Malik OTARBAYEV

Sesi, vapurun uğultusunda boğuluyor olsa da delikanlı, denizin ona hissettirdiği sevinçle “He-he-he-hey!” diyerek rüzgâra karşı uçan martılara seslendi. Ardından avazının çıktığı kadar haykırdı. Her yerde haykıramazdı. Bunu bir de Tanrı Dağları’na çıktığında yapabilirdi.

Tölegen, birden Süleymaniye Camisi’nde namaz kılmaya yetişemeyeceği endişesiyle telaşlandı. Namazdan sonra meşhur Erzincanlı Ali Baba lokantasında kuru fasulye yiyecekti. Ayrıca hafta sonları tarihî yerleri gezmeyi de çok severdi. Sırf bunlar için bu deniz yolculuğunu yapmaya karar vermişti. Martıların kanatlarıyla birlikte süzülen beyaz dalgalara baktı. Bu büyülü dalgaların sesiyle, simit kapan arsız martıların baş döndürücü uçuşuyla daldığı masallar diyarından seyyar satıcının “Anahtarlık ister misin, abi?” sesiyle çıkıverdi. Anahtarlık istemedi. Kaygılı insanların telaşına aldırış etmeyen, Asya’dan hareket edip İstanbul Boğazı üzerinden Avrupa Yakası’na doğru yaklaşan hımbıl vapur, sabit bir hızla yoluna devam ediyordu.

Boğaz, Tölegen’in gözlerini kamaştırıyordu. İçinde hem kalabalığı hem tenhalığı barındıran bu deniz de ona benziyordu. Vapur, martılarla dalgaların eşliğinde Eminönü İskelesi’ne yaklaşırken minarelerden ezan sesi yükselmeye başladı. Tölegen vapurdan inip cadde kenarında duran taksiye binerek Süleymaniye Camisi’ne doğru yola koyuldu. İstanbul’un üçüncü tepesi üzerinde engin bir yükseklikle hayalleri süsleyen caminin minareleri, ezan okundukça daha bir endamlı görünüyordu. 

Kubbelerin etrafında uçuşan güvercinler, müezzinin yankılanan sesine âdeta kulak kesilmiş gibi kanat seslerini örterek uçuşuyorlardı. Eski zamanların yükünü taşıyan yaşlı çınar ağaçları, rüzgârın hafif hışırtısıyla ezana eşlik eder gibiydi. Cami avlusunun etrafında oynayan dilenci çocukların neşeli gülüşleri, cami haziresindeki mezar sakinlerinin yalnızlıklarını unutturuyordu sanki.

Caminin içine giren Tölegen, imamın arkasında saf tuttu. Bu kutlu mekânın, onu sarıp sarmalayan mistik havası dışarıdaki dünyadan tamamen farklıydı. Namazın bitiminde imam, uzun uzun dua etti. Onun duası, bir yakarış, bir iç dökmeydi. Gökyüzüne açılan elleri, neredeyse semalar ötesine değecek gibiydi. Belli ki yüreği yaralıydı. Dünyada olup biten şeylerden rahatsızlık duyuyordu. Kelimeleri tespih çeker gibi tane tane seçiyordu. 

“Ey Yüce Allahım, daima ışığına hasretiz. Koyu bir gölgedeyiz.” diyordu. “Simalarımızda renk kalmadı, düşüncelerimizde hayat. Âdeta kendi vehimlerimizin cinnetini yaşıyoruz. İki büklümüz. Doğrulup harekete geçemiyoruz. Fütursuzca günah işleyen arsızlar, bu arsızlığı seyreden hissizler var. Günahkâr tevbe bilmiyor, seyredenlerden samimi bir ses yükselmiyor. Bizi biz yapan insani değerlerimizi bir bir yitiriyoruz. Hatalarımız, denizleri kirletecek kadar cesim ve ürpertici. Birbirimizi öldürüyor, masumları ağlatıyoruz. Deniz, bağrına atılan insan evladını, çaresizlikten kıyısına bıraktı. Biz insanlar yüzünden. Rabbimiz, dertlerimizi dergâhına açıyor senden dermanı ümit ediyoruz. Umudumuzu da ümitsizliğin insafsızlığına bırakma.” 

