Batı dillerinde Krete, Creta, Créte, Arap dünyasında İkrîtiye, Akrîtiş, Ikrîtiş olarak anılan ve Ege ile Akdeniz’in buluştuğu alanda, 260 km uzunluğunda, 60 km genişliğinde bir ada olan Girit, bugünkü Avrupa uygarlığının beşiği olan ve tarihin en gizemli uygarlıklarından biri olarak anılan “Girit Uygarlığı”nın doğup geliştiği coğrafyadır. 

Giritlilerin Anadolu kökenli olduklarına ilişkin yaygın bir kanı vardır. “M.Ö. 7500’lü ve M.Ö. 5500’ü yıllarda İndo-Avrupasallar ve Samiler henüz Anadolu’ya ayak basmamışlardı” diyor, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı, “Hey Koca Yurt”ta.. O dönemde Anadolu halkı, eski Sumer, Doğu Ege ( Kiklad adaları ve Girit) karışımıydı.  

Helenler, Ege uygarlığını kuranlara Pelasglar (Deniz Halkı) diyorlardı. Anadolu halkının Lydialılar, Karialılar ve “Minos Uygarlığı”nı kuran Giritlilerin soyu olduklarını biliyorlardı. Lydialılar, Roma çevresine Anadolu’dan göç ederek Etrüsk adıyla Latin ve Roma’nın temelini attılar. Etrüskler kendilerine Aras, yurtlarına da Arasena diyorlar, Rasena, Rasna şeklinde yazıyorlardı.

Mezopotamya’da, Anadolu’da, Girit ve Mora’da, İtalya’da ortaya çıkan ve Avrupa’nın aydınlanmasına beşiklik eden özgün uygarlıkların oluşmasında Ural-Altay Türklerinin payı var mıdır? 

Mısır’da ve Mezopotamya’da yapılan kapsamlı arkeolojik araştırmalar öncesinde bu soruya olumlu yanıt vermek mümkün değildi. Fakat, Girit (Minos) Uygarlığı’nı ortaya çıkaran Sir Arthur Evans ve G. Goltz’un çalışmaları, “labris” denilen çift yüzlü baltanın, Sumer’den Anadolu’ya, Girit’e, Etrurya’ya (Etrüsk ülkesi) hatta İskandinavya’ya uzanan coğrafyanın benimsediği dini inançların en belirgin simgelerinden biri olduğunu ortaya koymuştu. 

Karia’da bir Zeus Labrondeus (Labrisin Zeus’u) vardı. Bir Anadolu tanrısı olan Apollo’nun Dephoi (Delfi) tapınağındaki papazlara Labriden (Labrisliler) deniyordu. Lydia tanrısının elinde de bir labris bulunurdu. 

Hititler Anadolu’ya gelince, Hattilerden Hitit adını aldılar ve kendi fırtına tanrılarını Tesüb’ün eline bir labris verdiler. 

Dolikine’de (Doğu Anadolu) bir boğa üzerinde duran Zeus’un elinde de bir labris vardı.

G. Goltz’un ömrü, Etrüsk, Girit ve Anadolu’nun Sumer ile olan bağlantılarını ayrıntılı olarak ortaya koymaya yetmedi. Fakat, Mezopotamya’da yapılan arkeolojik araştırmalarda ele geçen belge ve bulgular, Sumer ile Orta Asya kültürlerinin bağlantılarını net olarak ortaya çıkardı. Sumerler kendilerine Kenger diyorlardı ve Kengerlerin atayurdu bugünkü Türkmenistan ile Kazakistan coğrafyasıydı. 

Sumer dilinin Ural-Altay dil grubundan olduğu ortaya çıkınca da, Batılı bilim adamları, “Sumer uygarlığında bir Türk verniği vardır” demek zorunda kaldılar. Bilime saygılı bazı Batılı tarihçiler ve ansiklopedik kaynaklar, “Sumer dili kesin olarak Agglutatif diller (Japonya’dan Finlandiya’ya uzanan coğrafyada konuşulan diller) soyundadır” diyorlardı. 

Girit ve Etrüsk uygarlıklarını kuranlar Anadolu kökenli halklardı ve Sumerlerle bağlantılıydılar. Olympos sözü de Helence değil, Giritçe’ydi. Homeros’un dağ tanrıları da, Sumerlerin göktanrılarıydı. (Kabaağaçlı- Hey Koca Yurt)

Etrüsk ve Girit uygarlıkları, Roma ve Grek uygarlıklarından bağımsız olarak gelişmiş, Avrupa uygarlığına beşiklik emiş özgün uygarlıklardı. Bu gerçeklerin karanlıkta kalması için, Altaylardan İskandinavya’ya kadar uzanan engin coğrafyada binlerce yıl boyunca kullanılmış olan, Batılıların “Runik” dedikleri Ön-Türk alfabesiyle yazılmış Etrüsk ve (Linear A-B ile yazılmış) Girit yazıtları, “okunamıyor” gerekçesiyle görmezden gelinmektedir. Macarların M.S. X. Yüzyıl’a kadar kullandıkları ve Romanya’da yaşamakta olan Sekellerin bugün de “Rovas” adıyla kullanmakta oldukları alfabenin nasıl okunamadığını anlamak mümkün değildir. Prof. Dr. Firudin Ağasıoğlu ile Kazım Mirşan bu yazıları Ön-Türk Alfabesi’yle okumuşlardır. 

