“İbn-i Hacer’l-Mekkî’nin, Savâık’ında, Câmiu’l-Hatîp el-Bağdâdî’ye izâfeten zikrettiği bir Hadis-i Şerif’te: 

- Sevgili Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, şöyle buyurmuştur: 

- “Fitneler zuhur ettiğinde, bid’atler söylenir (i’tikad olunur) olduğunda, Ashâbım’dan ba’zılarına sövüldüğünde (kötü sözler, la’netler) âlimler ilimlerini ortaya koysunlar. İlim sahiplerinden her kim bunu yapmazsa, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların la’neti onların üzerine olsun, Allah, onların farz’larını ve nâfilelerini asla kabul etmez”

İlmin yeryüzünden kaldırılması, cehâletin kökleşmesi kıyâmet alâmetlerinden sayılmıştır. Herhangi bir ilmî ve i’tikâdî bir mes’eleye vâkıf olanların onu meydana koymaları, bilhassa dalâlet, bid’at ve hurafe’lerin hüküm sürdüğü bir zamanda, hiç bir beklenti içinde olamadan ve hiçbir kimseden de çekinmeden ilmini ortaya koymalıdır. 

Buhârî Rebîa bin Ebî Abdi’r-Rahman’ın, “kendisinde, herhangi bir ilim bulunan kimsenin kendini zâyi etmesi (yâni, ilmini ketmetmesi (gizlemesi) lâyık değildir. (doğru bir hareket değildir.) dediğini naklettiği gibi Ebû Zerr-i Gıfârî radiya’llâhu anh’in ensesini göstererek (Beni öldürmek için) kılıcı şuraya koysanız, ben de Resûlüllah salla’llahu aleyhi ve sellem’den işitmiş olduğum bir sözü siz işinizi tamamlayıncaya kadar infaz edileceğimi, yâni idâm edileceğimi bilsem, yine de infaz ederim,” (son sözüm olsa da yine de söylerim,) dediğini rivâyet etmiştir. 

Yine hadis hâfız’larının vefat etmeleriyle hadis ilmi’nin yeryüzünden kalkıp-gideceğini düşünerek ve bu derin kaygı ile Ömer in Abdülazîz radiya’llâhu anh, “insanların sadırlarında (göğüslerinde ve ezberlerinde) mahfûz olan Peygamber’imizin hadislerinin satırlara kitaplara nakledilmesini ve bir araya toplanmasını emretmiştir. 

Yine Buhârî’nin rivâyetine nazaran, Haz.Ebû Bekr Bin Hazm’e şöyle yazmış “Bak, Hadis-i Resûlüllah salla’llahu aleyhi ve sellem’den ne bulursam yaz. Zirâ ben ilmin münderis (mahv ve yok olma) olmasından ve ulemâ’nın göçüp gitmesinden korkar oldum. Hadis’lerin zabtı ve kaydı sırasında Nebiyy-i Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem’in sözünden başka kabul edilmesin. Bir de (ulemâ’ya söyleyiniz) ilmi ifşa etsinler, yâni, meydana koyup, gizlemesinler, herkese söylesinler. Kezâlik âlimler (muayyen yerlere) oturarak ders versinler ki bilmeyenlere öğretmiş olsunlar. Zirâ ilim gizli bir şey haline getirilmedikçe zâyi olmaz. (yok olmaz) (Tecrid-i Sarih, Dördüncü Baskı, Cild 1 S.82/71) 

Ebû Davud ve Tirmizî’nin müştereken Ebû Hüreyre radiya’llahu anh’den rivâyetine göre: 

- Resûlülla salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimiz: 

- “Her kim, herhangi bir ilim’den sual olunduğunda ilmini gizlerse (hakîkati söylemekten imtina ederse) kıyâmet gününde ateş’ten bir gem vurulur.” buyurmuştur. 

HAKÎKATLER KARŞISINDA SUSMADIM-SUSAMAZDIM! ÇÜNKİ!... 

Şakird’ler, “O zât, (Said Kürdî) daha hâl-i sabavette iken (henüz daha çocukken) ve hiç tahsil yapmadan zavâhiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde Ulûm-u evvelîn ve âhirin’e ve ledünniyat ve hakâik-i eşya’ya ve esrâr-ı Kâinât’a ve hikmet-i İlâhî’ye vâris kılınmıştır ki; şimdiye kadar böyle mazhariyet-i Ulyâya kimse nâil olmamıştır. Bu hârika-i ilmiyye’nin eşi aslâ mesbûk (geçmiş) değildir.” 

Şakird’ler, Üstad’larına olan Fart-ı Muhabbet’leri dolayısiyle Allah’ın sıfatlarını üstad’larına izâfe ediyorlar. 

Ne demek “ilmü’l-evvelîn ve âhirine vakıf olmak? 