Dua bitince cemaat söylenenlerden etkilenmiş bir hâlde, oturmaktan uyuşmuş ayaklarıyla yerlerinden kalkarak dışarıya çıkmaya başladı. Onları, kapıda dilenci çocuklar karşıladı. Dilenmek için en uygun an, imamın uzattığı duaların ardından gelen andı. Tölegen söylenenlerden o kadar etkilenmişti ki bir müddet olduğu yerden kalkamadı. Gözleri doldu. Martı kuşunun gözlerinde saklı olan o masmavi denizin karanlık kaderini görmüştü bir anda. Denizin karanlık dalgasında çalkalanan teknede korku içinde bekleşen insanlar göz önünde belirdi. Aysız gecenin karanlığında ölüme sarılan çocukları gördü ve ürperdi. Onları selamet sahiline çıkar Allahım, diye el açıp yürekten yalvardı. 

Sonra pazarda satış yapan annesinin, taksicilik yapan emekli babasının, kardeşleri Ayman ile Aybek’in şu an neler yaptıklarını düşündü. Onlara da dua etti. Ailesine kavuşmayı, sofra başında otururken uzun uzun onlarla sohbet etmeyi arzuladı. Babasının arabasını yıkadığını, annesine pazarda yardımcı olduğunu, kardeşleriyle kitap okuduğunu hayal etti. Gözlerinden damla damla yaşlar akmaya başladı. Ailesini, annesi ile babasının tatlı tebessümlerini özlemişti. Çok özlemişti. 

Tölegen etrafına bakınca içeride kimsenin kalmadığını gördü. Dışarıya çıkıp derin derin nefes aldı. Asırlar önce büyük bir sanatla yapılan camiye baktı. Mermerden inşa edilen tarihî eseri, upuzun bir zamandır ayakta tutan taşların dayanıklılığına hayret etti. “Bu taş, dışarıda ayaklar altında kalsaydı ancak bir taştan ibaret olacaktı. Kimse ona değer vermeyecekti. Bu tarihî eserin bir parçası olmasıyla bir değer kazanmış. İnsan da öyle değil mi? O da kendine yakışan bir yer bulursa değerli olur. Kimse yurdundan uzaklarda, karanlık dalgalarda kalmamalı.” diye düşündü. Caminin yan sokağında bulunan tarihî lokantaya doğru yürüdü.

Lokantaya uzanan kaldırımın üzerinde oynayan Suriyeli çocuklar, Tölegen’in gelişini bekliyorlarmış gibi görür görmez önünü kesip:

“Allah rızası için!” diye ellerini uzattılar ve peşini bırakmadan yalvararak takip ettiler. Eski kıyafetler içindeydiler ve çıplak ayaklarına naylon terlik giymişlerdi. Saçları kirden birbirine yapışmış, gözleri çakmak çakmaktı.

Az ilerde sohbet eden birkaç kadın, Tölegen’in soğukkanlı yürüşüyünü görünce kendi dillerinde seslenerek el işaretleriyle dağılmalarını istediler. Etrafını saran çocuklar, hemen Tölegen’in peşini bırakıp etrafa dağıldılar.

Tölegen, kadınların gözlerine bakmadan hızlıca yanlarından geçip gitmek istedi. Gözlerine bakmadı çünkü dilencinin gözüne bakınca üç beş kuruş verilmesi gerektiğini bilirdi. Ancak bunlara değil, gerçekten ihtiyacı olanlara yardım etmeyi istiyordu. Lokantaya yaklaştığı an beklenmedik bir şey oldu. Bir anda ince parmaklı, nazik bir elin ceketinin koluna dokunarak hafiften çekiştirdiğini hissetti:

“Alla üşün kömek berinizşi, ağa!” dediğini duydu. İrkildi. Zayıf bir edayla Kendisine Kazakça seslenene dönünce yalvaran gözlerle bakan küçük bir kız çocuğu gördü. Bu çocuk Kazakça kendisine, “Allah için yardım edin, ağabey!” diye seslenmişti. Tölegen şaşkınlık içinde:

“Sen kimsin, kimin çocuğusun?” diye sordu. 