Batılıların “Minos Uygarlığı” olarak andıkları bu benzersiz uygarlığın ilk kalıntıları, İngiliz arkeolog Sir Arthur Evens tarafından Kandiye yakınlarındaki Knossos’ta yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılmıştı. İngilizlerin Knossos’ta, İtalyanların Falistos ve Hagia Triado’da, Amerikalıların Gaurnia’da yaptıkları kazılarda elde edilen bulgular, Girit’te, M.Ö. 4 000’lerde Neolitik bir kültürün varlığını ortaya koymuştu. M.Ö. 3 000’lerden başlayan bakır ve tunç dönemlerinde özgün bir gelişme gösteren bu uygarlık, M.Ö. 2 000’lerde, Mısır uygarlığının da etkisiyle, en parlak dönemine ulaşmıştı.

Geç Minos IA döneminde, yazılı tarihlerin en büyük yanardağ felaketi dedikleri Tera patlaması sonrasında Girit Uygarlığı hızlı bir çöküş süreci yaşamış ve kendileri gibi Anadolu kökenli bir toplum olan Mikenlerin egemenliğine girmişti. Radyo karbon testleri bölgede, M.Ö. 1630’da, büyük bir volkan patlamasının yaşandığı ortaya koymuştur.. 

M.Ö. 1 400’lerde, Pelopones’ten gelen Akalar ile başlayan ve Dor akınlarıyla süren Yunan saldırıları yaşanmıştır. Dorlar döneminde birbirleriyle çatışan kent devletleri kurulmuştur. Bu parçalanmalar, M.Ö. II. Yüzyıl’da Girit’in önemini oldukça azaltmış, Girit Uygarlığı’nın tarih sahnesinden silinmesine neden olmuştur. 

Çevresindeki değişik kültürlerle kurmuş oldukları ilişkiler sayesinde Giritliler, denizciliğe dayalı özgün bir uygarlık geliştirmişlerdi. Girit Uygarlığı tarih kitaplarında  “Minos Uygarlığı“ olarak anılıyor, fakat bu tanımlama, ülkenin mitolojik kralı Minos’tan esinlenen İngiliz arkeologlar tarafından yapılan bir yakıştırmadır. 

Girit Uygarlığı ilk keşfeden İngiliz arkeolog Sir Arthur Evans, bu uygarlığı kuranların,  Kalkolitik ya da Neolitik dönemde Anadolu’dan göçtüklerini savunmuştur. Bu düşüncesine de, Girit ve Batı Anadolu’daki kazılarda ortaya çıkarılan buluntuların, ölü gömme kültürlerinin, Ana Tanrıça kültünün ve dillerinin benzerliklerini kanıt olarak gösterir. Girit’te de kent adları –ssos, -thos, -nd, -nfha gibi Luvice son eklerini almışlardır. A. Furnes de, Neolitik Girirt’in en erken seramik örnekleriyle Alacahöyük’ün Kalkolitik Dönem örnekleri arasındaki benzerliklerin, Sir Evans’ın Girit ile Anadolu kültürü arasında kurduğu kültürel ilişkileri desteklediğini savunmuştur. 

Girit Uygarlığı kendilerine özgü bir alfabe geliştirmişlerdi. Arkeolojik kazılarda, özellikle Phaistos (Festos) sarayı kalıntıları arasında bulunan diskler üzerindeki …..yazılar henüz okunamadığı için, Giritlilerin dilleri ve Giritlilerin kendilerine ne ad verdikleri bilinmiyor.

Girit Uygarlığı’nın tarihe karışmasından sonra ortaya çıkan Odysseia Destanı’nda Hemoros, Girit’in yerli halkını Eteokriti (Gerçek Giritliler) olarak anmaktadır. Kimdi bu gerçek Giritliler, bilinmiyor. Batılı tarihçiler bu benzersiz uygarlığı “Minos Uygarlığı” olarak kabul etmemizi istiyorlar.

GİRİT’TEKİ İLK İNSAN İZİ 9 BİN YILLIK  

Girit’teki ilk insan izleri Neolitik Dönem’e tarihlenmektedir. Bu dönemden kalma seramiklerle Anadolu’daki kazılarda ele geçen aynı döneme ait seramikler arasındaki benzerlik, Girit Uygarlığı’nı oluşturanların Anadolu’dan göçtüklerini ortaya koymaktadır. Harvard ve Washington üniversitelerinin ortaklaşa yürüttükleri genetik araştırmalar da, M.Ö. 3500’lerde Girit’te “Minos Uygarlığı”nı oluşturanlar ile M.Ö. 1600-1100 yıllarında Yunanistan’ın güneyinde Miken Uygarlığı’nı oluşturan halkların Güneybatı Anadolu’dan göçtüklerini doğrulamıştır. 

