(Kıbrıs’ta, Türk Askerini Suçlayanlara Cevabımdır)

‘’O gece tam 187 kişiydiler! 20 Temmuz günü Türk Askeri adaya çıktığından beri güneye gidebilmek için devamlı yer değiştiriyorlar, esir düşmemek için büyük çaba sarf ediyorlardı! Ama olmadı sonunda yakalanmışlardı işte! Halbuki bu yıl sevdiği erkeğe kavuşacak ve çocukluk aşkı Hristo ile evlenecekti… Onun için 1974 yılı çok önemli idi! Çünkü 18 yaşını bitiriyorlardı. Bu düşünceler içerisinde bocalarken küçük kız kardeşinin ağlayan sesi ile kendisine geldi. Kardeşi henüz 3 yaşındaydı! Aç olduğunu söyleyerek yemek istiyordu ama onlarda aç ve susuzdu, çaresizdiler. Sert bir sesle kardeşini susması için ikaz etti. Çevrelerinde duran silahlı askerlerin dikkatini çekmek istemiyordu…

Bu gün Ağustos’un 14’ü idi Hristo yedek olarak silah altına alınalı 1 ay 2 gün olmuştu. Acaba şu anda ne yapıyordu? Hayatta olması için dua etti. Savaş tüm acımasızlığı ile devam ediyordu. Etraftan gelen silah sesleri, çevrelerinde yanan ağıllardan yükselen ineklerin seslerine karışıyordu! Her şey altüst olmuştu! Günün ışıkları yerini gecenin karanlığına bırakmak üzereydi. Çevresine bakındı… Çoğu yaşlı, kadın ve çocuk olan bu insanlar toplandıkları bölgede birbirlerine sokulmuşlar; açlığın, susuzluğun, uykusuzluğun verdiği bitkinliğin yanı sıra en çok da ölümün korkusunu yaşıyorlardı!

Acaba bu gecenin sabahı olacak mıydı? Onları esir alan bu ‘’Barbar Türk’ler’’ yaşamalarına müsaade edecek miydi? Ona çocukluğundan beri Türk’lerin insan kanı içen korkunç yaratıklar olduğu öğretilmişti! O halde bu gecenin sabahı olmayacak, bir daha Hristo’sunu göremeyecekti! Kalbi bir an yerinden çıkacakmış gibi oldu içini büyük bir acı kaplamıştı…

Saatler ilerlemeye başlamış gecenin yarısı çoktan aşılmıştı! Mariya biraz daha kendini toparlamış, etrafta olan biteni anlamaya çalışıyordu… Kendilerini esir alan Türk askerlerinin söylediği her şeyi büyük bir saygı ile yerine getirdikleri genç bir adamın farkına vardı! Gecenin karanlığını aydınlatan ay ışığında sanki savaş tanrısı Zeus gibi duruyordu! Bu mutlaka askerlerin komutanı olmalıydı diye düşündü…

Kısa bir süre sonra bu komutan bulunduğumuz yere doğru yürümeye başladı. Bize doğru yaklaştıkça sanki ömrümüz bir o kadar daha kısalıyordu! Artık yolun sonuna geldik şimdi hepimizin öldürülmesi için çevredeki askerlere talimat verecek diye düşündüm bir an! O genç adam yürüdü, yürüdü ve tam karşımda durdu… Gecenin karanlığını aydınlatan ay ışığında göz, göze geldik. Gözleri çakmak, çakmak parlayan Türk Komutan yüksek bir ses tonu ile İngilizce bilen var mı diye bağırdı? O gece ‘’Yes I’am’’ diye yanıt verişimi ömrüm boyunca unutamayacaktım! Genç Komutan bize korkmamamız gerektiğini hiç birimize zarar verilmeyeceğini, hepimizi bir süre burada konuk olarak bulunduracağını, daha sonra üst komutanlarından gelecek emre göre hareket edeceğini söyledi. Ayaklarımızın altından kaymakta olan yeryüzüne, sanki yeniden merhaba diyorduk! Hayatımız bağışlanmış biz artık yaşıyorduk. Bir an yerimden fırlayıp bu Türk Komutanının boynuna sarılmak geldi içimden ama çevremdekiler yanlış anlar diyerek kendimi zor tuttum…

