Ülfet, ahlakın meyvesidir. Ahlaklı olmayanda ülfet ve ünsiyet olmayacağı gibi başkalarına karşı her daim böyle insanlar çatışma durumundadırlar.  Uzaklıkları yakın eden;  alışmak ve kaynaşmak anlamlarına gelen ülfet, her şeye rağmen herkes ile iyi geçinmek adına istikametten şaşmak değil, bilakis yakınlığı ve kaynaşmayı kalplerimize yerleştiren Allah ezze ve cellenin emirleri ve koyduğu kanunlar çerçevesinde doğru ve hak üzere bir hayat sürmek ve başkalarının da istikamet üzere olmalarına vesile olmaktır.  Herkesi tasdik etmek, her yanlışlığı, iyi geçinmek adına, kabul edip ilgili insana yakın olmak İslamiyet’in kabul ettiği bir yakınlaşma da değildir. Genelde aynı düşüncede ve görüşte olanlar, aynı hayat anlayışı benimseyenler birbirlerine karşı daha içten ve samimi olur, başkalarından ise uzak dururlar. Seven, sevdiğine kendisini yakın hisseder. Bu ise çoğu zaman menfaat gereği olur.  Mümin ise yaratılanı yaratandan ötürü sever. O, insanın şahsına değil hatalarına düşmanlık besler. Bu anlayış onu hangi inançtan ve fikirden olursa olsun insandan uzaklaştırmaz. Onların doğruyu bulması, hak ve hakikatle buluşması için elinden gelen gayreti sabırla yerine getirir. Bu anlamda ki ülfet anlayışı mümin de gerçek bir yakınlık anlamı taşır. Yani dünyevi bir menfaate değil, uhrevi bir hedefe yönelik; sadece Allah’ın rızasını kazanma niyetiyle olur.  

 Yüce Allah bir ayetinde buyuruyor ki:

"Seni aldatmak isterlerse, bil ki şüphesiz Allah sana kâfidir. Seni ve inananları yardımıyla destekleyen, kalplerini uzlaştıran O'dur. Eğer yeryüzünde olan her şeyi sarf etsen bile, sen onların kalplerini uzlaştıramazdın, ama Allah onları uzlaştırdı. Doğrusu O, güçlüdür, hakîmdir" (Enfal, 62-63).

  Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiğinde orada bir birine düşman iki kabile vardı Evs ve Hazreç isminde.   Bunlar geçmişten beri birbirleriyle düşmandılar. Kin nefret almış başını gidiyor asırlarca devam eden kan davasını güdüyorlardı. İslam’ın kardeşlik anlayışı bunları bir araya getirdi.  Allah’ın, kalplerine yerleştirdiği ülfet sayesinde düşmanlıkları son bulup birbirlerine yakınlaştılar. Bunun gibi birçok alanda İslamla beraber her alanda öyle devrimler gerçekleşti ki,  Cahiliye toplumu saadet toplumuna dönüverdi. Vahşi bir tolum medeniyet ile tanıştı. Kız çocuklarını dahi diri diri toprağa gömmekten çekinmeyen bu karanlık toplum, karıncayı incittiklerinde bile üzülüyor, birbirlerine karşı peyda edilen ünsiyetin kayıp olmasından korkuyorlardı. Bir bedenin uzuvları, bir binanın tuğlaları gibi kenetlenmiş, birlik ve beraberlik içerisinde olmanın, haz ve lezzetini tadıyorlar,  kalplerinde besledikleri ülfet ve ünsiyete engel olan uzletin acılarıyla tekrar buluşmamak için büyük gayret sarf ediyorlardı. 

 Evet, böyle bir İslam medeniyetinin oluşması elbette ki Allah’ın yardımıyla mümkündür yoksa dünya bir araya gelse, her imkân seferber edilse, Allah’a rağmen kimsenin başka birisiyle dostluk bağlarını kurması mümkün değildir. “Allah Teâlâ Müminlerin kalplerini birleştirmiş, onların gönlüne dostluk ve ülfet doldurmuştur .(Âli İmran 3/103 ) ayeti de buna işaret etmektedir. 

   Allah Teâlâ bu kazanımı kayıp etmemek, ayrılığın ve uzaklaşmanın yıkımlarıyla karşılaşmamak için de insanları uyarmıştır:

 “Hep birden Allah’ın dinine sımsıkı sarılın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın. Allah’ın üzerinizdeki (İslâm) nimetini düşünün ki, cahiliye devrinde birbirinize düşmanlarken o sizin kalpleriniz arasında ülfet (yakınlık) meydana getirdi de onun nimeti sayesinde din kardeşleri oldunuz. Hem siz ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da Allah İslâm’ınız sebebiyle o ateşe düşmekten sizi kurtardı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki, doğru yola eresiniz. (Ali İmran, 103)

   Başka bir ayetinde de insanların farklı kabile ve ırklar halinde yaratılmasının bir birleriyle tanışıp ve kaynaşma vesilesi olduğunu bizlere bildiriyor. Buyuruyor ki:

“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.”(Hücürat,13)

 Yaratılıştan olan farklılıklar çatışma, uzaklaşma sebebi değil,  tanışma, kaynaşma vesilesi bilinmeli.  Farklılıklarımızı zenginlik olarak görmeli, ülfetin ocağında mükemmel bir toplum oluşturmalıyız. Çünkü sorunların temeline şöyle bir baktığımızda bir birimizi anlamamaktan geçtiğini ya da kendi kalıplaşmış düşüncelerimizi başkalarına dikta etmekten kaynaklandığını görüyoruz.  Kibir sadece malda mülkte makam mevki de güzellik soy soyda değil,  fikirde ve düşüncede de olabiliyor.  Peygamber Efendimizin hayatına baktığımızda onun hangi yaşta, makam mevkide, hatta hangi inançta olursa olsun kimseden uzaklaşmayı istemediğini daha fazla yaklaşıp İslamiyet’i anlatabilmenin yollarını araştırdığını görürüz.  İstişareye önem veren Allah resulü ayetle sabit olmayan meselelerde ashabının görüşlerini dinliyor bazen onların dediğini bile uyguluyordu. 

   Kısaca: Ahlakın meyvesi ülfettir. Ülfet de ünsiyete vesile olur. Ünsiyet insanlar arasında ki pürüz ve sıkıntıların giderilmesi için en önemli adımdır. Yakınlık beraberinde anlayışı, anlayış kabullenmeyi, kabullenmek de insana birlik içerisinde yaşama becerisi kazandırır. 

   Ayrıca insana yakın olmak, onu doğru yolu bulması için yapılması gerekenler hususunda samimi hareket etmek demektir.  Her şeye rağmen hak ve hakkaniyetten uzak,  Allah ve resulünün emirlerinden taviz vererek peyda edilen ülfet ve ünsiyetin arkasında gizli ve sinsi bir düşmanlık vardır.  Zaten bizim anlattığımız ülfet bundan çok farklı bir şeydir.

 Selam ve dua ile…