“De ki; göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.” (Neml 27/65) “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır, onları ondan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir, O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahî bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptır.” (En’am 6/59) 

Allah bildirmedikçe gaybı ne melek-i Mukarrabîn ne de bir Nebiyy-i Mürselîn muttalî olabilir. Ümmü’l-Mü’minîn Âişe-i Sıddıka radiya’llahû İbn-i Cerir-i Taberî’nin rivayetine göre diyor ki: Allah’tan başka her kimin gaybı bilebileceğini söyleyen kimse yalan söylemiş ve Allah’a büyük bir iftirada bulunmuş olur. Sarih âyet-i Kerime hükümlerine ve mefhûmlarını inkâr ettiği için de kâfir olur. 

“De ki: “Ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiç bir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için uyarıcı ve müjdeleyiciyim.” (A’raf /188) 

“Ben size: “Allah’ın hazine’leri benim yanımdadır” demiyorum, gaybı da bilmem.”  (Hûd 11/31) 

Âlemler şerefine yaratılan, Sevgili Peygamber’imiz, “ben, gaybı bilmem, eğer gaybı bilseydim çok daha hayır yapardım,” buyuruyor, yine Ülü’lAzm Peygamber’lerden Nuh aleyhisselâm, “Ben size gaybı biliyorum,” demedim, buyuruyor. 

“Hakîkat-i Eşya’ya, esrâr-ı Kâinata hikmet-i İlâhî’ye vâkıf olmak!” Aziz şakird’ler, bu söylediklerinizden ba’zıları Allah’ın lütfuna mazhar Peygamber’lerin sıfatıdır, ya da doğrudan Allah’ın sıfatlarındandır. 

Şakird’ler diyorlar ki: 

“Bizim Üstadımız, büyük bir İslâm âlimidir: 

Hayır! Said Nursî kendi i’tiraflarına göre formel bir eğitim almamıştır. İlm-i Ledünnî diyorlar! Hâşâ! Said Nursî bizzat kendisi ve şakird’ler, “Zaman tasavvuf-tarikat devri değildir,” diyorlar. Tasavvufta ve tarikatte bir başlangıç nisbeti dahî bulunmayan birisinin vehbî ve ledünnî ilimlerle ne alakası olabilir ki!... 

Keşke, Said Nursî Osmanlı eğitim sisteminde, Mekteb-i Rüşdiye’lerde okutulan, asgarî Zarûrat-ı Diniyye, metinler seviyesinde arabî ilimlere vâkıf olsaydı.

Şakird’ler diyorlar ki: Üstadımız, bu zamanın mürşidi ve müceddidi’dir. Hâşâ! Mürşid ve müceddid Nasib-i Ezelî ile ezel’de tensip edilir. 

Her ne kadar, “İsmet” sıfatı Peygamber’le has olup, ümmetin diğer fert’leri, velî, mürşid ve müceddid de olsalar “ma’sûn ve ma’sûm” değillerdir. Ancak, İlm-i Ezelisi ile Rabbim, mürşîd ve mücedid olarak tensip buyurduğu kullarını diğer insanlar nazarında küçük düşürücü, yüz kızartıcı ma’siyet ve seyyi’elerden korur. 

Allah’ın bir kulunu mürşîd ve müceddid olarak tensip buyurması için o kulların da esbaba tevessül etmeleri şarttır. Öncelikle, nisbeti sahih ve kesintisiz olan Turuk-u Âliye’den birisine intisap edecek, Seyr-i Sülûküne başlayacak, mertebe mertebe, ruh-u Melekîsini yükseltecek, Nefs-i Emmâre ile mücadelede mesâfe kat’edecek, Emmâre’yi, Levvâme, Levvâme’yi, Mülheme, Mülheme’yi râziye, Marziyye ve Mu’tme’inne mertebelerine yükseltecek, mürşidinin izniyle çilesini dolduracak, ondan sonra da mürşidinin ufûlü ile o devirde bir boşluk oluşmuş ise, ancak, mürşid-i kâmil ve mükemmil ve müceddid olabilir. 

Said Nursî, “Bu devir tarikat devri değildir,” diyerek herhangi bir tarikata intisap etmemiş, hiçbir mürşid ve müceddi’din eteğine yapışmamış, nefsini terbiye etmemiş, hattâ, risâlelere bakılırsa, Nefs-i Emmâre’nin tecessüm etmiş heykelleşmiş haline gelmiştir. Dolayısiyle Said Nursî’nin mürşid’liği ve müceddid’liğinin ciddiye alınır bir tarafı yoktur. 

Asr-ı Saâdet’den i’tibâren, istismarlara fırsat vermemek üzere Emevî’lerden i’tibâren, Abbâsîler, Selçûkî’ler ve Aziz Devletimiz Osmanlı’lar dönemlerinde Milâdî, 1923 yılına kadar, Evlâd-ı Resûl, çok ciddî tesbitler sonunda listeleştirilmiş, “Nakîbü’l-Eşraf listeleri vâlilere, ancak beylerine gönderilmiş, i’tibar edilmeleri hususunda direktifler verilmiştir.