Diğer taraftan, Girit’teki kazılarda ele geçen seramik malzemelerin gerek form,  gerekse üzerlerindeki konu ve desen benzerliği, Girit Uygarlığı ile Etrüsk Uygarlığı arasındaki kültürel ve tarihi bağları da net olarak ortaya koymuş olmasına rağmen, bu konularda yeterli araştırma yapılmamıştır. Arkeolog Walter Burkert, Girit dini ile ilgili olguların Etrüsk, Antik Yunan ve Roma kültürleriyle ilişkili olabileceğine dikkat çekmiştir.   

Girit Uygarlığı, kendi kendini besleyebilen kaynaklara ve gerektiğinde kendini koruyabilecek donanma gücüne sahipolan bir devletti. 

Girit Uygarlığı, M.Ö. 1580-1100 yıllarında adaya egemen olan Mikenlilerden farklı olarak, emperyalist olmayan, ticarete önem veren bir politika benimsemişlerdi. Hem tarımda hem de sanat ve mimarlıkta ileri düzeydeydiler. Peleponnes merkezli olarak gelişmiş olan Miken uygarlığı, ağırlıklı olarak Girit Uygarlığı’ndan etkilenmişti. 

M.Ö. 16. Yüzyıl’da, nüfusun artmasına bağlı olarak paylaşılacak kaynaklar azaldıkça, bölgede korsanlık ve saldırganlık giderek artmıştı. 

M.Ö. 800’lerde Miken Uygarlığı’nın çöküşe geçtiği dönemde, Antik Yunan Uygarlığı canlanmaya başladı. Bu dönemde Yunanlılar, Fenike ve Girit alfabelerinden yararlanarak Yunan Alfabesi’ni oluşturdular. 

Daha sonraları Dor (M.Ö. 100-67), Roma (M.Ö.67-M.S. 395), I. Bizans (395-824), Arap (824-961), II. Bizans (961-1204) dönemlerinde yaşanan ilişkilerin yoğunlaşmasıyla bir çekim merkezine dönüşen Girit, kültürel ve sosyolojik açıdan çok kozmopolit bir yapıya dönüşmüştü. 

VENEDİKLİLER DÖNEMİ

İstanbul’un alınışından sonraki dönemde Osmanlı’yı en çok uğraştıran devletlerden biri olan Venedik, Girit’i, IV. Haçlı Seferi (1204) sırasında yağmalanan Bizanslılardan satın almışlardı. Tarihin ilk sömürgeci, ilk emperyalist devleti olan Venedik,  Doğudaki ileri karakolları konumundaki Girit’i elde tutabilmek için, Batı Anadolu’aki Aydınoğulları ve Menteşoğulları ile ekonomik ve siyasi ilişkiler kurmuşlardı. 

Yıldırım Beyazıt döneminde Venedikliler, Menteşe ve Aydın’a sancak beyi olan Şehzade Süleyman ile siyasi ve ticari ilişkiler kurarak, batıdan gelebilecek Osmanlı tehdidini önlemeye çalışmışlardı. 

Osmanlı ile Venedik arasındaki çatışmaların ana konusu genellikle Girit olmuştu. Osmanlı’nın henüz güçlü bir donanması olmadığı için, 1430 yılında yapılan anlaşma, Venediklilere, Ege ve Akdeniz’de üstünlük sağlamıştı. 

Fatih Sultan Mehmet, Ege ve Akdeniz’de egemenliğin Osmanlı’da olmasını hedeflediğinden, Osmanlı-Venedik ilişkilerinde sorunlar yaşanmaya başlanmıştı. Osmanlılar ilk defa Kanuni Sultan Süleyman döneminde Girit’e ayak bastılar. İtalya seferleri (1533-37) sırasında, bir önlem olarak, Sperlanka Kalesi’ni yıkan Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa, 1538’de Kandiye’de karaya çıkarak Girit’in önemli yerleşim birimleri olan Resmo, Hanya, Sitia ve Suda’ya saldırılar düzenledi. Venedikliler Osmanlı donanmasına karasularında serbestçe dolaşma izni vererek Girit’i elde tutmaya çalıştılar. 

II. Selim döneminde, Kıbrıs’ın fethi sırasında, Girit de kontrol altına alınmaya çalışıldı. Çünkü, Ege ve Doğu Akdeniz’i kontrol altına alarak Kuzey Afrika coğrafyasına uzanmaya karar veren Osmanlı İmparatorluğu, Girit’in Venediklilerin kontrolünde kalmasını istemiyordu. Venedikliler, Doğu Roma’ın başkentini ele geçirdikten sonra güçlü bir donanma oluşturan Osmanlıların Ege ve Akdeniz’i kontrol altına alarak Afrika’nın kuzey bölgelerine ve Avrupa’nın güney sahillerine seferler düzenleyeceklerini tahmin ediyorlardı. 

IV. Murat döneminde Avlonya olayı ve Sultan İbrahim döneminde Mısır’a giden Sünbül Ağa’nın Girit yakınlarında Malta korsanları tarafından saldırıya uğraması, yağmalanan mallarının Girit’te satılması üzerine tırmanışa geçen gerginlik, Girit’te Venedik egemenliğinin sona ermesine neden oldu. 

