“Yâ Ma’şere’L- İslâm! Hel Tezunnûne En Yüftera ve Yükzebe Alâ, eş-Şeyh,Ebu’l-Faruk, Süleyman Hilmi Silistrevî, (k.s.) ve Nahnü Ahyâün.” (Ey İslâm topluluğu! Bizler hayatta olduğumuz müddetçe, Şeyh, Ebu’l-Faruk, Süleyman Hilmi Silistrevî hakkında yalan uydurulacağını ve iftira ve buhtanlarda bulunulacağını mı sanıyorsunuz?”

Ba’zı Kardeşlerimiz, “Hocam, bunlarla uğraşmaya değmez, niçin bunlara değer veriyor, mufassal cevaplar veriyorsunuz?” diyorlar.

Aziz Kardeşlerim, matbuatta ve kitaplarda yer alan yalan-yanlış bilgiler sadece yaşadığımız zamanla alakalı değil, gelecek nesillere de sirayet edecektir. Gelecek nesiller ve geleceğin tarihçileri, yalan-yanlış bilgilerle, onları tekzip eden doğruları da göre bilmeli ve mukayese edebilmelidirler. Bu güne kadar, bizzat muttalî’ olduğum ya, da bana ulaştırılan, Hazreti Üstazımız hakkındaki, yalan-yanlış, iftira ve buhtanlara hak’ettikleri cevapları, mücmelen ve mufassalan verdim-vermeye çalıştım. Ömrüm oldukça ve elim kalem tuttukça da vermeye devam edeceğim.

Bir müddetten beridir, tahlilini yaptığım ve Cemaatimiz ile alakalı yalan-yanlış, iftira ve buhtan’lara cevap verdiğim Diyanet Rapor’unda, diğer, Camia ve cemaatler, dernekler vakıflar ve şahıslar hakkında da çok ciddî  tespitler bulunmatadır. Diğer camia, cemaat, vakıf ve dernekler hakkında bir tahlilde bulunmak ve hüküm vermek haddime düşmez, hakkım da değildir.

Ancak, Diyanet’in Rapor’unda, hakkında tespitlerde bulunulan ba’zı şahıslar vardır ki, bunlar, Diyanet’le irtibatlı ve iltisaklı olup, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde çalıştırılacak Hademe-i Hayratı yetiştiren tek kaynak, İlahiyat Fakülte’lerinde çok önemli mevkilerde bulunuyorlar.

1976 yılından 1997 yılına kadar İstanbul Müftülüğünde çalışmış, İstanbul Müftülüğü nezdinde fetva emini olmuş, Diyanet adına Müslümanlara fetva vermiş... 1997 yılında İstanbul Müftülüğündeki vazifesinden istifa ederek İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne öğretim üyesi olarak geçmiş, 2003 yılında Profesörlüğe terfi ettirilmiş ve halen bu Fakülte’de vazifesine devam etmektedir.

