22, 29 Haziran, 13, 20, 25 Temmuz 2012 tarihleri arasında “Lâdik’li Ahmed Ağa” 1, 2, 3, 4 ve “Kore’de Bir Bayram Namazı” serlevhalı beş ayrı yazıda, 20. Milâdî Asır’da, Ricâl-i Ma’neviyye’den, üçler, yediler, kırk’lar Meclis’lerine katılan, Divânü’s-Sâlihîn ve Meşhed-i Azîm içtima’larının müdâvimi, Lâdik’li Ahmed Ağa’yı, bütün veçheleriyle, dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalıştım. 
Üçler, Yediler, Kırk’lar toplantıları, dünya’nın muhtelif yerlerinde ve ihtiyaç hissedildiğinde, vazifelilerin, sık sık bir araya geldikleri toplantılardır. 
DİVÂNÜ’S-SÂLİHÎN, normal şartlarda, ayda bir def’a olmak üzere, fevkalâde haller’de ise o hallerin zuhurunda, Sahibi Zaman, Mürşidi Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid’in riyâsetinde vazifeli Ricâl-i Ma’neviyye’nin içtima’larına “Divânü’s-Sâlihîn” denilir.
MEŞHED-İ Â’ZAM: Normal şart’larda yılda bir def’a olmak üzere, bizzât Resûlü Zîşân Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin riyâset buyurdukları, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid olan Zât-ı Muhterem’in de iştirakiyle, zamanın Ricâl-i Ma’neviyye’nin tamamının katıldıkları içtima’lara, “Meşhed-i Â’zam” denilir. 
Hâlihayat’larında, Lâdik’li Ahmed Ağa’yı tanıyan’lar, Konyalı’lar, civar iller’in insanları, muhtelif vesilelerle Lâdik’li Ahmed Ağa’yı tanıma şerefine ermiş herkesin, ama herkesin ittifak ettikleri husus, Cenab-ı Hakk’ın bu sevgili kulunu, Ricâlü’llah’dan, Ricâl-i Ma’neviyye’den Lâdik’li Ahmed Ağa’yı, Settâr ismi’nin tecellisiyle, Lâdik’li Çoban Ahmed Ağa olarak, sırtında heybesi, aslında hiç kullanmadığı fakat elinden de eksik etmediği cıgarasıyla, konuşması, tavrıyla tam olarak setrettiği (örttüğü, kapattığı) Ahmed Ağa, “Allah’ın sevgili kullarından ve velilerinden birisi” olduğudur.
Lâdik’li Ahmed Ağa, pekçok çakal’ın aslan postuna oturmaya kalktığı bir zamanda, aslâ şeyh’lik, mürşid’lik, müceddid’lik iddiasında bulunmamıştır. Zirâ, Ricâl-i Ma’neviyye’den, Cündü’llâh’tan biri olmak başka şeydir, şeyh’lik, mürşid’lik, müceddid’lik başka şeylerdir. 
Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid, Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’leri, ebediyete ve tasarrufu hakîkiye geçmeden, zaman zaman müteşeyyih’lere, hiçbir ma’nevî tasarruf salahiyeti olmadığı, ma’nevî bakımdan herhangi bir vazifesi bulunmadığı halde, hattâ bırakınız mürşid’lik, müceddid’lik vazifelerini, Ricâl-i Ma’neviyye’den, Cündü’llâh’tan herhangi bir nefer bile sayılmayanların, şeyh’lik, mürşid’lik, müceddid’lik taslamaları üzerine, “Emânet”in gerçek sahibi ve vârisi olarak bunları, en yakınları vasıtasıyla ikaz etmiş, “Bu asırda, emânet bütünüyle bizim uhdemizde bulunmaktadır. Sema’da uçan kuşların kanatlarında, engin denizler’de yüzen balıkların solungacında (taraklarında), zerre kadar bile bir emânet olsa, bize teslim etmeye mecburdurlar.” demiştir. 
