M.KEMAL SALLI

Koronavirüs salgını tüm dünyayı esir aldı, hayat durma noktasına geldi. 21. Yüzyılda, bilim ve teknolojinin uzaya seyahat yapabilmemizi sağladığı bir dönemde, tarihin ilk çağlarında yaşanan veba salgınlarında olduğu kadar bir çaresizlik yaşamaktayız. 

Dünyanın çeşitli ülkelerinde bu salgını durdurabilecek bir aşı bulma çalışmaları sürüyor, ama bulunan aşının güvenli olarak hayata geçirilebilmesi, insanlara uygulanabilmesi için bir dizi denemeden geçmesi gerekiyor. Bu çalışmalar yapılırken koronavirüs hızla yayılıyor, milyonlarca insanın hastalanmasına ve yaşamlarını yitirmesine neden oluyor. Yönetimler çaresiz. Yapabilecekleri tek şey, aşı bulunana kadar geçecek sürede, uygulanacak önlemlerle, kısıtlamalarla bulaş riskini azaltarak, insanları salgından korumak..

Salgın giderek büyüyor, kısıtlamalar giderek genişliyor. Peki, bütün bunlara rağmen bizleri neler bekliyor, sağından korunmak için neler yapmalıyız?  

Aklımıza takılanları, mesleği kalp cerrahı olmakla birlikte, Allah-u Ekber Dağları’nın buzulları altında kalmış tarihi gerçekleri gün yüzüne çıkaran, bizi Sarıkamış şehitlerimizle kucaklaştıran tarih dedektifi ve koronayla mücadelede de cephenin en ön saflarında savaşan gönüllü mücahit, dünyaca ünlü kalp cerrahımız Prof Dr. BİNGÜR SÖNMEZ’e sorduk..

Sallı: Hocam, alınan önlemler ve uygulanan kısıtlamalar konusunda ne diyorsunuz, biraz nefes aldırır mı?

Prof. Sönmez: ”Turkuaz Tablo” çok saygı duyacağımız bir tablo; ama bir algı yanılması yaşamaktayız. Bakanımızın verdiği ifadeye göre, günlük kaybettiğimiz hasta sayısı 100.. Bu, 10 günde 1000, ayda 3.000 eder. Bu da, yılda 36.000 vatandaşımız hayatını kaybediyor demektir. “Oh, oh, bugün 50 kişi öldü, 60 kişi öldü” diye insanlar kendilerini avutuyorlar. 

Hergün 100 insanımızın yaşamını yitirmesi, 100 ailenin yıkılması demektir. Bence,  haftalık ya da aylık ölüm tablosu çıkarılırsa, kaybımızın ne kadar büyük olduğunu sokaktaki vatandaşımız daha iyi anlayacaktır. Dolayısıyla, “günlük ölüm sayısı azaldı, çoğaldı” ile bir algı yanılması yaşanıyor. 

Bu yılın ilk üç ayının ölüm oranları konusunda Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde, Prof. Dr. Babür Kocazeybek çok güzel bir çalışma yaptı. İlk üç ay, ikinci üç ay ve son onbeş gün olmak üzere bir gruplaştırma yaptı. İlk üç ay ile ikinci üç ay arasındaki oranlar karşılaştırılınca, ilk üç ay içindeki ölüm oranı 2.5, son üç ayda 2.3 iken, son onbeş içinde bu oran yüzde 3.6. Yani son onbeş gün içinde ölüm oranı dramatik bir şekilde artmış, iki misline çıkmış durumda. Bu durum tedbirlerin ilk zamanlarda olduğu gibi, çok ciddi şekilde ele alınmasını gerektiriyor. 

Sallı: Bu salgının ilk başlarında çok sıkı önlemler alındı; sokağa çıkma kısıtlamaları, hafta sonu ve seyahat kısıtlamaları uygulandı, kentler karantinaya alındı.. Şimdi o dönemden daha kötü bir durumda olduğumuz söyleniyor. O zamanlar alınan önlemler ekonomik nedenlerle mi sürdürülemedi, vatandaşlar önerilere uymadıkları için mi vaka ve ölüm sayıları arttı? Sizce salgının artmasının nedenleri nelerdir? Bir de, aileiçi bulaşın salgının yaygınlaşmasındaki etkisi nedir?

Prof. Sönmez: Salgının son günlerde bu derece artmış olmasının nedeni aileiçi bulaştır. Bu farklı bir terim. Daha önce sokaktan alıyorduk virüsü, şimdi sokaktan alanlar aile içi bulaş yapıyorlar. Bakın, geçmişteki en dramatik virüs enfeksiyonlarından birisi İspanyol nezlesi.. 1918-1920’de 50 milyon can; dünya nüfusunun yüzde onbeşini alıp götüren bir virüs. İstanbul’da onbin kayıp var ve en büyük kayıp konaklarda; zengin konaklarında oluşuyor. 

