ORDUDA DÖRDÜNCÜ YAPILANMA SÜRECİ GENELKURMAY BAŞKANI’NIN VE ÜÇ KUVVET KOMUTANININ YAŞ ÖNCESİNDE EMEKLİLİKLERİNİ İSTEMELERİ, KİŞİSEL RAHATSIZLIKLARININ DİLE GETİRİLMESİNİN ÖTESİNDE, POLİTİK, STRATEJİK, TAKTİK VE OPERATİF YÖNLERİ DE BULUNAN ÖNEMLİ BİR GELİŞMEDİR. BİR ORDUNUN YAPISAL DÖNÜŞÜMÜNE UZANAN VE DİKKATLE YÖNETİLMESİ GEREKEN BİR SÜREÇ YAŞANMAKTADIR. NATO'nun “ABD'den sonra en büyük ordusu” sıfatını taşıyan ve binlerce yıllık bir geçmişi olan bir kurumda yaşanmakta olan bir dönüşümden söz ederken, duygusal yönü değil, bilimsel yönü ağır basan değerlendirmeler yapmak gerekir. Washington Post'ta, "Türkiye Cumartesi günü yeni bir çağa uyandı" başlıklı haberde görüşleri yansıtılan Türkiye uzmanı Prof. Dr. Henri Barkey, Türk ordusunun en üst düzeydeki komuta kademesinde yaşananları, 'bir dönüm noktası' olarak niteliyor. Devlet memurlarına ilişkin yasalar açısından bakıldığında "bir emeklilik istemi", uygulama açısından bakıldığında ise "bir istifa" olan bu gelişmeler, tarihi perspektifi gözden kaçırılmadan yapılan bir değerlendirmeyle, bize ne anlatmaktadır ya da biz bu gelişmelerden ne anlamalıyız? "Türkiye demokratikleşiyor" şeklindeki yüzeysel bir değerlendirme, olup biteni açıklamaya yeterli midir? İster “emeklilik istemi” ister “istifa” olarak değerlendirilsin, gelişmeler, generallerin kişisel tercihlerini ortaya koşmuş olsalar da, sivilleşme bağlamında değerlendirildiğinde bir “tasfiye” anlamı taşımaktadır. Beş bin yıllık bir geçmişi, köklü gelenekleri ve kendine özgü bir yapılanması olan bir ordu, II. Mahmut dönemindeki Vaka-ı Hayriye'yi (16 Haziran 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması) saymazsak, son yüzyılda dördüncü kez köklü bir yapılanma değişikliği, bir “tasfiye” yaşamaktadır. Genelkurmay Başkanı ile birlikte, Türk ordusunun komuta kademesindeki en büyük üç komutanın erken emeklilik istemelerini, "Bu komutanlar zaten bir ay sonra emekli olacaklardı" şeklinde değerlendirmek, ne yönden bakılırsa bakılsın, sağlıklı bir değerlendirme olmayacaktır. Terör olaylarının yeniden tırmanışa geçtiği, Meclis’te yemin etmeye yanaşmayan BDP'li milletvekillerinin "özerklik" ilan ettikleri, Kuzey Afrika'dan Afganistan'a uzanan Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi (GBOP)’nin kapsama alanı içindeki Müslüman coğrafyası haritasının "Arap Baharı" eşliğinde yeniden dizayn edildiği bir dönemde, Genelkurmay Başkanı'nın, "Personelimin hakkını, hukukunu koruyamadığım" gerekçesi ile istifa etmesi ya da emekliliğini istemesi, böylesine kritik bir dönemde ordu ile hükümet arasında ciddi görüş ayrılıkları olduğunun göstergesidir. Genelkurmay Başkanı’nın ve üç kuvvet komutanının YAŞ öncesinde emekliliklerini istemeleri, kişisel rahatsızlıklarının dile getirilmesinin ötesinde, politik, stratejik, taktik ve operatif yönleri de bulunan önemli bir gelişmedir. Yaşamakta olduğumuz küresel aktivitelerin Türkiye’yi çok yakından ilgilendirmesi nedeniyle, bir ordunun yapısal dönüşümüne uzanan ve dikkatle yönetilmesi gereken çok önemli bir süreç yaşanmaktadır. Başını ABD’nin çektiği Batı emperyalizminin ürünü olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP ya da genişletilmiş şekliyle GBOP), Kuzey Afrika’dan Afganistan’a uzanan ve çoğunluğu Müslüman olan bir coğrafyanın, ‘yeni dünya düzeni’ bağlamında yeniden dizayn edilme planıdır. I. Dünya Savaşı sonrasında Sevr Anlaşması çerçevesinde çizilen Ortadoğu haritası, Türk Kurtuluş Savaşı’nın araya girmesi nedeniyle, arzulanan şekilde hayata geçirilememişti. 