1645’de, Yusuf Paşa komutasındaki Osmanlı donanması, 54 günlük bir kuşatma sonrasında Hanya kalesini ele geçirdi. Hanya Fatihi Yusuf Paşa’dan sonra Girit’teki kuvvetlerin başına getirilen Deli Hüseyin Paşa Girit’in büyük bir bölümünü ele geçirdi. Limni ve Bozcaada’yı kaybeden Venedikliler Girit’i elde tutabilmek için uzun süre direndiler, ama Osmanlılar da Kandiye kalesi yakınlarına İnadiye kalesini yaparak Girit’i kontrolleri altında tutmaya devam ettiler. 

Ege ve Akdeniz’i kontrolü altına almak isteyen Osmanlılar açısından Girit, çok stratejik konumdaydı ve mutlaka alınması gerekiyordu. Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetlerinin 2.5 yıl büyük bir kararlılıkla sürdürdükleri kuşatma sonrasında, 6 Eylül 1669’da imzalanan bir anlaşmayla Girit, Osmanlı İmparatorluğu’na katıldı. Bu anlaşmada Venediklilere bırakılan Spinalonga ve Suda, 1715’teki Mora seferi sırasında ele geçirildi. Girit, merkezi Kandiye olan ve Hanya ile Resmo sancaklarından oluşan imtiyazlı bir Osmanlı eyaleti oldu. 

Osmanlı Girit’te çok adaletli bir düzen kurmuştu. Yerli halkın malına ve arazisine dokunmamış, vergi almakla yetinmiş, imar çalışmalarını sürdürmüştü. Osmanlı döneminde hem Müslüman hem de Hıristiyan nüfusta büyük artış olmuştu. 

Girit’in fethinden (1669) Mora isyanının yaşandığı 1820’lere kadar Girit’te önemli bir olay yaşanmadı. 

HUZURSUZLUK BAŞLIYOR

Çar Çiçero döneminde başlayan Rus kışkırtmaları ve 1789 Fransız Devrimi’yle uyandırılan milliyetçilik akımları yanı sıra Osmanlı’nın giderek güç kaybetmesi, Rumların kurdukları Heteria Cemiyeti’nin çalışmaları Girit’te huzurun bozulmasına neden oldu. 

Osmanlı’nın, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın isyanlarını bastırmaya çalıştığı sıralarda, Mora ve adalarda başgösteren ayaklanmalar Girit’e de sıçradı. 1821’de başlayan ayaklanmalar sırasında Türk yerleşim yerleri yakıldı, yıkıldı, katliamlar yaşandı. Girit’in Hıristiyan halkı, 1830 yılında, adanın üç koruyucu devlet (İngiltere, Fransa ve Rusya) tarafından kurulan Yunanistan’a devredilmesi isteği ile yeniden ayaklandılar. 

Padişah II. Mahmut Girit ve Mora isyanlarını bastırması için Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’dan yardım istedi. M. Ali Paşa Mora’nın kendisine verilmesi karşılığında yardım etmeyi kabul etti, 1831’de Girit’teki isyanları bastırdı, fakat bu arada Mora, bağımsızlığını kazanan Yunanistan’a verilmişti. Bunun üzerine M. Ali Paşa yeniden Beriyyetüşşam’ı (Suriye) istedi. Olumlu yanıt alamayınca da harekete geçerek Konya’ya kadar ilerledi. 

Bu gelişme üzerine, Batılı dostlarından beklediği desteği alamayan II. Mahmut Rusya’dan yardım istedi. Rusya ile Osmanlılar arasında Hünkar İskelesi Anlaşması imzalandı (3 Temmuz 1833). İngiltere, Rusya’nın bölgedeki etkisinin artmasından duyduğu kaygı nedeniyle M. Ali Paşa’ya baskı uyguladı ve Osmanlılar ile Kütahya Anlaşması’nı (1833) imzalamaya razı etti. Uzun ömürlü olmayacağı bilinen anlaşmayla Mısır ve Girit valilikleri Mehmet Ali Paşa’ya verildi. 

Kütahya Anlaşması’nın imzalanmasından sonra Girit’e giden M. Ali Paşa, 15 Temmuz 1840’da imzalanan Londra Anlaşması’yla adadaki haklarını kaybetti. Girit’in yönetimi, vezir rütbesindeki M. Ali Paşa’nın muhafızı Mustafa Paşa’ya verildi. 

Osmanlı’ya istediği yardımı vermemeleri nedeniyle Rusların İstanbul Boğazı’nı geçmelerine neden olan İngiltere ile Fransa, Rusları yeniden Azak Denizi’ne hapsedebilmek amacıyla Osmanlı’yı Kırım Savaşı’na (1853-56) sürükleyecek ve imparatorluğun çöküş sürecine girmesine neden olacaklardı.

