Son aydınlarımız; tahkik ehli olmadıkları, inancı; belgeli, mantıkî hâle getiremedikleri için,
Batılı Felsefe ve mütefekkirlerin eserlerinin etkisinde kalmaktan kendilerini alamamışlardır. 
Böyle bir atmosferde İslâm'ın görünüşteki zaaf ve zayıflığı, geriliği sebebiyle, bu vaziyet “Bizi İslâm'ın geri bıraktığı!” şeklinde yanlış bir intiba ve izlenim bıraktığından, Atatürk de -zamanın sivil ve resmî aydınları gibi, ister istemez- Batı'dan ziyadesiyle etkilenmiş, Batı'ya kayan bir düşüncenin sahibi olmuştur. Yabancı / Batılı yazar ve feylesofların etkisi altında, sözde İslâmı; İslâm sandıklarından -haklı olarak- karşı çıkmışlardır. Daha doğrusu ne İslâm'a doğru dürüst sarılabilmişler ne de onu büsbütün bırakmışlar; fakat yüzlerini Batı'ya, kısmen Kuzey'e çevirmekten kendilerini alamamışlardır.. Çünkü Atatürk de dahil; o zamanki sivil ve resmî aydınlarımız; Mithat Cemal Kuntay'ın “Üç İstanbul” adlı eserinde tasvir edip anlattığı İstanbul'un bozuk,mefluç havasını teneffüs etmiş ve soluklamışlardır.      
Yine o zamanki aydınlarımız Tevfik Fikret'in bir şiirinde; İstanbul'u tasvir ederken “Kahpe Bizans” dediği müslüman bir şehrin içyüzünü görmüş ve menfi bir algı; zihinlerinde derin izler bırakmıştır.
Mustafa Kemal ve zamanın sivil ve resmî şahsiyet ve aydınları; lübbü / içi / özü gitmiş, kışrı / dışı / kabuğu kalmış bir dinin; bu zahirî / dışsal görünümünü asıl ve gerçek sanarak; yanlış bir din algısı edinmişlerdir.  Nitekim, Asrın Âlimi'nin dediği gibi, gerçekten İslâm'ın zahirî / görünür şekli var, bâtınî / içsel / özü yoktu! İşte bu yanlış algı hakikat sanıldı! Zihinleri sarstı! Bazı müsteşriklerin ilmî görünümlü kasıtlı olarak yazdıkları İslâm Tarihleri de Osmanlı aydınlarının çeşitli tereddüt ve şüphe girdaplarına düşmelerine sebep ve neden oldu.
İşte bu acı ve o nispette vahîm durumdan Asrın Âlimi zamanın din ulemasını yâni âlim ve bilginlerini mes'ul ve sorumlu tutmuş; hâlin vebalini -haklı olarak- onlara yüklemiştir.
Bütün bunlardan ötürü, Osmanlı aydınlarının büyük ekseriyet ve çoğunluğu kalben, ruhen, itikaden yaralı idiler. Sanki inanıp inanmamak arasında gidip gelen bir tereddüt ve şaşkınlık içinde, âdeta nötr ve kötürüm bir hâlde, algı yanılgısı içindeydiler.
Şüphesiz idarecilerin bilerek ve bilmeyerek yaptıkları İslâm dışı icraatlar; elbette İslâm'a, Kurân'a verilmez. Verilmemeli. Çünkü zahirde haklı da olsalar, bâtında haksızdırlar. Zira Hz. Ali'nin şu sözü hatırlanmalıydı:
“Hakikati söyleyenlerine göre öğrenme. Hakikati bizzat kaynağından öğren; söyleyenlerin de ne olduklarını öğrenmiş olursun.”
Kaldı ki, “Hakikî imanı...” elde edemeyenler; Batılı söylem ve düşünceleri tabiî ve mantıkî bulmuşlardır.
Oysa Hz. Mevlânâ'nın “Müslümanların yeniden müslüman olmaya ihtiacı var.” anlamına gelen ikazını düşünmeliydiler.
“Ey iman edenler, yeniden iman ediniz!” (Nisa: 136) mealindeki ayetin mânâsı üzerinde durmalıydılar.
“Bedevî Araplar, Sana: 'Biz iman ettik.' diyerek Allah'a ve Sana uyacaklarını belirtiyorlar. Onlara, 'Siz henüz iman etmediniz, ancak Müslüman olduk / teslim olduk deyin. Çünkü iman edişiniz henüz kalbinize inmiş değildir.' “ (Hucurat: 14) (İman etmek yanında, imanı içselleştirmek için, pratik yaşamda da, muhkem-kesin hükümlere uygun, olumlu / salih ameller için çaba içinde olmak da gerekmektedir. Diğer bir ifade ile iman, pratik uygulamalar demek olan salih amellerle birlikte gerçekleştirilerek içtenleştirilmelidir.) (Kur'an, Prof. Dr. Gazi Özdemir, Ekim 2013, s. 740)
İmam-ı Rabbanî'nin: “Bir iman hakikatinin anlaşılmasını binerce keramete ve manevî zevklere tercih ederim.” demesindeki ince nükteyi de der-hatır etmek gerekirdi.
Bütün bunlara rağmen, müslümanların Kader'e fetva verdirdiklerini de yabana atmamak lâzım.
Nitekim İzzüddin Nesefî'nin takriben sekiz yüz sene evvel yazdığı “İnsan-ı Kâmil” adlı eserinde: “Her şehirde gerçek insan üçü beşi geçmez!” tesbitinde bulunması, mes'ele ve soruna daha başka bir açıdan bakmak icap ettiğini de kulaklarımıza fısıldamaktadır.