Hayatımız ne kadar çabuk değişti değil mi? Bir gece sağlık bakanı televizyona çıktı “Türkiye’de ilk korona virüs vakası görülmüştür.” dedi. Sırasınca okullar kapatıldı, küçük işletmeler, cafeler, avmler ve her şeyden önemlisi hayatın rutinine alışmış biz insanoğlu dışarıdaki hayata kapılarımızı kapattık. 

Bundan bir yıl önce biri gelip size “Sokağa çıkma yasağı olacak” dese cümlenin devamını dinlemezdiniz bile. Alıştığımız düzenden bir gece de nasıl da koptuk? Hayat bize, belki de yarın o sensin derken, biz nasıl da geçmişimizle yüz yüze geldik. Sanki hep böyleymiş de, bundan önce sokağa rahatça çıkıp, birbirimize sarıldığımız, birbirimizin omzunda ağladığımız, güzel bir haber aldığımızda kucaklaştığımız günler olmamış gibi. Bir gecede hayat öncesi ve sonrası oluverdi. 

Aslında bazı şeyler hep aynı kaldı. Sadece biz yeni yeni görmeye başladık. Bu bize yabancı gelen hayatı yeni doğmuş bir bebek gibi kucağımıza aldık. Varoluşumuz gerçekleştiğinden beri ölüm diye bir gerçek var, onunla yaşıyoruz. Bir gün sevdiklerimizi kaybetme korkusu, bir gün de kendimizle sınanıyoruz. 

Belki pandemi ilan edilen bir salgın hastalıktan değil de, tatile giderken yanlış yola girdiğin için bir arabayla kafa kafaya girip ölüveriyorsun. Belki grip türevinde bir hastalık diye küçümsediğimiz bir virüsten değil de, ansızın bir kalp krizinde yere yığılıveriyorsun. Öyle ya da böyle hayatın böyle yüzleşmelerle, bir gün senden, bir günde senin sevdiklerin aldıklarıyla yüzleşmek zorunda kalıyorsun. Sabah çıktığın kapıdan akşam girememenin var olduğunu bile bile bazen o kapıyı hırsla kapatabiliyorsun. Küçücük bir kıvılcımdan koca bir yangın yapabiliyorsun. Arkanı döndüklerine bir daha yüzünü görebileceğini bilmeden yürümeye devam edebiliyorsun. Kardeşin, annen, baban, sevgilin, eşin ya da çok sevdiğin bir arkadaşın; akşam görüşmek için sözleşerek telefonu kapatırken, onu çok sevdiğini söylemeyi unutabiliyorsun. Bunlar hayatımızda başımıza gelen milyonlarca pişmanlıktan, keşkeden birkaçı. Ya daha fazlası başına gelenler? 

Neden sanki her şey hayatımıza bugün girmiş gibi davranıyoruz. Yaşam ince bir cam gibidir, bir rüzgarda kırılabilir. Bunu bugün mü öğrendik? Korona korkusu hayatımıza girdiği gün mü öğrendik? Yoksa televizyonda ölüm haberlerini izlerken mi? Ambulanslar sokağımızdan geçmeye başladığında mı? Hastane koridorlarına düştüğümüz gecelerde mi? Daha da kötüsü grip gibi bir virüs dedikleri hastalıktan dolayı sevdiklerimizin üstünü toprakla örttüğümüzde mi? 

Covid-19 kaçtığımız ihtimallerle yüzleştirdi bizi. Hani insan aynada kendini olduğu gibi görür de, olmak istediği gibi davranır ya. Sağanak bir yağmurda sırılsıklam olup, o yaşlığı hissetmemek için yerinde zıplar ya… İşte öyle; Bir yanımız yaprak döker, bir yanımız bahar bahçe. İnsan olan bizler de baharlara aldanıp, yaprak döktüğümüz günleri unutuyoruz. 

Bazılarımız çok ders çıkarttı bu günlerden. Kapından dışarı sadece ekmek almak için çıkmanın, bir kahve içmenin, arkadaşlarına o yoğun hayatından bir saat ayırmanın, sadece yürümek için arabaya binmemenin, içimize çektiğimiz havanın değerini çok iyi anladı. Peki ya hala dışarıyı puslu bir camın ardından görenler. Onlar yok mu? Hem de bir nefes uzağımızda, her zaman var olmaya devam edecekler. 

7 yıl önce gezi parkında yaşama umuduyla dolu, geleceğe dair hayaller biriktiren gençler sivil polisler tarafından dövülerek öldürüldü. Bugün Gregor Floyd 3 polis tarafından “Nefes alamıyorum” diye yalvarırken gülerek, diziyle bastıran polisler tarafından katledildi. Dinin, dilin, yurdun, bayrağın neresi olursa olsun ırkçılık diye adlandırılan insan haklarına yapılan en büyük saldırı gücünü hiç yitirmiyor.

2 yıl önce Ümraniye’de tartıştığı kadını bacaklarından tutarak dışarı atan bir taksici vardı. Ve yine 3 gün önce Beyoğlu’nda bir kadın doğum yapan ablasını görmek için bir taksiye bindi ve taksici önce arabanın içinde, sonra da arabadan indirerek o kadını darp etti. 2 yıl önce ne olmuştu ki, şimdi ne olacak? Taksici serbest bile. 

Cafeler, işletmeler, iş yerleri, şehirler arası yolculuklar açıldı. Hayat yeni normale alışmaya çalışıyor. Tüm bunlar olurken, tiyatro oyuncularının mağduriyetinin giderilmesi, devletin bu konuda bir fon oluşturmaması, yine kendi göbek bağımızı kendimizin kesmesine ne diyorsunuz? Tiyatro yaşasın diye emek veren kocaman bir ekip görüyorum, ama alkışı bu sefer sessiz kalan seyirci topluyor. 

Sadece Mayıs ayında 21 kadın öldürüldü. 15 yaşındayken öldürülen Çağla Tuğaltay’ın katili hala bulunamadı. Dava dosyası zaman aşımından dolayı kapatılıyor. Yüzüne asit atılan Berfin, vücudu gitar kutusunun içinde çöpe atılan Münnevver Karabulut, minibüs şoförü tarafından tecavüz edilmeye çalışılan sonra da vahşice öldürülen Özgecan Arslan. Yıllar geçti, isimler değişti, rakamlar her geçen gün arttı, peki ya acı? Suçsuz yere, sadece kadın olduğu için, sadece başka bir erkeğin gücüne karşı koyamadığı için, sadece masum olduğu için, korunamadığı için öldürülen genç kızların, kadınların, insanlığa tükürür gibi bıraktığı o iz, bizi insanlığımızdan utandıran o görüntüler, sessiz haykırışlar unutuldu mu? Her gün değişen isimler, yükselen rakamlar bizi geçmişle yüzleştirmiyor mu? 

İşte daha kıyaslanacak o kadar çok şey var ki. İnsanlık yaşadığı bu zor dönemlerin ne kadarından kendi payına düşeni alıyor, ne kadarını sorguluyor, ne kadarına sessiz kalıyor? 

Sabah gözlerimi açıp, güneşin tekrar doğduğunu gördüğümde, o altın sarısı parlaklığın sahiciliğine kanıyorum. Sonra elime aldığım ilk gazetenin manşetleriyle gerçek hayata uyanıyorum. “Korona virüsü insanlık adına bir şeyler değiştirdi mi?” derseniz. Ben de size “Neydik, ne olduk?” derim.