Sonra ki saatlerde sanki muhteşem bir rüya yaşıyorduk! Komutan benimle yaptığı konuşmadan sonra çok aç ve susuz olduğumuzu öğrenmiş; askerlerine verdiği talimatla onlardan topladığı yiyecek ve içeceklerin bulunduğumuz bölgeye getirilmesini sağlamıştı. Daha sonra bulunduğumuz yerden uzaklaştı… Gelen yiyecekleri adaletli bir şekilde paylaştırmaya başlamıştım ki! Bizimle birlikte esir düşen Miamilya Kilisesinin papazı ayağa kalktı ve: ‘’ Bu yiyeceklere, suya sakın dokunmayın bunların hepsi zehirli. Bu Barbar Komutan bizi bu şekilde öldürecek! ’’ diye bağırdı… Hepimiz donup kalmıştık. Bir tarafta günlerin verdiği açlık, diğer tarafta ise ölüm korkusu vardı!

Kısa bir süre sonra yanımıza dönen Komutan, askerlerinden topladığı yiyecek ve içeceğe hiç dokunulmamış olduğunu görünce çok şaşırdı! Bana neden yemediğimizi sordu? Kendisine aramızda bulunan papazın bize söylediklerini aktardım… Çok kızdığı her halinden belli olan Komutan hiçbir şey söylemeden bize ikram edilenlerden herhangi birisini ağzına atarak yemeğe başladı ve üzerine de bırakılan sudan içti… ’’Bize dönerek bir süre bekleyin eğer bana bir şey olursa size verilenlere dokunmayın, bir şey olmaz ise anlayın ki bu papaz size yalan söylemiş! ’’ dedi ve yanımızdan ayrıldı… Hepimiz çok utanmıştık… Türk Askerleri bize onlar için çok önemli olan yiyecek ve içeceklerini vermişlerdi ama papaz efendi bizi söylediği yalanla bizi, Türk’lere mahcup etmiş, hepimiz ölümü beklerken bize böyle davranan bu genç Türk subayının yüceliğini anlayamamıştık. Bu karmaşık duygular içerisinde uyuya kalmışım…

Sabahleyin uyandığımızda, o genç Türk subayını görebilmek, ona teşekkür etmek için sabırsızlıkla o anı bekliyordum! Aradan ne kadar bir zaman geçtiğini bilmiyorum ama bir an yanı başımda onun sesi ile irkildim! Geceyi nasıl geçirdiniz diye soruyordu? Ayağa kalktım ve ona tüm Rum esirler adına ve göstermiş olduğu bu insancıl davranışı için teşekkür ettim, boynuna sarılarak yanağına kocaman bir öpücük kondurdum! Çok şaşırmıştı! Bir an ne yapacağını bilemedi ama onun da çok duygulandığını gözlerinden anlamıştım. Kısa bir sessizliğin ardından bize eliyle Rum bölgesini göstererek bulunduğumuz yerin hemen önünden geçen yolu takip ederek oraya gidebileceğimizi ve serbest olduğumuzu söyledi. Bunun için tam bir saatlik zamanımızın olduğunu ilettiğinde, hepimiz sevinçten çılgına dönmüştük! Özgürlüğe giden yol bizi bekliyordu…

Aradan tam 11 yıl geçti şu anda Hristo ile mutlu bir hayatımız ve küçük bir de oğlumuz var; ben bu mutluluğumu o genç Türk Komutanına borçluyum… Eğer o gün bizleri serbest bırakıp özgürlüğümüze kavuşturmasaydı bu günleri asla göremeyecektim! Ama bir şeyi daha anlatmadan geçemeyeceğim! O yiğit insan bizlere hayatımızı bağışlayıp, kendi yiyecek ve içeceklerinden ikram ederken, aynı tarihte bizim askerlerimizin Muratağa ve Atlılar köylerinde bizim durumumuzda ki insanları diri, diri toprağa gömdüklerini öğrendiğim zaman kahroldum. Onlar insan olamazlardı! Bize Barbar diye tanıtılan Türk’ler savaşın o acımasızlığı içerisinde hepimize insanlık dersi verirken, Helen medeniyetinin temsilcisi olduklarını ilan eden benim ırkımın insanları tarihinin en büyük suçunu işlemişti! Yaşadığım süre içerisinde bir gün o iyi yürekli komutan ile karşılaşacak olursam bu insanlık ayıbı için ondan özür dileyeceğim. Ama karşılaşmasam bile bu yaşadığım gerçeği herkes ile paylaşmak adına yazıyorum… Kim bilir belki bu duygularım ona da ulaşır. Sana minnettarım cesur Türk. O çakmak, çakmak bakan gözlerini yeniden görebilmek umuduyla…’’

