Muhammed Esed, Doğu Galiçya’da Llov şehrinde, 1900 yılında, Yahudi bir ailede dünyaya geldi. Baba tarafından dedesi bir hahamdı. Aile geleneği icabı evde özel dinî eğitim gördü. Onüç yaşlarında İbraniceyi su gibi okuyor ve akıcı bir dille konuşabiliyordu. Tevrat, Mişna, Gemara, Talmud okuyor ve Ârâmice de anlıyordu.

     Savaştan sonra (1918) Viyana Üniversitesinde iki yıl sanat tarihi ve felsefe okudu. Fakat bunu kendine uygun bulmuyordu.

     1920’de Viyanayı terk ederek Prag’a oradan da Berlin’e gitti. Edebiyat çevrelerinde dolaştı, film yönetmeni asistanlığı, senaristlik yaptı.

     1921 yılı sonbaharında United Telegraph adlı ajansta muhaberat servisinde telefon görevlisi oldu. Bir süre sonra Berlin’e Rusya’daki sefalet için gizlice yardım toplamaya gelmiş olan Madam Gorky ile bir röportaj yaptı. Gerçek muhabir oldu.

     1922 yılında Ajans’tan ayrılıp Kudüs’e gitti. Frankfurter Allgemeine Zeitung’un Yakın Doğu muhabiri oldu. Sonra Kahire’ye gitti.

     1923 yazında tekrar Kudüs’e döndü. Siyonist önder Chaim Weizmann ile tartıştı ve siyonizme karşı çıktı. Siyonist idealleri temelsiz ve gayr-i ahlâkî buluyordu. 

     Amman’a gitti, Emir Abdullah’la ve danışmanı filozof Rıza Tevfik’le tanıştı.

     Şam’a gitti. Sonbaharda Bursa, İstanbul, Sofya, Belgrad üzerinden Frankfurt’a döndü. 

     Berlin’e gidiş gelişlerinde ileride kendisiyle evleneceği, sezgileri güçlü ve yüksek; dul bayan Elsa ile tanıştı.

     1924 baharında Frankfurter Allgemeine Zeitung tarafından yeniden Doğu’ya gönderildi.

     Kahire’ye geldi. El-Ezher şeyhi Mustafa el-Merağî ile tanıştı. Uzun sohbetlerde bulundu. 

     Yeniden Ürdün’e gitti. Halep’ten Deyr ez-Zûr’a giderken Kuzey Arabistan’ın Şammar kabilesinden Zeyd b. Ganim ile tanıştı. İran ve Afganistan’a gitti.

     1926’da kış sonuna doğru Herat’tan ayrılarak Merv, Semerkant, Buhara, Taşkent üzerinden Moskova’ya gitti, sonra Avrupa’ya döndü. Elsa’yı ikna etti ve onunla evlendi. Gazete’den ayrılarak yeni gazetelerle anlaştı; bir müddet Berlin’e yerleştiler. Jeopolitik Akademisi’nde daha önce verdiği seri konferanslara devam etti.

     Esed 1927 Ocak’ında bir kez daha, ama bu sefer Elsa ve onun altı yaşındaki oğlu ile beraber yola çıktı. Daha o günden, bunun dönüşü olmayan bir yolculuk olduğunu hissetmişti. Deniz yoluyla Cidde’ye oradan da Mekke’ye hacca gittiler. Vardıktan dokuz gün sonra Elsa bilinmeyen bir hastalıktan öldü. Mekke mezarlığına gömüldü. Aynı yıl Kral Abdülaziz ile tanıştı. 

     Bu arada yeniden evlendi ve Medine’ye yerleşip, tarih ve tefsir çalıştı. Fakat hiçbir zaman evde sürekli kalmadı. Arabistan’da pek çok seyahatler yaptı. Şeyh Sunusî ile tanıştı. Libya bağımsızlık savaşına katılmak için yola çıktı, fakat Ömer el-Muhtar’a yetişemedi. 

     1932 yılı Arabistan’daki hayatının sonu oldu. 1942 yılında babası ve kız kardeşi toplama kampında öldüler.

     Pakistan’a gitti. Cinnah ve İkbal’le tanıştı; 1947’de Pakistan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Dairesi Başkanı ve İslâmî Tecdit Kurumu üyesi oldu, çalışmalarda ve araştırmalarda bulundu.

     1952 yılı başlarında yirmibeş yıllık ayrılıktan sonra Pakistan’ı Birleşmiş Milletler’de temsil etmek üzere New York’a gitti. Sonraki yıllarını meal hazırlamaya hasretti.

     1992 yılında İspanya’da Hakkın rahmetine kavuştu. Geride çok değerli birçok eser bıraktı. (Muhammed Esed, KUR’AN  MESAJI, Meal - Tefsir, Türkçesi: Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İstanbul - 2009 s. 5 - 7) 

x

     (Bu çok hareketli zâtın müslüman oluş sebebine gelince:) 

     Bu yılın (1926) sonbaharında bir gün Berlin metrosunda seyahat ederken gördüğü yüzlerin istisnasız hepsinin derin ve gizli bir acıyla kasılı olduğunu müşahede etti (gözlemledi). Duyduğu

- 2 -

sarsıntıyla bunu yanındaki Elsa’ya açtı. Elsa şaşkınlıkla “Bir cehennem azabı çekiyorlar sanki...Acaba kendileri bunun farkındalar mı?” cevabıyla onu tasdik etti. Esed bu acıları ve ızdırapları gerçeksiz, inançsız ve fasılasızca refah peşinde olmalarına bağlar.

