İllerinde ve sonra da İstanbul’da, ba’zı gruplar zinciri kopardılar, nisbeti fesada uğrattılar, esas i’tibâriyle Silsile-i Zehep-Silsile-i Saâdât’dan olmadığı halde, teselsülü ve nisbeti Hâlid-i Bağdâdî’den devam ettirdiler ve her grup kendine göre bir silsile oluşturdular. Muhtelif grup’ların yürüttüğü silsile’lerin halkaları arasında mason’lar bile var!
Gerçekte teselsülü kopmuş, nisbeti fesada uğramış, bu şeyh’ler, daha doğrusu, müteşeyyih’ler, ana kaynağından-Baraj’lar’dan mecrası kesilmiş sebillere ve çeşmelere benzerler. Görünüş i’tibariyle hârika birer san’at eseri olmalarına rağmen, suları kesik olduğu için su içmek için hiç kimse artık bunlardan yararlanmıyorlar.
Muhteşem bir saray yaptırsanız, sarayı, altın ve kristaller ile bezenmiş nâdîde avizelerle donatsanız, elektrik şebekesinden saraya bir hat çektirmezseniz, bu avizeler ışık vermez, saray da aydınlanmaz. Günümüz dünyasında, teselsülü inkita’ya uğramamış, nisbeti sahîh kalmış, ehl-i Tarîk, ehl-i Tasavvuf Ekall-i Kalîl, Ender-i Nâdir, tüm cemadâtta içindeki Kibrit-i Ahmer gibidir.
Teselsülü kopuk, nisbeti fesada uğramış müteşeyyih’ler ve onlara intisap iddiasındakiler, ehl-i Tarîk, ehl-i Tasavvuf olma yerine, birer S.T.K. (açılımı, Sivil Toplum Kuruluşu) mahiyetinde toplumlardır. Ba’zıları da birer Ticâri Tröst’lerdir.
Aslında, sâfî birer tevessül yolu olmalarına rağmen, zaman içinde tahrif edilen ve gerçek hüvviyetini tamamen yitirmiş yollara örnekler, Mevlevî’lik, Bektâşî’liktir. “Men Bende-i Kur’ânem, (ben Kur’ân’ın kölesiyim,) ben Muhammed-Mustafa’nın ayağının tozuyum,” diyen, Haz.Mevlânâ’nın yolu, tarîkati, Sebtaist bir Yahûdî’nin kırk yıldan fazla bir zaman Postnîşin’lik yapması üzerine rayından çıkmış, Haz.Mevlânâ’nın türbesi Klasik Türk Sazları müzesi haline getirilmiş, Semâ, günümüzde eğlence mekânlarının değişmez folklorik birer figürü, meyhânelerde sarhoşların mezesi haline getirilmiştir.
Bektâşîlik de, aslında ashab sevgisini esas alan bir ehl-i Sünnet yolu olduğu halde, günümüzde, içinde Şamanizm’den ashab düşmanlığına kadar pek çok düşünceyi barındıran bir topluluk haline dönüşmüştür.
Günümüz Türkiye’sinde, Tasavvuf ve Tarîkatın ne duruma düştüğünü göstermesi bakımından iki figür’den bahsedeceğim. Her ikisi de TV kanallarında tasavvuf üzerine programlar yapıyorlar, kitaplar, broşür ve risâle’ler neşrediyorlar.
Birisi, bir kadın. Asr-ı Saâdet’den i’tibâren, tasavvuf-tarîkat tarihinde kadın şeyhe hiç olmadı. Gerçek ma’nada şeyhe olmadığı gibi tabîî olarak müteşeyyihe de çıkmadı.
Garâib-i Zamandır ki, bu hanımefendi şimdilerde bir tarîkatın şeyhesi durumundadır. Tabîî ki, müteşeyyihesi demek daha doğru olur. Şöyle ki, Bir figür, (1867-1950) yılları arasında yaşadı. Galatasaray Sultânî’sinde okuduktan sonra, bir müddet Mekteb-i Hukukta da okudu. 19 yaşında Balıkesir İdadî’si Müdürlüğüne ta’yin edildi. Bundan sonra, Adana Maarif Müdürlüğüne, sırasıyla, Manastır, Kosova, Üsküp ve Trabzon Maarif Müdürlüklerinde bulundu. Ma’nevî bir işâret aldığını iddia ederek, Medine’ye gitmek istedi. Bir-kaç yıl bekledikten sonra Medine’de İdâd-i Hamîdî Müdürlüğüne ta’yin edildi. Dört yıl kadar kaldığı Medine’de, iddiasına göre, aldığı ma’nevî bir işâretle, Seyyid Ahmed el-rifâî neslinden, Seyyid Hamza el-Rifâî’ye hizmet etti. Sözde ondan icâzet aldı.
İstanbul’da döndüğünde (1908) annesi Hatice Canân Hanım’ın kendisi için, Hırka-i Şerif Semtinde yaptırdığı, “Ümmü Kenan” Dergahı’nda Postnîşin olarak irşâd faaliyetine başladı. 1925 yılında tekkelerin kapatılması üzerine, Ümmü Kenan Dergahı aile efradı tarafından mesken olarak kullanılmaya başlandı. Soyadı kanunundan sonra Büyükaksoy soyadını aldı. 07 Temmuz 1950 yılında vefat etti. Merkez Efendi Cami’i Haziresinde defnedildi.
Bu zât’ın müridleri arasında kimler yok ki, Diş Tabâbeti (Diş Hekimliği) ve Eczacı Mektepleri Müdürü, Server Hilmi Bey, Hattât Aziz Efendi, Semiha Cemal Hanım, Damadı ve Diş Hekimi Cemal Büyükaksoy, Romancı ve filoloji Doktoru, Safiye Erol, Mimar Ekrem Hakkı Ayverdi, Edibe, Mütefekkire ve ve Mutasavvife Samiha Ayverdi müridlerinden ba’zılarıdır. Devrin şeyhulislâmlarından, Haydârîzâde İbrahim Efendi ve Abdullah Efendi ile Mısır Keldânî Patrik vekili, Âbid Efendi de onun müntesipleri arasındaydı.
Bu kadar izah’tan sonra bu Zât’ın kim olduğuna dair bir fikir sahibi olduğunuzu zannederim. Bu Zât’ın Müride’lerinden, Edibe, Sâmiha Ayverdi Hanımefendi başı açık, asrî kıyâfetler içinde zarife bir İstanbul hanımefendisiydi. Tarîkatin Şeyhesi idi. Ta’rif etmeye çalıştığım figür hanımefendi de başı açık, modern giyimli ve şimdilerde bu tarîkatın şeyhesidir.
Tarîkatın düsturu, kadın-erkek münasebetlerinde kaç-göç’ün olmadığı, eşit şartlarda aynı mekânlarda bulunmak, tesettüre riâyet şartı yok, hafif yollu Melâmî’lik...
HÂMİŞ: Merhûm, Avukat-Muharrir Ergun Göze Bey de bu tarîkate mensup idi. Vefatında, vasiyeti üzerine, çok sıkışık olmasına rağmen, Merkez Efnedi Haziresinde o zât’ın ayak ucuna defnedilmişti.