HEDEFLERİ GİRİT’Tİ 

1864’de Ege’deki yedi adanın kendilerine verilmesi, Yunanlılarda, “Büyük Yunanistan” kurma hevesi uyandırdı. Yunanistan, Girit’i Osmanlı’dan alabilmek için, her fırsatta ada halkını ayaklanmaya çağırıyor, Osmanlı’dan da kabul edemeyeceği isteklerde bulunuyordu. Adadaki Hıristiyanlar, 2 Eylül 1866 tarihinde geçici bir devlet kurdular ve Yunanistan’a bağlanma kararı aldılar. Fransa ve Rusya da, adaya özerklik verilmesi için Osmanlı’ya baskı yaptılar. Bunlar olurken, Hobart Paşa komutasındaki Osmanlı filosu, Yunanlıların adaya gönüllü, erzak ve silah taşımalarını engellemeye çalışıyordu. 

Mayıs 1867’de, Girit’te isyan hareketlerinin büyümesi üzerine Rusya, Fransa’nın da desteğini alarak, adaya uluslararası bir heyetin gönderilmesini istedi. Osmanlı, İngiltere ve Avusturya, Rusya’nın niyetini bildikleri için, bu teklife karşı çıktılar. Bunun üzerine Fransa; 29 Ekim 1867 günü, Rusya, İtalya ve Prusya ile birlikte Osmanlı’dan, “mütareke yapmak üzere adaya bir heyet göndermesini” istedi. Bu isteği kabul etmeyen Sultan Abdülaziz, Ali Paşa’yı Girit’e gönderdi ve adadaki Hıristiyan halkın haklarını koruyan bir nizamname yayınladı (4 Ocak 1868). 

Yunanlılar, Osmanlı’nın Girit’e verdiği imtiyazların yetersiz olduğu gerekçesiyle silahlanmaya başladılar. Bab-ı Ali, Aralık 1868’de Yunanistan’a bir nota vererek, gönüllü kıtaların dağıtılmasını, gemilerin silahsızlandırılmasını istedi. Bir savaş çıkacağını anlayan Prusya’nın araya girmesiyle 1869’da Paris’te bir konferans düzenlendi. Konferansta adanın yönetim düzeni belirlenirken, Yunanistan’a da ihtarname gönderilmesine karar verildi.

Osmanlı Devleti 1877’de Rusya ile bir savaşa tutuşunca, Girit’i Yunanistan’a bağlamayı hedefleyen ayaklanmalar başladı. Toplanan Berlin Konferansı’nda Batılı devletler Yunanistan ile Girit’in isteklerini dikkate almadılar ve yalnızca, Berlin Anlaşması’nın 23’üncü maddesinin başlangıcına, “Osmanlı’nın, 1868 Nizamnamesi’nde gerekli değişiklikleri yaparak uygulayacağına” ilişkin taahhüdünü eklediler. 

1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında büyük başarılar gösteren Gazi Ahmet Muhtar Paşa, kördüğüme dönüşen sorunları çözmek üzere Girit’e gönderildi. 80 yıllık ömrünün 55 yılını asker ve diplomat olarak devlet hizmetinde geçirmiş olan Gazi Ahmet Muhtar Paşa, adadaki Hıristiyanların temsilcileri ve ilgili devletlerin konsoloslarının da katılımıyla Haleppa’da, 23 Ekim 1878’de, Girit’in yönetimine yenilikler getiren bir sözleşme imzaladı. Buna göre adanın valisi Hıristiyan olacak, jandarma teşkilatına Hıristiyanlar da kabul edilecekti. Kurulacak meclisin alacağı kararlar, padişahın onayına bağlı olacaktı. 

Haleppa Sözleşmesi, Girit’i Yunanistan’a bağlama çalışmalarına engel olamadı. 1895 yılında Bulgaristan emâretiyle Doğu Rumeli birleşince, Girit’i de Yunanistan’a bağlama çalışmaları yeniden başladı. Bunun üzerine Osmanlı Hükümeti Girit’e, “Fevkalade Komutan ve Vali Vekili” sıfatıyla Şakir Paşa’yı gönderdi. Paşa, 1889’da yayınlanan bir fermanla, daha önce verilen bütün imtiyazları geri aldı. 

Girit Hıristiyanlarının Haleppa Sözleşmesi’nin yeniden uygulanmasını istemeleri üzerine, 1895’te adaya gönderilen Teodori Paşa da sorulara bir çözüm bulamadı. 

1896’da, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında çatışmalar çıkması üzerine gemilerini  Girit’e gönderen garantör devletler, Bab-ı Ali’den, 1878 Tarihli Haleppa Sözleşmesi’nin aynen uygulanmasını istediler. Osmanlı’nın söz vermesine rağmen, huzursuzlukları devam etmesi üzerine, garantör devletlerin de yönlendirmesiyle, 25 Ağustos 1896’da Haleppa benzeri yeni bir sözleşme imzalandı, adada çalkantılar duruldu.