     Eve döndüklerinde masada açık kalmış Mushaf’ı gördü. Kapatıp kaldırmak için uzandığında gözü Tekâsür sûresine ilişti. Birden sûrenin o gün metroda yaşadıklarının tam bir yankısı olduğunu hissetti ve şunları düşündü: 

     “Bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır: Ama tamah ve açgözlülük başka hiçbir çağda bugün olduğu kadar...ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştı...

İnsanların boyunlarına binmişti ifrit; kamçısını tam yüreklerinin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehliyordu onları...ne kadar hikmetli olursa olsun bir insan, yirminci yüzyıla özgü bu acılı koşuyu kendiliğinden bilemez. Böylesine hakim bir perdeden, böylesine apaçık bir üslûpla dile getiremezdi. Hayır Kur’an’da konuşan, Muhammed’in sesinden daha güçlü, daha yüksek bir sesti ve bütün zamanları aşarak ulaşıyordu insan kulağına...”

     Esed bu olaydan kısa bir süre sonra Elsa ile birlikte Müslüman olduğunu açıkladı.

     Böylece ondokuz yaşlarındayken görüp çoktan unutmuş olduğu bir rüya tecelli etmişti: 

     Bu rüyada Esed, içinde bulunduğu bir metro treninin yeraltından çıktıktan sonra saplandığı sonsuz ufuklu bir batakta, az ötede çökmüş duran ve kendisini beklediğini hissettiği, yüzü  örtülü kısa kollu harmanili binicisi olan bir devenin terkisine binerek, saat, gün, ay, kısaca zaman kavramını yitirecek kadar uzun bir yolculuk sonunda, yakamayan fakat kör edici parlaklıktaki bir beyaz ışığa vardığını görmüş ve tasvir edilemez âhenkteki bir sesin “Burası Batının en uç şehri” dediğini işitmişti. 

     Yıllar sonra, rüyasındaki binicinin Hz. Peygamber, ışığın kavuştuğu iman, işittiği sözlerin ise Batıdaki hayatının sona ereceğinin habercisi olduğu tefsiri (yorumu) ile karşılaşacaktır. 

(a. g. e. s. 6 - 7)

x

     Muhammed Esed’in, Berlin metrosundaki gördüğü insanların, yüzlerindeki bedbin hâllerin, moral bozukluklarının, masasındaki açık Kur’an sahifesindeki Tekâsür suresiyle açıklanabileceğini görünce şaşırdığı surenin âyetleri:

     1, 2. Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirler ziyaret ettiniz.

     3, 4. Hayır! Yakında bileceksiniz! Elbette yakında bileceksiniz!

     5, 6, 7, 8. Gerçek öyle değil! Kesin bilgi ile bilmiş olsaydınız, (orada) mutlaka cehennem ateşini görürdünüz. Sonra ahirette onu çıplak gözle göreceksiniz. Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz. (Diyanet Kur’an Meali, s. 599)

     Nitekim “Servete tapma hastalığı bir asırda değil, her asırda görülen bir hastalıktır. 

     Bu hastalığın devası, servetin adını değiştirmektir. Servete ‘emanet’ dersen, servet nimet olur. 

     Servete ‘benim’ dersen, emanete ihanet olur.

     Her çoğaltma kötü değildir. Eğer sizin hayatınızda çoğalan şeyler, 

     Allah ile bağlantınızı zayıflatıyorsa bilin ki, o çoğalmalar sizin aleyhinize işliyor. 

     Yok eğer tersi oluyorsa, servet çoğalırken, Allah sevgisi, 

     O serveti Allah yolunda verme arzusu da artıyorsa, o çoğalma güzeldir. 

     ‘Allah ziyade etsin’ denir. 

     Malın mülkün, servetin çoğalırken, bunları Allah yolunda verme isteğin de çoğalmıyorsa, 

     Bil ki sende eksikler çoğalıyor demektir.

     8. ayet: ‘Her nimetten hesaba çekileceğimizi’ haber veriyor.

     Bu durumda bütün insanlar bu ayetin muhatabı oluyor. 

     Peki, bu hesap verme ne zaman olacak? Cevap: Ölünce...

     Peki, insan ne zaman ölecektir? Ecel gelince. Ecel ne zaman gelecek? Her an...

     Öyleyse her an sorguya hazır halde olmalıdır. Hesap karşısında insanlar ikiye ayrılıyorlar.

     Bir: Hesabı ahirete bırakan, hesapsız kitapsız bir hayat yaşayan insanlar.

     İki: Hesabını dünyada yapanlar, ölmeden önce kendilerini hesaba çekenler, 

     Sorgularını kendileri yapanlar.” (Veli Tahir Erdoğan)