OLAÇIKAGELMEK, MÜTEŞEYYİH’LER!... (2)
Mustafa AKKOCA
Cennetmekân, Merhûm Beyağabeyimiz Kemal Kacar, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’den naklen, “Olaçıkagelmiş”, ta’birini sık sık kullanırlardı. İrşad’a ehil ve lâyık olmadıkları halde ortalığı boş bulup, şeyh’lik iddiasıyla ortalara çıkanlara “Olaçıkagelmiş” denilir.
Turuk-u Âliye’den herhangi birisiyle teselsülü ve Nisbet-i Sahîhası olmadığı halde, şeyh’lik şöyle dursun, henüz mürîd ve sâlik olma ehliyet ve liyâkatine sahip olmayanlar, kendilerini şeyh olarak pazarlıyor, “Müteşeyyih’lik” yapıyorlar. Tasavvuf’ta asıl gaye, nefis terbiyesidir. Nefs-i Emmâre’yi terbiye ve tezkiye ile her insanın tabîatında mevcut, “Ahsen-i Takvim’e ulaşmak, Esfel-i Sâfilîn’den kurtulmaktır.
Seyr-i Sülûk, herhangi bir Mürşid-i Kâmil’in eteklerine yapışmak suretiyle Ruh-i Melekî’yi yükseltmeden riyâzât ve rabıta ile Nefs-i Emmâre’yi en azından Nefs-i Mülheme-ki, terbiye edilmedikçe, “Emmâre” yoğun olarak ve dâima kötülükleri emreden nefis belli bir terbiye ve tezkiyeden sonra önce “Levvâme”, yâni ara-sıra kötülüklere meyleden ve fakat derin bir pişmanlık ve kötüleme moduna ulaşmış nefis, biraz daha terbiye ve tezkiye ile nefis “Levvâme”den Mülheme’ye terfi edebilir. Mürîd, Evrad ve Ezkâr ile bir Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’in murakabesinde rabıta ile kısa zamanda nefsin bu mertebesine ulaşabilir.
Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’lerin, en az Nefs-i Mut’mainne’ye, sırasıyla Raziye ve Merziyye mertebelerine ulaşmaları şarttır.
Hayatında, hiç Seyr-i Sülûku olmamış, herhangi bir Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’in terbiyesine girmemiş, Nefs-i Emmâre’si kendisini, “burnuna demir halka takılmış herhangi bir hayvan gibi istediği yere çekip götürdüğü nice insanlar, bu vâdide şeyh’lik şöyle dursun mürid ve sâlik olma ehliyet ve liyakatında olmadıkları halde ne hazin “Şeyh” olup çıkagelmişlerdir.
1960’lı yılların başlarındaydı, İstanbul-Zeytinburnu’nda, halkın İstasyon Camiî olarak bildiği, Emine İnanç Vakfı Camiî’nde vazife yaptığımız yıllar...
Cami’in cematinden bir bakkal İhsan efendi vardı, Cami’e yakın, istasyona paralel, Cumâ Pazarı olarak bilinen yerde bakkallık yaptığından beş vakit cami’e gelirdi. Fakat, cemaate katılmaz, imam’a uymaz son cemaat yerinde tek başına namazını kılardı. Zaman zaman, arkasında bir başkası da olurdu, hemen arkasında durmasına rağmen, imam-cemaat olarak değil de ayrı ayrı namazlarını eda ederlerdi.
“Cami’e geldiğiniz halde, yalnız namaz kılmanız, özellikle imam’a uymamanız, cemaati terk etmeniz, fitneye sebep oluyor, cemaat tarafından tuhaf karşılanıyor”, dediğimizde muknî bir cevap veremedi, kemküm etti. Kısa konuşmamızdan, dinî ve fıkhî bilgilerinin, herhangi bir Müslümanda bulunması gereken asgarî Zarûrat-ı Dineyye seviyesinde olduğunu tespit etmiştim.
Biraz cezbe, biraz cinnet arası bir durum tespit etmiştim. Aradan uzun yıllar geçti. Kâfileler halinde insanların başka yerlerden Bakkal İhsan Efendi’yi ziyâret için geldiklerini öğrendim.
Kâfileler, Bakkal İhsan Efendi’yi Mürşid-i Kâmil olarak görüyor, inanıyor, kendisinden feyiz aldıklarını iddia ediyorlardı. Turuk-u Âliye’den hiçbirisine, irtibatı bulunmayan, teselsülü ve Nisbet-i Sahîhası bulunmayan bu meczup da “Ben Muhtac-ı Himmet bir dede kime himmet ede,” diyeceğine, onları kabul ediyor, onları irşâd ettiğini zannediyordu.