Diyanetçi’lerin, bu eski mensupları ve yeni İlahiyat Profesörü hakkındaki ba’zı tespitleri şöyledir: “Bayındır’a göre, Kur’an tek kaynaktır. Sünnet ise Peygamber’imizin Kur’an’dan çıkardığı hükümlerden ibarettir. Bu sebeple sünnet, Kur’an’dan ayrı bir kaynak değildir. O, İslam alimlerince “Sünnet” olarak tefsir edilen, “Hikmet” kavramını Hz.Peygamber’in Allah’ın gösterdiği yöntemle Kur’an’dan çıkardığı hükümler olarak anlamaktadır. Adeta Haz.Peygamber’i Kur’ân’ı yorumlayan bir alim saymaktadır. Gerçi o burada alim yerine Resul kelimesini tercih etmektedir. Bayındır Kur’an’da Haz.Peygamber için kullanılan Nebi ve Resul kelimelerine gelenekte bilinmeyen anlamlar verip bu mana’lardan hareketle yeni bir usul inşa ettiğini iddia etmektedir. Buna göre Hazreti Peygamber Salla’llahu aleyhi ve sellem, Nebi olarak hüküm koyma yetkisine sahip değildir; Resul olarak ise Allah’ın Kur’an vahyinde bildirdiklerini insanlara tebliğ etmektedir. Ona göre Kur’an’da Resûl’e itaat diye bir emrin bulunması, ama Nebiye itaat’in emredilmemesi bu ayrımı zorunlu kılmaktadır. Şöyle diyor: “Peygamber’imiz Allah’ın ayetini okuduğu sırada Resuldür. Bunun dışındaki bütün davranışlarında Nebi’dir. Bu sebeple Nebi olarak helal veya haram koyamaz.” Resul ve Nebi kavramlarını yeniden tanımlayan Bayındır, Allah tarafından görevlendirilmemiş Resul’den bahsetmekte bunların da Nebilere inen ayetleri tebliğ eden mü’minler olduğunu belirtmektedir. Ona göre alimler Kur’an’dakini tebliğ etmek yerine kendi yorumlarına başvurdukları için hataya düştüler; buna karşılık o, alimlerden farklı olarak kendisini Kur’an’dan konuşan kişi olarak ayrı bir konuma yerleştirmektedir. İlim ehli arasında Nebi ve Resul arasında bir fark olduğu dile getirilse de bu Bayındır’ın anladığı şekilde Nebi’lerin vahiy alan kişiler olduğu, buna karşılık Nebiler ve diğer insanların da bu indirilen vahyi insanlara birebir aktaran Resuller olduğu görüşü tamamıyla Bayındır’ın bir vehmidir. Bu görüşün Kur’an’dan temellendirmesi mümkün olmadığı gibi buna bağlı yapılan bütün yorumlar da temelsiz iddialardır.”

Bayındır’ın Kur’an’ı yeniden okuyup kimsenin anlamadığı anlamlar çıkarma tutkusu onu genel olarak kabul edilen İslâmî hükümleri Ehl-i Sünnet ilim çevrelerinde emsâli görülmemiş bir biçimde yorumlamaya sevk etmiştir. Ba’zı durumlarda hiçbir İslâm mezhebinde öngörülmeyen man’alar verdiği de müşahede edilmektedir. Tipik örneklerden ba’zıları şunlardır:

a) Kader yoktur;

b) Allah insanın yaptıklarını önceden bilemez;

c) Ecel kısalabilir;

d) Şefaat diye bir şey yoktur;

e) Peygamber’lerin ismet sıfatı yoktur;

f) Yatsı namazı vakti geleneksel olarak yatsı namazının başladığı söylenen vakitte biter;

g) Teravih namazı meşru değildir; (Yani, teravih namazı diye bir namaz yoktur.)

h) Kadınlar adet günlerinde oruç tutabilirler;

i) Ölü’nün arkasından Kur’ân okumanın ölü’ye bir faydası yoktur;

j) Müslüman bir kadın Müslüman olmayan biriyle (Müşrik-kafir) biriyle evlenebilir. Dini geleneği, mezhepleri ve geleneksel dini-kültürel yapıları sert bir şekilde eleştiren Bayındır, kendi kullandığı yöntemin en doğru yöntem olduğunu iddia etmekte ve geleneksel dinî  anlayışı, “uydurulmuş din” olarak yaftalamaktadır. Öte yandan mezhepleri reddetmekte, tarikatları ise şirk unsuru olarak görmektedir.

1965 yılında Trabzon Çaykara’da doğmuş, 1987 yılında On dokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden me’zun olmuş, 1988 yılında aynı Fakülte’de Tefsir Anabilim Dalında Araştırma görevlisi olarak göreve başlamış, 2008 yılında Profesörlüğe terfi ettirilmiş, halen On dokuz Mayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalında öğretim üyeliğine devam etmektedir.