Adaya huzur gelmesi, gizli planlarını bozduğu için, Yunanistan’ı memnun etmemişti. Bazı sivil toplum örgütlerinin de baskısıyla Yunanistan, Prens George komutasındaki bir filoyla, 10 Şubat 1897’de adaya asker çıkardı. Yunan askerlerinin komutanı Vassos, 16 Şubat 1897 günü, adayı Yunan kralı adına zaptettiğini duyurdu. Bu oldu-bittiyi kabul etmeyen İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya, Almanya ve Avusturya adaya asker çıkardılar. Osmanlı’nın ısrarı zerine, adaya asker çıkaran devletler, 2 Mart 1897’de, Yunanistan’a bir nota vererek Girit’teki askerlerini derhal geri çekmesini istediler. Yunanlılar, Osmanlı’nın adaya asker çıkarmaması koşuluyla, Girit’teki askerlerini çekmeye razı olduğunu bildirdi. 

Yunanistan’ın askerlerini çekmesi üzerine, yabancı askerlerin temsilcisi olarak  Fransız Amiral Pottier, Girit Vali Vekili İsmail Paşa’ya bir mektup göndererek, “tam muhtariyet esaslarına uymadığı” gerekçesiyle Girit’teki Türk askeri varlığının azaltılmasını istedi. 

Osmanlı, adaya asker çıkarmış olan devletlere karşı savaşı göze alamadığı için, bazı koşullar çerçevesinde adadaki askeri varlığını azaltmayı kabul etti. Fakat yabancı devletler Osmanlı’ya verdikleri sözleri tutmadılar. Türk askeri adadan ayrılınca Kandiye ve Kasimo’da Türk bayrağı göndere çekilmez oldu. Yunan Prensi Geoge da, yabancı devletlerin bastırmasıyla, üç yıllığına Girit Valisi oldu. 19 Kasım 1898’de yabancı devletler, küçük bir askeri birlik bırakarak Girit’ten ayrıldılar. 

Prens George, 1906’da görevden ayrılırken, halefinin seçimini Yunan kralına bıraktı. Osmanlı bu kararı protesto edince, belirsizlik 1908 yılına kadar sürdü. Yunanistan kralı tarafından atanan adanın yeni komiseri Zaimis’in, “Girit’teki askerlerinizi çekin”  isteği, yabancı devletler tarafından hemen kabul edildi (11 Mayıs 1908).

Girit Milli Meclisi, Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından ilhakını ve Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesini fırsat bilerek, Girit’in Yunanistan’a katılması kararını kabul edince, Osmanlı İmparatorluğu’nun pek çok eyaletinde kararı protesto eden gösteriler yapıldı. Bu gösteriler üzerine dört garantör devlet Osmanlı’ya, kendilerinin izni olmadan, Girit’in ilhakını tanımayacakları garantisi verdiler. 

13 Temmuz 1903’te garantör devletler, Girit’teki askerlerini çekecekleri, adadaki Müslümanların can ve mal güvenliğinin sağlanacağını bildirdiler. 

Garantör devletlerin Girit’i terkettikleri gün Hanya Kalesi’ne Yunan bayrağı asıldı. Osmanlı’nın durumu şiddetle protesto etmesi üzerinde Yunanistan, çözümün, Girit’in güvenliğini garanti eden devletlerin sorumluluğunda olduğunu açıklamak zorunda kaldı. Buna açıklamasına rağmen, Yunanistan’ın, Hanya Kalesi’ndeki bayrağını indirmemekte ısrar etmesi üzerine adaya gönderilen garantör devletlerin askerleri, kaledeki bütün bayrak direklerini söktüler. 

Girit’i ilhak etme hevesinden vazgeçmeyen Yunanistan, adanın bir Helen adası olduğuna ilişkin düzenlediği yalanları kabul ettirebilmek için, özgün bir uygarlık olduğu  kabul edilen “Minos Uygarlığı”na ait bütün kalıntıları ve arkeolojik buluntuları yok etme, kadim yerleşim birilerinin adlarını değiştirme çabası içinde oldu. 

MECLİS HELEN KRALI ADINA AÇILINCA…

Hıristiyan ağırlıklı Girit Milli Meclisi,  9 Mayıs 1910 günü, “Helenlerin Kralı” adına açıldı ve milletvekilleri kral adına yemin ettiler. Osmanlı ilhak uygulaması saydığı bu töreni şiddetle protesto etti, Yunan mallarına ambargo uygulanacağını ilan etti. Bu kararlı duruş üzerine, 29 Ekim 1910 günü garantör devletler, Osmanlı’nın Girit’teki haklarını korumaya kararlı olduklarını bildirdiler. 

Eylül 1911’de görev süresi dolan Komiser Zaimis yerine Girit’i Yunanistan adına yönetecek bir komiserin atanacağını haber alan Osmanlı Devleti, durumu garantör devletler nezdinde protesto etti, böyle bir atamanın asla kabul edilmeyeceğini bildirdi. 

Garantör devletler Osmanlı’nın bu protestosuna rağmen, Girit’i Yunanistan ile birleştirmek üzere bir adım atmaya, Osmanlı’nın kararlılığını ve gücünü test etmeye karar verdiler. Girit Milli Meclisi, Ekim’de, milletvekillerinin Atina’ya giderek, Yunan Meclisi’nin toplantılarına katılmana karar verdi. Yunanistan, Osmanlı’nın tepkisini tahmin ettiği için, bu karara karşı çıktı.