Nedeni şu; bir konak düşünün.. Hacıanne, hacıbaba, büyükanne, büyükbaba, damatlar, torunlar.. ondört-onbeş kişiyi barındıran bir konak.. Bekçisi var, seyisi var, bakıcısı var.. Kırk kişilik bir koloniyi düşünün; aile içi bulaş o kadar yüksek ki, o dönemde en büyük kayıplar zengin konaklarında oluyor. Karşı tarafta Erenköy ve Bostancı gibi yerlerde küçük küçük yazlık evler var, zenginler bakıyorlar ki, oralarda İspanyol nezlesi yok. Bu sefer İspanyol nezlesi oralara taşınıyor. 

Ben aile içi bulaşın en dramatik örneğinin İstanbul’da yaşanan İspanyol nezlesidir. Şu anda yaşadığımız aile içi bulaş, o gencecik kardeşlerimiz doğum günü partilerine gidiyorlar, arkadaş toplantılarına gidiyorlar ve evlerine döndüklerinde annelerine babalarına bulaştırıyorlar. Şu anda sadece benim etrafımda dört-beş aile içi bulaşla perişan durumda olan insanlar var. Bırakın bir kişi hastalansın da, diğerleri ona baksın. Zaten dramatik durum şu; aile kıran şeklinde üç kişi beş kişi birden hastalanıyor ve birkaç can birden gidiyor.

Sallı: Test sonuçları pozitif çıkanları evlerine gönderiyorlar, Semptonları kötü değilse, belli bir süre evlerinde kalmaları, ilaçlarını almaları öneriliyor. Bu uygulama aile içi bulaş olasılığı artırmıyor mu?

Prof. Sönmez: Hastalığın en korkunç tarafı o. Hastaneye bir kimse geliyor, korona pozitif olduğu saptanıyor, “Evine git, istirahat et” deniyor. Vatandaş evine neyle gidecek? Devletin o hastayı ambulansla göndermesi araç olarak mümkün değil. Eve gittiğinde, evdeki izolasyon ne kadar mümkündür? Salgının ne derece korkunç boyutta olduğunu gösteren bir durum bu; çok sert bir afet şeklinde toplumu tehdit ediyor. 

Korona pozitif teşhisi konulan hasta evine gidiyor; evde çocuk var, anne var, büyükanne var, insanları nerede ağırlayacaksınız? İyileşti diye “evine git” denilen insanlar dahi halen bulaştırıcı. Hani sağlık müdürlüklerinin bir beyanatı var, “Sağlık personeli on gün geçtikten sonra ayakta iyileşmişse, PCR yapmadan hastanede çalışmaya başlayacak, eğer yatmışsa ondört gün, yoğun bakımdan çıkmışsa yirmi gün sonra PCR testi yapmadan işlerine başlayabilirler” şeklinde.. Şaka gibi.. 

Yoğun bakımdan çıkan biri üç ay kendine gelemiyor. On gün-onbeş gün hastanede yatan bir insan bir ay kendine gelemiyor. PCR testi yapılıp pozitif dendikten sonra hastaneden çıkanların da korona rehabilitasyon servislerinde yatmaları gerekir. Yani on gün sonra taburcu ettiğiniz bir insan yirmiiki gün daha bulaştırıcı.. Sokakata yürüyen insanlar görüyorum, o insanlar maske taktıklarında beni koruduklarını sanıyorlar. Hayır, kendilerini korumak zorundalar. Çünkü burundan o kadar çok enfeksiyon giriyor ki.. 

Sallı. Hocam, bir kişi on-onbeş gün tedavi olmuş olsa bile de mi bulaştırıcı olabiliyor?

Pof. Sönmez: Bir kişinin negatif olması hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü PCR testleri o kadar güvenilir testler değil. İki testi negatif olup bilgisayar tomografisinde çok ciddi zatürre tutulumu, akciğer hastalarımız var. PCR testi, bulgularımızdan bir tanesi. Yani, hastanede on gün yattıktan sonra evine gönderdiğiniz hastanın yirmiiki gün izolasyonda kalması gerekir; bu süreyi kırkbeş güne çıkaran ürologlar da var. 

Sallı: Kırkbeş gün? Hocam hayat durur..

Prof. Sönmez: Evet, şu anda hayat zaten durmuş durumda. Hiç olmazsa Sayın Bakanımızın önerdiği sınırlamaları ikiye katlarsak, onbeş günlük bir fedakarlıktan sonra, belki normale döneriz. 