Bu savaş anısı 1985 yılında Rum kesiminde yerel basında yayınlanmış olup; bu gerçek olay, tarafımdan kaleme alınan 1 Temmuz 1997 yılında yayınlanan  ‘’Girne’den Doğan Güneş’’ isimli kitabımda da tüm detayları ile anlatılmıştır… 

Yaşananların tamamı gerçek olup, 16 Ağustos 1974 tarihinde Miamilya köyünün domuz mandıraları bölgesinde yaşanmıştır. O 187 esirin ne yapılacağının yanıtını bekleyen bölgenin komutanı Yarbay Burhan Kanıt, üst komutanlıktan almış olduğu emirde; esirlerin akıbetinin kendi inisiyatifine bırakıldığını öğrenince ne yapacağını şaşırmıştır! Bunca insanı nasıl muhafaza edecek, nasıl besleyecektir? Geri bölgeye sevk etmek istese; nasıl ve hangi araç ile gönderecektir? Kaldı ki savaş bütün hızı ve acımasızlığı ile devam etmektedir. Bu sırada Bölük Komutanları içerisinde oğlu gibi sevdiği Üsteğmen Atilla Çilingir yanına gelerek, tüm sorumluluğu üzerine alarak, az önce esirleri Rum kesimine geçmeleri için serbest bıraktığını söyler. Yarbay Kanıt, sadece başını sallayarak bu inisiyatifi onayladığını belli eder. Büyük bir mesuliyet mutlu bir son ile noktalanmıştır…

Evet, sevgili okur; tam 42 yıl önce yaşadığım o çok özel günü hiç ama hiç unutamadım. O gece topladığımız esirlerin yaşadığı tam bir dramdı… Kucaklarında bebekleri olan kadınlar, elleri bastonlu yaşlılar, korkulu gözlerle ne olduğunun farkında bile olmayan çocuklar, genç kızlar! Bir an kendi yakınlarım gözlerimin önüne geldi. Böyle bir durum karşısında insan olabilen herkesin yapması gerekeni yaptık… Ve o gece, Kahraman Mehmetçiğin kendileri aç kalmaları pahasına yiyeceklerini, içeceklerini o muhtaç insanlarla paylaşmasını hiç unutamadım…

O gece bana tercümanlık eden Rum kızı Mariya’nın yıllar sonra bu öyküsünü yazdığını 1985 yılında adaya ikinci kez göreve geldiğimde öğrendim. Kendisine ulaşmayı çok denedim ama olmadı! Çünkü ailece adadan ayrılmış, Yunanistan’a göç etmişti…

Ama savaşın içinde yaşanan o olayı, Türk Askerinin Komutanı olduğum için çok büyük bir gurur ve onur yaşadığım o geceyi asla unutmadım. Aynı saatlerde E.O.K.A’cı Rum çeteleri, sırf Türk oldukları için insanlarımızı öldürürken, biz onlara Türk Milletinin en büyük hasletini; âlicenaplığımızı gösteriyorduk…

Bu savaş anım içerisinde; birlikte görev yaptığım ancak şimdi hayatta olmayan çok değerli komutanım Yarbay Burhan Kanıt’ı, Bölük Başçavuşum, Banazlı Cafer Çınar’ı, hayatta olmayan cesur yürekli Mehmetçiklerimi şükran ve rahmet duyguları ile anıyorum… 

O gece orada, Rum’lara gösterdikleri insanlık fazileti ile büyük bir ders veren Mehmetçiklerimin komutanı olarak, onlarla gurur duyuyor, onları da minnetle yâd ediyorum…

İşte Türk Milletinin, Türk Ulusunun bir parçası, bir ferdi olmak böyle bir şeydi.

‘’Ne Mutlu Türküm Diyene’’