“Geleneksel din anlayışının Kur’an’dan uzaklaştırdığı tezini savunan Okuyan, bir noktada tek de kalsa doğrunun kendi söylediği olduğuna kesin olarak inanmaktadır. Bu hususta Haz.İbrahim’in tek başına ümmet olduğu (Nahl Suresinin 120.ayetini kendine göre tefsir ederek) ve yeryüzündekilerin çoğuna uymanın hak yoldan uzaklaştırdığı, (En’am Suresinin 16.ayetini kendine göre yorumlayarak) ayetlerini bağlamından kopararak delil olarak kullanmaktadır. Yine bu doğrultuda “hakikat değerini savunucularının çokluğundan değil kaynağından alır” şeklinde sloganik bir cümleyi daima dillendirmektedir.

Hadis’lerin Kur’an’a arz edilerek ayıklanması gerektiğini söyleyen Okuyan, bu görüşüne delil olarak “Size benden bir söz geldiğinde bunu Allah’ın kitabına arzedin. Eğer ona uygunsa onu ben söylemişimdir ama ona muhalif ise onu ben söylememişimdir,” uydurma rivayetini kullanabilmektedir.

Kur’an’a göre kabir hayatının olmadığını ileri süren Okuyan, Mi’rac’ın da bedenen değil ruhen ve hatta def’âlarca gerçekleşmiş olabileceğine inanmaktadır.

Kur’an’da kıyametin aniden kopacağını beyan eden A’raf Suresinin 187. ayetini, kıyamet alametlerinin olmayacağına yorumlamaktadır.

Nebi olsun Resul olsun her Peygamberle beraber kitap geldiğini, (Bakara Suresi, 213, Meryem Suresi, 30. Ayetlerini yorumlayarak) belirten Okuyan, kitap verilen Peygamber’lere “Resul” verilmeyenlere ise “Nebi” denilmesi şeklindeki ayrımı kabul etmemektedir.

Cennet ve Cehennem’in şu an var olmayıp mahşerde hazır olacağını düşünen Okuyan amelleri neticesinde cehenneme atılmış bir kimsenin artık oradan çıkmasının mümkün olmayacağını da iddia etmektedir.

Okuyan, Haz.Meryem’e Kur’an’da hem müennes (Enbiya 21/91) hem de müzekker (Tahrim 66/12) zamir gönderilmiş olmasından hareketle hermafrodit olabileceğini ileri sürmekte ve bu konuda araştırmayı tıp dalında bilim adamlarına havale etmektedir. Bununla birlikte Haz.Meryem’in kadın olduğunu kabul ettiğini ve çift cinsiyetli olduğunu asla söylemediğini ifade etmektedir.

Okuyan, Farz-ı Kifaye diye bir hüküm olamayacağını belirtmektedir. Nasıl olsa birileri yapıyor diye başkalarından kaldırma diye bir şey olmaz diyerek farz’ın herkes için geçerli olduğunu söylemektedir.

Kur’an’da Cum’a namazı konusunda yer alan hitabın kadın erkek herkese şamil olduğunu ifade eden Okuyan Cum’a Namazının kadınlara da farz olduğunu savunmaktadır. Bu bağlamda Haz.Peygamber’in Allah’ın emrini tahsis edemeyeceğini ifade etmektedir.

Sefer’de/yolculukta namazların kısaltılmasının Kur’an’dan dayanağının olmadığını belirterek seferilikle irtibatlandırılan iki ayetin de (Nisa 101-102) savaş ile ilgili olduğunu söylemektedir. Okuyan’a göre namazın rükû’ ve secdelerinde tesbihat getirmek farz’dır. Söz konusu tesbihat’ın sünnet telakki edilmesinin Kur’an’dan kopuk ve muharref bir hüküm olduğunu söylemektedir.

Zekatın kârdan değil, maldan verildiğini ve sadaka vermenin de sünnet değil farz olduğunu ifade etmektedir.

Kur’ân’a abdestsiz dokunulamayacağına delil olarak getirilen ayetin (Vakıa 56/77) aslında İlâhî  vahyin yüceliğini ifade ettiğini ve bu ayetten abdestsiz Kur’ân’a dokunulamayacağı sonucunun çıkmayacağını belirtmektedir...