Bakın, durum o kadar enteresan ki, Ata’mızın dediği “Yurtta sulh, cihanda sulh” var ya, o artık, “Yurtta sağlık, dünyada sağlık” haline geldi. Sadece İstanbul’un iyileşmesi yetmiyor, bütün Türkiye iyileşecek.. Türkiye’nin iyileşmesi yetmiyor; bütün dünya iyileşecek. Çok ilginç bir şey söyleyeceğim size.. Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı’nı Amerika sonlandırdı, süper güç olarak.. Bugün bu savaşı sonlandıracak bir süper güç de yok dünyada. Amerika’sı, Fransa’sı, İngiltere’si.. herkes kendi derdine düşmüş durumda.. İtalya korkunç durumda. Bizde devlet eliyle çok büyük hizmetler götürdüğümüzü dünya da farkında, ama PCR testleri 1.5-2 kilometreyi buluyor. Bu test kuyruğundaki insanların yüzde 20-25’inin pozitif çıkması korkunç bir şey. Geldiğinde testi negatif olan, birkaç gün sonra pozitif olabilir. O nedenle, özellikle aile içi bulaşlarda eş pozitifse, diğer eş negatifse bile, 4-5 gün sonra PCR testinin tekrarlanması lazım. 

Sallı: Hocam, maske, mesafe, hijyen diyoruz, sizin altını çizdiğiniz bir konu daha var?

Prof. Sönmez: Bir eksiklik var: süre. Ne kadar maskeli olursanız olun, ne kadar mesafeye dikkat ederseniz edin, süre de çok önemli. Maskenizi taktınız, ama bir doğum günü partisine gittiniz, markete gittiniz, sokakta kaldınız, o kalabalık içinde kaldığınız süre de çok önemli. Yani, bir toplantı salonunda beş dakika kalmakla bir saat kalmak arasında çok fark var. Yani maske, mesafe ve süreye çok dikkat etmemiz lazım, virüs yükünü azalmak için. 

Sallı: Önlemler konusunda ne düşünüyorsunuz Hocam?

Prof. Sönmez: Önlemlerde bir paradoks yaşıyoruz. Yani 65 yaş grubu dışardayken 20 yaş grubu içerde, 20 içerde 65 yaş dışarda olmaz.. Hepsinin içerde olması lazım. Yaş ile risk arasında bir oran yok. 65 yaş formülünün nedeni, toplumda evde tutulabilecek en uygun yaş grubu 65 yaş üzerinde olan gruptur. Üretken değiller, emekliler, toplumla entegrasyonları fazla değil, ama sabırlılar.. Onları evde alıkoyabiliriz. Önemli olan dışardaki topluluğu azaltmak. 65 yaş içerdeyken, sokağa saldığımız 20 yaş eve geldiğinde ne olacak? 20 yaşı da, 65 yaşı da aynı saatler içerisinde karantinaya almak lazım. 

Sallı: Peki Hocam, bu önlemler 10-15 gün sonraki “turkuaz tablo”ya nasıl yansır?

Prof. Sönmez: Kesinlikle daha ağır önlemler almak zorundayız. Bakanlarımızın yaptığı lokantaların kapatılması, diğer kalabalık yerlerin kapatılması çok doğru bir karar. Hatta, ilk bir ay içinde yapıldığı kadar önlemler almayı gerektirecek durumdayız, şu anda. 

ONLAR DA ŞEHİT SAYILMALIDIR

Son bir cümle; şu anda acillerde, yoğun bakımlarda, servislerde korona oldukları yüzdeyüz bilinen insanları kucaklayan, on santim mesafeden ilaç veren tüm sağlık personelini sağlıkla kucaklıyorum. Allah onları korusun. Bunlar şu anda sınırlarda nöbet bekleyen Mehmetçikler kadar kutsal bir görev yapıyorlar. Sayın Cumhurbaşkanımızdan, Sayın Bakanımızdan tekrar rica ediyorum; bu sağlık personeli içerisinde Covid-19’dan dolayı yaşamlarını yitirenler meslek hastalığından yaşamını yitirmiş sayılmalı ve hepsine şehit ünvanı verilmeli. Bu bir vefa borcudur. (Not: Prof Dr. Bingür Sönmez bu önerisini koronavirüs salgınının ilk günlerinden başlayarak dile getirmiştir. 20 Mart tarihli “Onlara can borçluyuz” başlıklı yazımızda da Prof. Sönmez’in bu uyarısını duyurmuştuk. Prof. Sönmez “Şehitlere hizmet ibadettir” diyor.)