İrşâd ve İhda’ya salâhiyyeti bulunmayanlar, rütbesiz bir nefer’in kocaman orduları sevk ve idare etmeye kalkışmasına benzer. İrşâd ve Tecdide liyâkat ve ehliyeti bulunmayanların, irşad ve hidâyete muhtaç olanları ihdâ ve irşad’a kalkmaları rütbesiz bir nefer’in kocaman orduları idare etmeye kalkışmasına benzer. 
Hele, müteşeyyih’ler, zamanımızda olduğu gibi bir de Ehl-i Bid’at’dan iseler, bunlar dâl ve mudıl’dirler. (kendileri dalâlette (sapıklıkta) oldukları gibi başkalarını da dalâlete sürüklerler. 
Bırakınız, bid’at ehli dâl ve mudîl müteşeyyih’leri, tekâmülünü, Seyr-i Sülûkünü tamamlamadan irşad ve ihdâ’aya kalkan, nâkıs şeyh’lerin sohbeti “Semmi Kâtil’dir.” (Öldürücü bir zehirdir.) 
Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid’in, hâl-i hayatında, Tasarrufu Hakîkiye geçmeden önce muhtelif müteşeyyih’lere bizzat veya bilvasıta yaptığı ihtar ve ikaz karşısında, muhatapları, “Hâşâ! Bizim asla böyle bir iddiamız yoktur, zaman zaman cemaatten ba’zı şahıslarla, âyetten, hadisten, Kelâm-ı Kibâr’dan sohbet ediyoruz. Bizim böyle bir iddiamız olmadığı halde, bizim dışımızda ba’zıları, bizim hakkımızda bu kabil yakıştırmalarda bulunmuşlarsa elbette bu bizi bağlamaz,” demişlerdi. Ne var ki, “Şeyh uçmaz, mürid’leri onu uçururlar,” fahvasınca, tasavvuf eğitimi, tasavvuf terbiyesi bulunmayan, kimi sözde mürid’ler, hiç bir araştırma-arama zahmetine katlanmadan, kılık-kıyâfetle, saç-sakalla ba’zılarının mürşid ve müceddid olacaklarını zannederek, irşad ve hidâyet vâdisinde, henüz mürid olma liyâkat ve ehliyetinden mahrum olan, ba’zı kimselere bol keseden mürşid’lik, müceddid’lik bahşediyorlar. 
Müteşeyyih’ler de, “Biz birer aciz kullarız, biz kim mürşid’lik kim, bizde böyle bir liyâkat ve ehliyet yoktur,” diyeceklerine, “yan cebime koy,” tavrı ile en azından sükût ederek benimsemektedirler. 
1950’li, 1960’lı yıllarda, müteşeyyih’ler, (Şeyhliğe soyunan kalpazanlar, aslında bunlara ma’neviyet kalpazanları demek daha doğru olur.) nisbeten Ehl-i Sünnet mensubu şahıslardı. Seyr-i Sülûk’de ve tasavvuf vâdisinde herhangi bir varlık gösteremeseler de, avam’a, Ehl-i Sünnete uygun sohbetlerde bulunuyor, Ehl-i Sünnet kâidelerine uygun imamlık yapıyorlardı. 
1970’li, 1980’li yılların müteşeyyih’leri, her şeyden evvel birer Ehl-i Bid’at olup, gerçek tasavvuf ve Seyr-i Sülûk’un asıl maksadı olan, Nefs-i Emmâre ile mücadele olmasına rağmen, bunlar, Nefs-i Emmâre’nin tecessüm etmiş, heykelleşmiş birer numunesi durumundadırlar. 
Gerçek tasavvuf’ta, mürid’ler için, “gassâl’ın elindeki meyyet gibi” ta’biri kullanılır. Müteşeyyih’ler, kendilerine mürid olarak kapılananların malına-mülküne, henüz evlenme çağına bile gelmemiş kızlarına, gassalin elindeki meyyit gibi davranmakta, bu tâzeleri kendilerine zevce yapmaktadırlar. 
Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri’nin, 16 Eylül 1959 tarihinde ebediyyete ve tasarrufu hakîkiye geçmesinden sonra, daha önceleri, Sahib-i Zaman’ın Sell-i Seyf etmesinden sonra, (Sell-i Seyf) kılıcı kınından çıkarmak, demek olup, tasavvufta, vazifeli, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid olan zevâtın, vazifeli oldukları asır’da vazifelerini herkese ilân etmeleri, iddia etmeleri ve iddialarını tasarruflarıyla ispat etmeleridir. 
Ricâl-i Ma’neviyye’de, Cündü’llâh’tan, Sahib-i Zaman ve Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’in emrinde ve hizmetinde bulunan, Lâdik’li Ahmed Ağa’nın en önemli vazifelerinden birisi de, Muhbir-i Sâdık olarak, Sahib-i Zaman’ı haber vermek, Adil Şâhid olarak, Sahib-i Zamana şâhidlik etmekti. 
Sahib-i Zaman’ın Tasarrufu Hakîkiye geçmesinden sonra, sindikleri yerlerden başlarını kaldıran müteşeyyih’lere (şeyhlik taslayanlara) bu kerre, Lâdikli Ahmed Ağa, Sell-i Seyf etmiş, “Hiçbir kimse sakın şeyhliğe, mürşidliğe, müceddid’liğe kalkışmasın, heveslenmesin, bu asır’da, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, şeksiz ve şüphesiz, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’leri (K.S.)’dir. 
Aksini iddia edenler, ya da ehliyet ve liyâkatleri olmadığı halde, şeyh, mürşid ve müceddid’lik iddiasında olanlar, lütfen geçen aylarda, üçler, yediler, kırklar, Divânü’s-Sâlihîn ve Meşhed-i Â’zam toplantılarının ne zaman, nerede ve kimlerin riyâsetinde toplanmıştır? söylesinler.. 
Eğer, kendileri, bilfarz vazifeli iseler, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid iseler bu toplantılara katılmaları veya bu toplantılardan ba’zılarına riyâset etmeleri gerekirdi.” 
Bir Peygamber nasıl ki, Peygamber’lik iddiasında bulunduğunda bu iddiasını Allah tarafından o Peygamber’in elinde izhâr ettirilen bur mu’cize ile ispat ediyorsa, Vâris-i Nebî, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, bu iddialarını, kerâmetle (Allah’ın veli kullarının elinde zuhur ettirdiği fevkalâde vak’alardır.) ispata mecburdurlar. 
Burada kerâmet’den kasdımız, aslâ kevnî kerâmet’ler değildir. Sahib-i Zaman Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid, kendisine nisbet edenlere, “Aslâ kevnî kerâmet’ler peşinde koşmayınız, havada uçmak, denizde yürümek, uzun mesâfeleri kısa zamanda kat’etmek ma’rifet değildir. Sürüngenlerle, leşle beslenen kartallar, havada hep yükseklerde uçarlar. Köpek balıkları okyanus’ların derinliklerinde yüzerler. İblis başta olmak üzere, bütün şeytanlar ve cin’ler, ateş’ten yaratılmış olup, Cism-i Latif oldukları için çok uzak mesâfeleri çok kısa zamanda kat’ederler. Asıl kerâmet, asıl ma’rifet, ölmüş kalplere hayat vermek, ölmüş kalpleri diriltmektir,” buyururlardı. 
Mürşid-i Kâmil ve Müceddid’in elinde veya Mürşid-i Kâmil’in Müceddid’in emrindeki hizmetli’lerin ellerinde zuhur eden kerâmet ve fevkalâde haller, kevnî keramet olmayıp, Müceddid’in ve emrinde olanların tasarruf iktizasıdır. Ricâl-i Ma’neviyye’den ve bu asırdaki Cündü’llâh’tan, Lâdik’li Ahmed Ağa, bu asrın Sahibi, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’in, Müceddid ve Medâr Mürşid’in Muhbir-i Sâdık’ı ve Adil Şâhidi idi...