Mart 1911’de, Girit Meşruti İdari Komitesi, siyasi bir oyunla düşürüldü, yerine Helen şahinlerinin çoğunlukta oldukları bir meclis yapısı oluşturuldu. Bu meclis, 25 milletvekilini, meclis toplantılarına katılmak üzere Atina’ya gönderdi. Fakat, milletvekillerini Atina’ya götüren geminin yolu İngilizler tarafından kesildi ve milletvekilleri tutuklandılar. Osmanlı, garantör devletlerin bu gösterisiyle yetindi, başka hiçbir girişimde bulunmadı. 

Balkan Savaşları başlayınca da Yunan Hükümeti, 10 Ekim 1912’de iki meclisin birleşmesine karar verdi. 26 Ekim’de de, Atina’nın atadığı Dragumis, Girit valisi olarak göreve başladı. Osmanlı Devleti durumu garantör devletler nezdinde protesto etti ve Atina büyükelçisini geri çekti. 

Tarih kitapları, bundan sonra Girit’e ilişkin gelişmeleri özet olarak verirler: “Bu arada başlayan Balkan Savaşları’nın ardından, 30 Mayıs 1913’te imzalanan Londra, 10 Ağustos 1913’te imzalanan Bükreş anlaşmalarıyla Osmanlı Girit’teki haklarını kaybetmiştir.” 

Acaba öylemi? 30 Mayıs 1913 Londra, 10 Ağustos 1013 Bükreş ve 24 Temmuz 1924 Lozan anlaşmaları Girit konusunda neler diyor? 

“GİRİT’İN DÖRTTE ÜÇÜ TÜRKİYE’NİNDİR”

Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri E. Kurmay Albay Ümit Yalım yıllardır yazdığı makalelerde, katıldığı konferanslarda, televizyon programlarında, “Girit’in dörtte üçü Türkiye’nindir. 30 Mayıs Londra Anlaşmasını iyi okuyalım” diyor. E. Kurmay Albay Ümit Yalım, Yunanistan İyon Denizi’nde karasularını 12 mile çıkarmadan çok öce uyarıda bulunmuş, “EastMed Doğalgaz Boru Hattı, Türkiye'nin kıta sahanlığından geçiyor. Türkiye'nin egemenlik haklarını ihlal ediyor. Bu girişimleri önlemek için Türkiye, Kıta Sahanlığı'nı ve Münhasır Ekonomik Bölgesi'ni derhal ilan ve deklare etmelidir” demişti. 

Peki, nedir Girit’e ilişkin haklarımız? 

Onları da, “Girit’in dörtte üçü Türkiye’ye ait” diyen Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri E. Kurmay Albay Ümit Yalım’dan dinleyelim:

“Türkiye’nin burada dörtte üç hakkına sahip çıkması lazım, çıkmadığı sürece onlar her türlü şeyi yapar. Öyle bir şey ki elimizde kapı gibi belgeler var. Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ açık, net bir şekilde Girit Adası’nın dörtte üçünden feragat etmişler ama kimse sahip çıkmıyor, ben ortaya koydum. 

İşin ilginç tarafı, Yunanistan da bunu savunamıyor. Yani burası bize aittir diyemiyor. Çünkü 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması’na baktığımız zaman açık ve net bir şekilde şöyle yazıyor 4. maddesinde: ‘Majesteleri Osmanlı İmparatoru, Girit Adası’nı, majesteleri müttefik krallara bırakır.’

Kim bu krallar? Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan, Karadağ. Burada açık bir şekilde paylı mülkiyet var. Yunanistan’ın Girit Adası üzerinde tek başına ferdi mülkiyeti yok. Tabii bu 1. Balkan Savaşı’ndan sonra yapılan bir antlaşmaydı. Sonrasında Balkan devletleri birbirine düştü ve 2. Balkan Savaşı oldu. Onun sonrasında yapılan 10 Ağustos 1913 tarihli Bükreş Antlaşması’nda da açık ve net bir şekilde diyor ki:

‘Bulgaristan Girit Adası üzerindeki hakkından feragat edecektir.’

Bu ne demek? Yunanistan’ın Girit Adası üzerinde tek başına ferdi mülkiyet hakkı yok. Bulgaristan, herhangi bir şekilde, ‘Yunanistan lehine feragat ediyorum’ demediği sürece böyle bir şey yapamaz. Ayrıca, zaten öyle bir şey demiyor. Mesela, antlaşmayı imzalayanlar arasında Venizelos da var. Bunlar bu maddeyi öyle bir koymuşlar ki, daha sonra biz oldu-bittiyle bu adanın tamamına çörekleniriz mantığıyla yapmışlar.”

24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile Girit Adası’nın sadece dörtte birinin Yunanistan’a ait olduğunun bir kez daha teyit edildiğini belirten Yalım, açıklamalarını şöyle sürdürüyor:   

“Lozan’ın 12. maddesine baktığımız zaman, 30 Mayıs 1913’ü tekrar teyit ediyor. Lozan Antlaşması’ndan sonraki süreç içerisinde de Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ Girit Adası üzerinde herhangi bir şekilde bayrak çekmemiş, oraya vatandaşını ya da herhangi bir şekilde asker de koymamış. Dolayısıyla, buradaki haklarından fiilen feragat etmiş. Böyle bir durumda uluslararası hukuka göre aslına rücu eder. Yani Osmanlı Devleti’ne geri gelir. 