Üzerine kırmızı, yamalı bir elbise giyen, saçları alan talan Kazak kız çocuğu sesini çıkarmadı. Belli ki Tölegen’in Kazakça konuşması onu şaşırtmıştı. Böyle bir sorunun sorulacağını düşünmemişti besbelli. Bir anlık şaşkınlığını üzerinden atınca gülümseyerek, bu sefer Türkçe:

“Ne olur, Allah rızası için!” diye elini uzattı.

Tölegen hem Kazakça hem de Türkçe yeniden sordu: 

“Senin annen ve baban nerede? Kimin kimsen var mı? Burada ne yapıyorsun? Yoksa kayıp mı oldun? Adın nedir senin?” 

Kız yine cevap vermedi. Tölegen, kızın göz hizasında çömelerek ince ellerinden tuttu. Merhametle baktı:

“Aç mısın? Yemek yemiş miydin bugün?” dedi. 

O anda hüzün dolu tebessümüyle insanda acıma duygusu uyandıran kızın gözleri parladı ve aç olduğunu söyleyerek ağlamaya başladı. Gözlerinden süzülen yaşlar, esmer yüzündeki tozlara karışıp çizgi çizgi izler bırakıyordu. 

Tölegen’in küçük kızla konuştuğunu fark eden bir kadın hızla yanlarına geldi. Siyah başörtüsünü düzelterek kızın koluna yapıştı. Hızla yanına çekti. Yarı Türkçe, yarı kendi dilinde kızı teselli etmeye çalıştı. Ağlamaya devam eden kız kadının uzun eteğinden tuttu. Zayıf yüzlü, esmer kadın canlılığını kaybeden gözleriyle Tölegen’e baktı.

Tölegen, kadına Kazakistan’dan buraya okumak için geldiğini, iki senedir İstanbul’da bulunduğunu kimseye bir zararının dokunmayacağını, küçük kıza sadece yemek yedirmek niyetinde olduğunu anlattı çabuk çabuk.

Kadın, kızın başını okşayarak: 

“Bak evladım. O da senin gibi Kazak’mış. Ağabeyin sayılır.” dedi. Küçük kız, kadının eteğini bırakmadı. 

Tölegen, kendisiyle yemek yemeleri için ısrar etti. Çünkü küçük kızın nasıl olup da buralara geldiğini, ailesini, bu siyah başörtülü, sönük bakışlı Suriyeli kadının yanında ne aradığını merak ediyordu. 

Kadın:

“Yok, sağ olun.” dedi. Sonra küçük kızı çekiştirerek:

“Gel.” dedi. “Lokantanın arkasına gidelim mi yine seninle? Oraya atılan yemekleri alırız. Olur, mu?” 

 “Çöplükten mi yiyorsunuz?” diye şaşkınlıkla ve telaşla sordu Tölegen. Onun bu denli şaşırmasına hayret eden kadın, Tölegen’e:

 “Kardeşim, sen de bizim gibi uzaklardan gelmiş bir garipsin. Hâlimizden anla işte. Hem biz de az değiliz. Kalabalığız.” diye az ötede duran çıplak ayaklarına naylon terlik giymiş çocukları ve annelerini başıyla işaret etti. 

Bir solgun benizli küçük kıza bir de az ötede duran çocuklara baktı Tölegen. Yanındaki para hepsine birden yemek ısmarlamaya yetmezdi. Bir an durakladıktan sonra: 

 “Bir durun bakalım. Ben şimdi lokantacıyla görüşüp tekrar geleceğim.” diyerek hızlı adımlarla yanlarından ayrılıp lokantaya doğru yürüdü. Meşhur lokantayı işleten Mehmet Bey, Tölegen’i tanıyordu. Nasıl tanımasın ki namaz kılıp lokantaya yemeğe gelen fazla çekik gözlü adam yoktu. Mehmet Bey, bir Türk dünyası sevdalısıydı. Buraları ziyarete gelen Orta Asyalı öğrencilere sık sık yemek ısmarlardı. “Bizler oradan geldik. Sizler gibi kardeşlerimiz olmasa biz burada yalnız kalırdık.” derdi. 