Zeytinburnu’lu Bakkal İhsan Efendi, birgün bile Seyr-i Sülûkü olmadan hiç bir kimsenin manevî terbiyesi altına girmeden, Nefs-i Emmâresini terbiye ve tezkiye istikâmetinde herhangi bir çalışma yapmadan, mürşid’lik, müceddid’lik şöyle dursun, mürîd olabilmesi için kırk fırın ekmek yemesi gereken İhsan Efendi, nasıl olmuşsa, Mürşid-i Kâmil olarak çıkagelmiştir. Müceddid’in ta’biriyle “Olaçıkagelmek”, için mutlaka muşahhas birisini göstermek gerekirse alın size biraz meczûp, biraz mecnûn, Bakkal İhsan Efendi!...
Bakkal İhsan Efendi vefat ettiğinde, cenazesine binlerce insan katılmış, gazete ve televizyon kanalları, “Sultanbaba Hakk’a Yürüdü” diye vermiştir.
Sultanlığı ve Babalığı nereden geliyor, kimlerin sultanıdır, kimlerin babasıdır, tam olarak bilinmiyor.
Adıyaman’da, kendilerinin meşhûr ettiği bir köy var. Bu köy’e, memleketimizin bütün bölgelerinden otobüslerle seferler tertip ediliyordu. Otobüslerin yolcuları ya da özel vasıtalarıyla bu meşhûr köye gidenler, çile çekmeden kısa yoldan velâyet mertebesine ulaşmak isteyenlerdi. Ayrıca, “Şaribü’l-Leyli Ve’n-Nehâr” (gece gündüz durmadan içki içenlerle) olanlarla sürekli kumar oynayanların, bu meşhûr köyü ziyaretlerinden sonra, içki içmeyi, kumar oynamayı bıraktıkları bir şehir efsânesi olarak yayılmıştı.
Eşleri, sürekli içki içen, kumar oynayan eşlerini pek çok yola başvurarak, ba’zen de zorlayarak bu meşhûr köye götürüyorlardı.
Ah! Keşke! Bir nazarla veya bir üfrükle insanlar kötü alışkanlıklarından vazgeçmiş olsalardı, her halde dünya hayatı cennet hayatına benzerdi...
Bir de gerçekten bu köyü bir def’a bile olsa ziyâret edenlere Halifelik veriliyordu. Sanki, bir malın umûmî bayiliğini yapanlar, pek çok kimseye acentalık, bayilik veriyor, gibiydi.
Bu meşhûr köye gidip-dönenlerden ba’zıları da kendi kendilerini “Halife” ilân ediyorlardı.
İstanbul’da, Sultanhamam’da işgören bir dostumuz, birilerinin ısrarı ile bu meşhûr köye gidip-gelmişlerdi. Bu yolculukta başkaca müşterek dostları da vardı.
Aradan epeyce bir zaman geçmişti ki, bu yolculukta kendilerine refakat eden dostlarından birisi geldi. “Haberin var mı? M....l” Şeyhî, İstanbul’da Üsküdar-Çamlıca civarında pek mübârek bir Zat-ı Muhterem’e el vermiş, Halifesi olarak vazifelendirmiştir. Mübârek Zat’ın evi ziyaretçilerle dolup-taşmaktaymış, mübârek Ehl-i Kerâmet olup, mübârek yüzlerinden nurlar saçılıyormuş, biz de münasip bir gün ziyaret edelim, duasını alalım, himmetlerini talep edelim, demiş...
İlk fırsatta ziyaret etmişler, bir de ne görsün, kendisini Halife ilân eden zât, kendisi ve diğer arkadaşı ile birlikte bu köye gidenlerden birisi, soyadı, K.....ş” olan birisi...
Bunlar köye gittiklerinde, köy çok kalabalıkmış, köyde mukim zât ile görüşememişler, çorba içip geri dönmüşler, daha sonra da bu zâtın köye gittiğine dâir bir duyumları da yokmuş.. Yâni, ne beraber gittiklerinde ve ne de daha sonra sözde Halife’nin meşhûr köydeki zât ile herhangi bir teması yok... Fakat bu zât yine de kendisini halife ilân etmiş...
Köyün sâkini vefat etti. Kardeşi yerine geçti. İstanbul’da ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde kendisine halifeler seçti. Ne diyelim, kendisi Muhtac-ı himmet bir dede, kime himmet ede?!..
(Gelecek yazı, “Vermeyince Ma’bud, neylesin, Mahmud!”)
Yorumlar