“Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve aydınlatılmamışsa, iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir. İnsanlar kötü olmak yerine daha çok iyidir ve gerçekte sorun bu değildir. Ancak insanlar bir şeyin farkında değillerdir, şu erdem ya da kusur denilen şeyin; umut kırıcı unsur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendine öldürme hakkı tanıyan cehalettir. Katilin ruhu kördür ve insan her tür sağduyudan yoksunsa güzel aşk ve gerçek iyilik diye bir şey olamaz”

Sevgili dostlar; yazıma Albert Camus’un güzel ve düşündürücü cümleleriyle başlarken, kendime ve sizlere bir soru sormadan duramadım: Bir insan ne kadar iyi ya da ne kadar kötü olabilir?

Bu iki kavram bizim yaşamsal gerçeklerimiz. Teorik ya da bilimsel açıklamalardan bahsetmeyeceğim. Otorite değilim elbette. Kendi yaşamsal gözlemlerimden ve algılarımdan yola çıkarak üç beş kelam sarf edeceğim affınıza sığınarak.

Pratik hayatta iyiliğin veya kötülüğün yaşamı nasıl değiştirdiğinden söz edeceğim. İyiliğin kendine özgü o estetik ve kalıcı etkilerine rastladığımız gibi; manevi mutluluğu gölgede bırakarak, cehaletle pekişen kötülüğün can alıcı yıkımlarına ve hayatımızı çekilmez kılan yanlarına hepimiz sık sık rastlamışızdır.

Kötülüğün insani ve ahlaki kuralları büsbütün yok ettiği çağımızda, iyiliğe alkış tutanlar olmamızın bizzat üzüntüsünü yaşayanlardanım.

Davranışlarımız, değer yargılarımız ve aile öğretileri bizleri iyi ya da kötü cemiyetin bir parçası yapar. Kötülüğün insan üzerinde ki travmatik etkileri, iyiye ve iyiliğe olan inancımızı giderek azaltır. Ve zararları çeşitli şekillerde cemiyete illaki dokunur.

İyilik ve kötülük, göreceli kavramlardır. İyiliği birçoğumuz; merhametli, vicdanlı, yardımsever, insancılık olarak algılıyoruz. Kötülüğü ise saldırganlık ve şiddetle bağdaştırıyoruz. İyilik ve kötülük için kişisel kavramlardır da diyebiliriz. İyi biri için vicdanlı, kötü biri içinde vicdansız diyebiliyoruz rahatlıkla. Biraz daha kelimenin köküne inersek; vicdan karşıt kelimesiyle değil sadece bir yardımcı olumsuzluk eki alarak algılarımıza vicdan ve vicdan/sız olarak yerleşmiştir.

Gelin Şahmeranın hikâyesini hatırlayalım kısaca; Mezopotamya da yer altında yaşayan belden aşağısı yılan, belden yukarısı insan olan ve yılanların kraliçesi olarak bilinen Şahmeran insan evladının ihanetine uğramış. Efsaneye göre Şahmeran genç ve güzel bir kadınmış. Akıllı, şefkatli olan bu yılanlar barış içinde yaşarlarmış. Efsaneye göre, Şahmeranı gören ilk insan Cemşab'mış. . Bir gün Cemşab ve arkadaşları bal dolu bir mağara keşfetmişler. Balı çıkarmak için Cemşab'ı aşağıya indiren arkadaşları paylarına daha çok bal düşmesi için onu orada bırakıp kaçmışlar. Cemşab mağarada bir delik görmüş ve buradan ışık sızdığını farketmiş. Cebindeki bıçak ile deliği büyütünce, ömründe görmediği kadar güzel bir bahçe görmüş. Bu bahçede eşi benzeri olmayan çiçekler, havuz ve pek çok yılan görmüş. Uzun yılar burada yaşamış ve Şahmeran'ın güvenini kazanmış.