Tölegen, heyecanla Mehmet Bey’e durumu anlattı ve küçük Kazak kızla Suriyeli kadın ve çocuklarına yemek ısmarlamak istediğini, hesabı daha sonra ödeyebileceğini söyledi. Bu teklife Mehmet Bey, önce sıcak bakmadı sonra Tölegen’in ısrarına dayanamayarak:

“Canın sağ olsun, kardeşim! Para mara almam ben. Hem bugün çok şükür iyi kazandım. Sana bir şey söyleyeyim mi? Bizleri Suriyeli kardeşlerimizden de soğuttular. Müslüman, Müslüman’a acımaz oldu. Tabii ki her millette beş para etmeyen insanlar vardır ama madem sen “Allah rızası için!” dedin, getir bakalım. Biz burada iyilik yapamayacaksak niye varız?” dedi. O anda dünyalar Tölegen’in oldu. 

Lokantanın bahçesindeki sofrada yemeğe dalan çocukları dikkatle izleyen kadınlar, gözyaşlarını silerek lokanta sahibine ve Tölegen’e teşekkür ettiler. Onlara dualar ettiler. Çocukların hayatlarında bu kadar tatlı fasulyeyi yemedikleri her hâllerinden belliydi. Soğanları bile ekmeksiz yeyip bitirdiler. Masada Kazak kızını yanına oturtan siyah örtülü kadına, kendisini tanıtan Tölegen kızın hikâyesini öğrenmeye çalıştı. 

Karnı doyduktan sonra kadın anlatmaya başladı:

“Kardeşim, bu kızın adı Aysamal.” dedi kızın başını okşayarak. “Kendisi altı yaşında. Biz, onunla akraba değiliz. Annesi Aynur Hanım, Şam’da bizim komşumuzdu. Aysamal, aynı zamanda da benim öğrencimdi. Ben ilkokul öğretmeniydim. Ne yazık ki savaş, bizi ne buralara sürükledi. Aysamal’ın babasını hiç görmedim. Ailesini alıp savaşmak üzere Suriye’ye çıkıp gelmiş. Çok büyük miktarda para kazanacaklarını düşünmüş. Kızını ve karısını Şam’da bırakıp savaşmaya gitmiş. Sonradan Halep’te bir çarpışmada öldüğü haberi geldi.  Cenazesini bile göndermediler.” 

“Peki, annesine ne oldu?” diye meraklandı Tölegen.

“Aynur Hanım, geldiğine pişmandı. Vatanına dönmek istiyordu. Akrabalarına mektup gönderip kendisini Şam’dan almalarını istemişti. Fakat nafileydi. Çünkü Suriye’ye gelmekle göbek bağını önceden kesmiş sayılıyordu. Şu anda orası dönülmez bir savaş meydanıdır. 

Sonra ikimiz devlet kurumlarına başvurup vatanlarına geri dönmeleri için çok uğraştık. Kimse ilgilenmedi. Ruslara bile müracaat ettik, onlar da kapılarını yüzümüze kapattılar. 

E, sonra ne yapalım derken ben iki evladımla okula gittim. O gün Aysamal’ı da yanıma aldım. İyi ki almışım. Bomba atılmış. Her şey yerle bir olmuş. Aynur Hanım, yaralanmış. Biz de evsiz kaldık. Zaten eşim çoktan vefat etmişti. Hastanede kaldığımız günlerde Aynur Hanım’la Akdeniz üzerinden Türkiye’ye gidebileceğimizi öğrendik. Buradaki mülteci kamplarına sığınacağımızı ve rahat edeceğimizi düşündük.” dedi Suriyeli kadın hüzün dolu gözlerini öne eğerek.

“Denizi geçerek mi geldiniz buralara?” 