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler şoku sonrasında, kapsama alanındaki ülkelere demokrasi ve insan hakları getireceği söylenen ve Afganistan ile İrak’ın işgali ile uygulamaya konulan Büyük Ortadoğu Projesi, hazırlayanları, uygulayıcıları ve hedefleriyle birlikte değerlendirildiğinde, ‘BOP, Sevr Anlaşması’nın güncellenmiş versiyonudur’ denilebilir. Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulama alanı olan Kuzey Afrika’dan Afganistan’a uzanan coğrafya, I. Dünya Savaşı sonrasındaki Osmanlı coğrafyasıdır. Dolayısıyla, BOP ya da GBOP uygulamalarının sonuçta Türkiye’yi ilgilendirmemesi mümkün değildir. Böylesine kritik bir değişim sürecinde, demokratikleşme adına da olsa, Türkiye’de yaşanmakta olan bir asker-sivil sürtüşmesi görüntüsü, Ortadoğu’nun yükselen yıldızı Türkiye’nin zaafa uğramasını bekleyenleri sevindirebilir, umutlandırabilir. Unutmayalım, Batı medeniyetinin ekonomik ve siyasi gücü arkasına saklanarak dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmek isteyen sistemik güçlerin Ortadoğu planları karşısındaki en aşılmaz engel, güçlü bir Türkiye ve Türk ordusudur. Genelkurmay Başkanı Org. Koşaner'in binlerce yıllık bir zaman sürecinde şekillenmiş bir kurumun kültürünün yeni koşullar çerçevesinde yeniden dizayn edilmesine taraftar olup olmadığını bilemeyiz, ama "personelinin hak ve hukukunu koruyama sorumluluğunu yerine getirememiş olmasını" istifa nedeninin en önemli gerekçesi olarak göstermesi, hem kurumsal bir rahatsızlığın hem de Org. Koşaner'in, başkanlığını üstlendiği orduya karşı bir haksızlık yapıldığına ilişkin kaygılarının ifadesidir: "Tutuklananların evrensel hukuk kurallarına, hukuka, adalete ve vicdani değerlere uygun olarak yapıldığını kabul etmek mümkün değildir." TSK komuta kademesinde gözlenen dağılmışlık izlenimi, ordunun güvenirlik ve caydırıcılık vasıflarını erozyona uğratmamalıdır. KAMPLAŞTIRMA OYUNLARINA ASLA GEÇİT VERMEMEK GEREKİR Karşı eleştirilerde de, "Koşaner'in başında bulunduğu kurum, altını çizdiği hak ve hukuk konularında, güçlü olduğu dönemlerde gerekli duyarlılığı göstermemiştir. Gücün haklılığı üzerinden vatandaşlarınhkukunu ve özgürlüklerini hiçe saymıştır" deniliyor. İşte size, iki tarafı da haklı gösteren bir kamplaştırma uygulaması. Soğukkanlı olmamız gereken bir süreçten geçmekteyiz. Sağduyuyu elden bıraktığımızda, ülkeyi kaosa sürükleyecek tehlikeli bir sürecin başlamasına, başlatılmasına yardımcı olacağımızın bilincinde olmamız gerekir. Batı basını, sözleşmişcesine, ordu-sivil tartışmasını körükleyecek şekilde yayın yapıyor: “Asker havlu attı” “Türk ordusu Erdoğan’a teslim oldu” “Erdoğan ordunun omurgasını kırmayı başardı. Ordu iktidardaki AKP’ye teslim oldu. (…) Ancak demokrasinin kazanıp kazanmadığı daha sonra belli olacak” “Ülke Cumartesi günü yeni bir çağa uyandı” Bütün bunlar, çevresinde cadı kazanları kaynamakta olan Türkiye’yi bir kaosa sürükleme manevralarının bir parçası olarak değerlendirilebilir. SON YÜZYILDA DÖRDÜNCÜ “YAPILANDIRMA” Bu arada, Serhat Güvenç’in (Kadir Has Üni.) “Bu son dönemde orduda yaşananlar, son yüzyıldaki üçüncü tasfiye hareketidir” değerlendirmesi ilgi çekicidir, ama bu yaşanan üçüncü değil, dördüncü “tasfiye” hareketidir. 