Yıllar sonra, Cemşab Şahmeran’a ‘ailesini çok özlediğini’ söyleyip gitmek için yalvarmış. Bunun üzerine Şahmeran kendisini salıvereceğini, ancak yerini kimseye söylemeyeceğine dair söz vermesini istemiş. Şahmeran'a söz verip ailesine kavuşan

Cemşab uzun yıllar verdiği sözde durarak Şahmeran'ın yerini kimseye söylememiş. Bir gün ülkenin padişahı hastalanmış. Ülkenin veziri hastalığın çaresinin Şahmeran'ın etini yemek olduğunu söylemiş ve her yere haber salınmış. Cemşab kuyunun yerini söylemeye zorlanmış. Cemşab mecbur kalıp kuyunun yerini gösterince Şahmeran bulunup dışarı çıkarılmış. Şahmeran Cemşab'a; "Beni toprak çanakta kaynatıp suyumu Vezire içir, etimi de Padişaha yedir" demiş. Böylece vezir ölmüş padişah da iyileşip Cemşab'ı veziri yapmış. Şahmeran’ın Cemşab’a yaptığı iyilik kendi hayatına mal olurken Şahmeran Veziri de kendisiyle birlikte öldürerek, kötülüğe karşı kötülük yapmıştır.

İnsanoğlunun hırsları için gereksiz hesaplar peşinde koşması, bir süre sonra zillete düşürmez mi? Kişiyi ya da kişileri potansiyel kötü olarak nitelendirmemize sebep olmaz mı?

İyilik özümüzde ki kötüye karşı oluşturduğumuz bir davranış biçimi olarak algılansa da, insanı üstün kılan en önemli vasfı olmalıdır.

Günümüzde ne yazık ki insanların iyi ya da kötü olduklarını anlamak maalesef sanıldığı kadar kolay değil. Tecrübelerimiz de buna yetersiz kalabilir. Bazen de dostlar, iyiliği abarttığımızda da bilmeden kötülük yaptığımızın farkına varamıyoruz ne yazık ki.

Sağduyu sahibi bireylerin çevresinde olup bitenleri seyrederken sergiledikleri tepkiler, bazen hayret kuyusuna bazen de şaşkınlık denizine iter bizleri.

Eğer kulaçlarınız kuvvetliyse boğulan siz değilsiniz. O denizde ya dalga kıran olursunuz ya da kötülük dalgasına kapılıp kıyıya vurursunuz. Sonuç olarak siz içinizde ki iyi-kötü her neyse açığa çıkarmak istediğiniz o kişi olursunuz. Tecrübeleriniz sizi olgunlaştırırken kalbinizde ki o insan sizi hayatla haşır neşir eder.

Şimdi söyleyin;

Siz kimsiniz?

Hayatınız neyden ibaret?

Mesela kaç kere gözleriniz ıslandı yağmur altında üşüyen bir kediye?

Ya da tekmelerken o kedinin su kabını nasıl bir zevkin hazzına vardınız?

Kaç kere bilinçli kötülük yapabilmeye cesaret ettiniz ya da düşündünüz?

Kalbiniz ne kadar acımıştı kötülük yaptığınızı düşünürken?

Kaç kere vicdanınıza teslim olup vazgeçtiniz kötülükten… Liste uzar gider. Dostlarım, kötülük masrafsız bir iştir. Mühim olan iyiliğin insan sıfatında ete kemiğe bürünmesidir... İyilik kazanandır er ya da geç, kötülük tercih olmaktan öteye geçemez.

Unutmayalım ki ne olursa olsun hakikat HİÇLİK makamında olduğumuzdur.

Uzun bir yoldan geliyorum

Bir yanımda asfalt olmuş iyilikler

Bir yanımda diken diken batan cana eza kötülükler.

İnsan ve hırs diyorum

İnsan ve hırs, düşün ve tırs!

Hazal Karadağ Yurdagül