“Elimizde ne varsa verip bir tekne kiraladık. Kalabalıktık. Çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek tekneye doluştuk. Türkiye sınırını rahatlıkla geçeceğimizi söylediler. Benimle birlikte iki evladım, teyzemin iki kızı ve onların çocukları, bir de Aynur Hanım ile Aysamal vardı. Uzun bir yolculuğa çıktığımız o günde hava açıktı, güneşliydi. Fakat ne olduysa, işte o akşam oldu...” 

“Ne oldu?” dedi Tölegen heyecanla.

“Ah kardeşim, gece bir fırtına koptu. Aman Allah’ım, hayatımda hiç böyle bir korku yaşamamıştım. Dalgalar yükseldikçe yükseldi, sonra bizleri kâh bu yana, kâh öbür yandan çarparak öyle salladı ki teknenin kenarından tutunmaya gücümüz kalmamıştı. Bulutların arkasına saklanan ay, sanki utandığından yüzümüze bakamıyordu. Dalgalar tekneyi götürüyordu ama dipsiz bir karanlığa. Bir anda âdeta cinnet geçiren bir dalga, tekneyi öyle kaldırdı ki elimizi uzatsak bulutlara değecektik nerdeyse. Sonra bir anda aşağıya atıverdi bizi. Her iniş kalkışımızda denizin dipsiz derinliğine dalacağız diye korkuyorduk. Ve en korktuğumuz anı da yaşadık. Dalgalar vurdukça tekneden kadınlarla çocukları tek tek fırlatıyor denize atıyordu. Onları maalesef kurtaramadık. Güçlükle yan tarafıma dönüp baktım, Aynur Hanım da kaybolmuş, suya gömülmüş. Aysamal, ayaklarımın dibinde, eteğime sıkıca yapışıp kurtulmuştu. Yeni bir dalgayla kendimden geçtim. Gözlerimi açtığımda bir vapurdaydık. Etrafımız kalabalıktı. O fırtınalı geceden geriye işte bu gördüklerin kaldı.”

Kadın, iç çekerek ağlamaya başladı. Herkes kulak kesilmiş onu dinliyordu. Kenarda oturan Mehmet Bey ise üzüntüden dizlerini dövüyordu. 

“Lütfen ağlamayın. Demek Allah, sizin evlatlarınızla beraber yaşamanızı istemiş. Şükretmeniz lazım.” dedi boğazı düğümlenerek. Başka teselli verici söz çıkmadı ağzından. Tölegen ardından:

“Efendim sizin adınız neydi?” diye sordu.

“Çok şükür kardeşim, çok şükür! Adım Nisa.” dedi kadın alnına sarkan örtüsünü toplayarak. Sonra acı dolu gözlerle delikanlıya baktı ve aylardır bağrında taşıdığı o ağır yükü hafifletmek ister gibi tekrar konuştu:

“Bir Kazak ailesinin ta Suriye’de ne işi var? Söyler misin, kardeşim? Onlar da Müslüman değil midir? Savaşana değil, savaştırana bakmak gerekmez mi? Benim bildiğim yüzlerce Kazak, Kırgız, Türkmen ve başka milletten insanlar gidip savaştılar. Cihat yapıyoruz diye aldandılar. Allah, onları affeder mi sanıyorlar? Bak, kimse sağ dönmüş değildir oradan. Allah aşkına, buna kimse dur diyemez mi? Bizler ölmek için değil, yaşamak için geldik bu dünyaya! Ben de vatanıma dönmek istiyorum! Evlatlarımın buralarda böyle dilenci gibi dolaşmalarını istemiyorum. Bizim hayallerimiz vardı. Geceleri evlatlarımıza anlattığımız masallarımız vardı, rüyalarımız vardı. Şimdi hepsi bir martının kanadına takılıp gitti. Dalgalar değil artık kıyıya vuran. Masum çocuklarımızın cansız bedenleri vuruyor kıyıya.

Bak, kardeşim. Müslümanım görünen ikiyüzlü münafıklardan çekiyoruz aslında. Suriye’de kız kardeşlerimi kaçırdı o zalimler. Şimdi savaş meydanlarında gönül eğlendiriyorlar, sonra da öldürecekler onu ve diğer kızlarımızı. Buraya geldiğimizde de bizim Suriyeliler yeğenlerimi götürdüler. Teyze kızlarımı benden habersiz satıp evlendirdiler. Evlatlarımı, Aysamal’ı zor kurtardım.”