Bizde Osmanlı Devleti’nin mirasçısıyız. Mirasta bir cüzi halef, bir külli halef vardır. Biz külli halefiz, yani Osmanlı Devleti’nin hem borçlarını hem de mal varlıklarını almış durumdayız. Osmanlı Devleti’nden kalan borçları Türkiye Cumhuriyeti Devleti son kuruşuna kadar ödedi, biliyorsunuz. Dolayısıyla, Türkiye’nin Girit Adası’nın dörtte üçünü istemesi lazım. 

Zaten Yunanistan da bundan bayağı tedirgin olmuş durumda. Şimdi onlar da diyor ki ‘Bizim tezimiz daha kuvvetli.’ Bakın, tez başka, o bir iddiadır. Bizimkisi somut belge, kanıttır. Yunanistan bu konuyu zaten savunamıyor, savunması da mümkün değil. Ama çok enteresan bir konu, üzerine de çok fazla gidilmiyor.”

 “…Biliyorsunuz, uyuşmazlıklar konusunda Yunanistan, ‘2015 yılı itibarıyla Uluslararası Adalet Divanı yargı yetkisini kabul etmiyorum’ dedi. Dolayısıyla, bu konunun herhangi bir şekilde Uluslararası Adalet Divanı’na taşınması mümkün değil. Ama Türkiye NATO nezdinde ve BM nezdinde girişimde bulunarak bunları söke söke alır. Çünkü antlaşmaların hepsi BM’ye gidiyor. 

Türkiye başvurup ‘Böyle bir durum var’ derse, Yunanistan’ın kendisini savunacak hiçbir tarafı yok. Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ da şimdi çıkıp da, ‘Efendim, biz hakkımızı istiyoruz’ diyemez, çünkü çok uzun bir süre geçti ve zaten fiilen feragat etmiş durumdalar. Türkiye eğer BM ve NATO nezdinde bir girişimde bulunursa, hakkını söke söke alır, her şey ortada...”

Dünya düzeninin yeniden kurulmakta olduğu bir dönemde, haklarımıza sonuna kadar sahip çıkmamız gereken bir süreç yaşamaktayız. 

Türkiye’den bir tehdit gelmediği halde Yunanistan’ın süratle silahlanmasının nedeni nedir? Batılı dostları, ekonomisi çökmüş Yunanistan’a hangi nedenle bol keseden silah kredisi açıyorlar? ABD, proje ortağı olduğumuz, parasını ödediğimiz F-35’leri vermezken, bu uçakları Yunanistan’a uzun vadeli krediyle vermesinin nedeni nedir? 

Yunanistan’ın silahlanma heyecanını “Bu neyi hazırlığıdır komşu?” diye sorgularken, dünyanın anlayacağı bir dille konuşmaya hazırlıklı olmalıyız. Çünkü, Türkiye, yağmalanmak isteyen haklarına sahip çıktıkça, Ege’de, Doğu Akdeniz’de, Libya’da, Afrika içlerinde, Kafkasya’da bayrak gösterdikçe, yeni cepheler oluşmakta, saldırılar yoğunlaşmaktadır.  

Bizi “Sözde müttefik” sayan Batılı dostların Girit konusunda kaygıları var. BM onaylı Londra ve Zürih anlaşmalarının, “Türkiye’nin üye olmadığı bir topluluğa Kıbrıs katılamaz” hükmüne rağmen, AB Anayasası’nın “Sınır sorunları olan bir ülke AB üyesi yapılamaz”  koşuluna rağmen, Rumları, Ada’nın tamamını temsilen AB üyesi yapanlar, hem bu ikiyüzlülüğün hem de Girit’te geçerliliğini yitirmiş anlaşmaların gündeme gelmesinden kaygılanıyorlar. 

Türkiye Libya ile imzaladığı “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” ile çağdaş haramilerin Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya uzatmayı planladıkları EastMed doğalgaz boru hattının önüne öyle bir set çekti ki, bölgedeki enerji denklemlerini altüst oldu. ABD/İsrail’in, Avrupa’yı Rus doğalgazıan bağımlı olmaktan kurtarma planı suya düştü. Türkiye, Girit’in statüsüne ilişkin 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması’nı gündeme getirdiğinde çağdaş haramilerin işleri daha da zorlaşacaktır. 

İyon Denizi’ndeki karasularının 12 mile çıkarılmasını, ‘1982 Uluslararası Deniz Hukuku’ndan doğan bir hak’ olduğunu  savunan Yunan Başbakanı Miçotakis’e, ülkesinin bir ada devleti olmadığını ve de Girit’in statüsüne ilişkin 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması’nı, 10 Ağustos 1913 Bükreş Anlaşması’nı, 14 Kasım 1914 Atina Anlaşması’nı ve 24 Temmuz 1923 Lozan Anlaşması’nı hatırlatırız.