1.Tasfiye’de, İttihatçılar’ın uzaklaştırılması ile Prusya sistemine geçen ordu, kendini, Cumhuriyeti kuran ve İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesi gereği, onu koruyup kollamakla görevli bir kurum olarak ilan etmişti. Son yüzyılda, orduyla ilgili 2. “tasfiye” hareketi Demokrat Parti döneminde yaşanmış, Genelkurmay Başkanı, Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanları, Jandarma Genel Komutanı, Genelkurmay II. Başkanı, Birinci, İkinci ve Üçüncü ordunun komutanları ile birlikte, üçü orgeneral olmak üzere, 15 general ve 150 subay emekliye sevkedilmişti. Ordudaki Atatürk’ün arkadaşları tasfiye edilmiş, fakat, ordunun yapılanmasında büyük bir değişiklik yaşanmamıştı. 1960 İhtilali ile yaşanan 3. tasfiyede ise, 5 000 subay uzaklaştırılmış, yeni bir anayasa yapılmış ve ordu, Amerikan modeli örgütlenmeye geçmişti. Ulusal güvenlik devleti modeline uygun olan bu ordu anlayışı, 1971 ve 80 darbeleriyle daha da güçlenmişti. Bu modeli benimseyen ve iç güvenliğe odaklanan ordunun, zaman zaman kendi halkına ters düşmüş olmasının, iktidar gücünü kontrol altında tutma eğiliminde olmasının Amerikan sistemiyle hangi yönden ilişkili olduğu da ayrı bir araştırma konusudur. Küreselleşme sürecinin de etkisiyle, ekonomik ve sosyal yönden hızlı bir değişim yaşamakta olan Türkiye, ordusunu, farklı bir görev bilinci ve bir misyon anlayışı ile yeniden yapılandırırken, Batı’nın “Ordu havlu attı” şeklindeki değerlendirmelerine kulak asmamalıdır. Yeniden yapılandırılmak istenen ordunun morali yüksek tutulmalıdır. Kuzey Afrika’dan Afganistan’a uzanan bölgede GBOP bağlamında hayata geçirilmekte olan yeni dünya düzeni kurucuları, Ortadoğu’da güçlü bir Türkiye ve güçlü bir Türk ordusu istememektedirler; unutmayalım. ORDUNUN MORALİNİ GÜÇLÜ TUTMALIYIZ Geçen Ağustos ayından bu yana yaşananlar Türk Silahlı Kuvvetleri’nin moral gücünü yıpratmıştır. Komuta sistemi, liyakata dayalı terfi ve atama sistemi erozyona uğramıştır. Herşeyden önce, Org Koşaner’in, “Personelimin hakkını, hukukunu koruyamadım” açıklamasının yarattığı ya da yaratacağı moral çöküntüsü süratle onarılmalıdır. Askerin yasalardan gelen haklarının korunması, ödevlerinin belirlenmesi komutanların asli görevleridir. Orduda, “personelin yasal, hukuksal ve mesleki haklarının mesnetsiz suçlamalarla çiğnenmiş olduğuna, hükümetin de yargının keyfi tutum ve davranışlarını koruduğuna” ilişkin kaygılar süratle giderilmelidir. TSK’nın binlerce yıllık birikimine dayalı kültürü, yapılanması, koşullar ne olursa olsun, siyasi iktidarların ordu yönetiminde fazla etkili olmasına izin vermeyen bir eğilimdedir. Bu aşamada, yeniden yapılandırmanın bir rahatsızlık yaratmaması adına, ordunun siyasi otoritenin emrinde olması ile profesyonel değerler arasında bir denge kurmak becerisi öne çıkmaktadır. Askeri personelin terfii konularının karara bağlandığı Genelkurmay Çakmak Salonu’nun etkinliğini giderek yitiriyor olması, ‘ordunun itibar erozyonu’ olarak değerlendirilmemelidir. Yeniden yapılandırılma sürecinde, YAŞ’ın giderek önemsizleşmesi bazı sıkıntıların doğmasına neden olabilir. Ordunun yeniden yapılandırılmasında kritik eşiklerden geçilmektedir. Önemli olan, bu süreci, ülke yararını öne çıkaracak şekilde yönetmektir. Yeterli demokrasi deneyimi olmayan toplumlarda, hukukun üstünde bir anlam taşıyan teamüller dönemini kapatarak, ordunun yeniden yapılandırılmasına yönelik operasyonların, çoğu zaman, gücün el değiştirmesi şeklinde noktalandığı da bir gerçektir. Sivilleşme operasyonlarının demokrasiyi de beraberinde getireceğinin istatistiksel bir garantisi de yoktur. Unutmayalım, canını ortaya koyarak ülkesini savunanların her şeyden önce morale ihtiyaçları vardır. “Ordu havlu attı” gibi kurumu yıpratmayı hedef alan söylemler, bizi hiçbir şekilde memnun edebilecek söylemler değildir. Bizim bir tek ordumuz var; Allah her zaman koruyucusu olsun.