Nisa Hanım’ın insanlığı utandıran sözlerinden Tölegen de hicap duydu. Aysamal’ın ailesi gibi ailelerin ne işi vardı Suriye’de? Bu çocukların günahı neydi? Toprağa gönül rahatlığıyla basan günümüz insanı, denizin dalgalarıyla selamet sahiline kavuşan bu evlatların yüzüne yarın nasıl bakacak? Bu durum yolunu şaşıran insanlara doğru yolu gösteremeyen, onları yönlendiremeyen toplumların ne kadar güçsüz ve zayıf düştüğünün göstergesi değil mi? 

Kadının konuşmasından sonra Tölegen’in gönlüne inşirah veren güneşli hava birdenbire kararmıştı. Ümitler ümitsizliğin insafına bırakılmıştı sanki. Fakat öksüz ve yetim kalan Aysamal’ın tebessüm eden gamzeli çehresine baktığı anda bulutların arasından bir güneş ışığı parlamaya başlamış gibi oldu. Zira her şeye rağmen onun varoluşu, hayata mana yüklüyor ve onun yüreğini ısıtıyordu.

“Nisa Hanım, Aysamal ile görüşmeme müsaade eder misiniz? Ben bazen gelir, masallar anlatırım kendisine. Hatta bu vesile ile sizinle de bol bol konuşmuş oluruz. Sizin gibi ben de gelecekte öğretmen olmayı hayal ediyorum.” dedi. 

“Tabii ki olur kardeşim. Neden olmasın? Aysamal için valiliğe başvurduk. Mesele halledilir de geçici bir belge alabilirsek kızımızı vatanına göndereceğiz. Çünkü yavrum öz vatanında büyümeli. Baksana, öz dilini bile unutmaya başlamış. Sen onunla Kazakça konuş. O pek akıllıdır.” diyerek Nisa Hanım kızın yanaklarından şefkatle öptü.

Bunu duyan Tölegen kendisini mutlu hissetti. Umudun olduğu yerde mutluluğun var olduğunu bir kere daha anladı. Acıların paylaştıkça azaldığını gördü. Ateşin sadece düştüğü yeri değil, tüm insanlığı yaktığını idrak etti. Aysamal gibi çocukların tertemiz hayalleriyle bu hayatın devam ettiğini, bu dünyanın ayakta durduğunu düşündü.

Ertesi gün Tölegen yine camiye geldi. Nisa Hanım diğer kadınlarla birlikte dün bulunduğu yerde, kaldırımın kenarında oturuyordu. Bu sefer çocuklar eski dostlarını görmüş gibi sevinerek selam verdiler. Tölegen, cebinden şeker çıkartıp dağıttı. Aysamal, Nisa Hanım’ın yanından ayrılmıyordu. Tölegen, kızın yanına yaklaşarak ona da bir şeker uzattı. Kazakça:

“Nasılsın, Aysamal?” dedi. 

Kız, tebessüm ederek başını kaldırıp Nisa Hanım’a baktı. Nisa Hanım işaret edince şekeri alarak:

“İyiyim, teşekkür ederim.” dedi. 

Tölegen, kızı gezdirmek için izin istedi. Nisa Hanım: 

“Siz gezedurun, ben valiliğe gidip evrak işinin ne olduğunu bir sorayım bakalım.” dedi. 

Delikanlı Aysamal’ın elinden tutmuş birlikte caminin etrafını geziyorlardı. Kız durmadan konuşuyor, caminin haziresinde bulunan türbeleri, mezarları, bahçedeki çiçeklerin isimlerini, hatta ziyaretçileri karşılayan kedileri merak ederek soru yağmuruna tutuyordu Tölegen’i. 

Caminin önünde asırlardır bekçilik eden çınar ağacına doğru yürürken beyaz bir kelebek rehberlik ediyor gibi önlerinde salına salına uçuyordu. Uçuşundan etkilenen Aysamal, kovalayarak yakalamaya çalıştı kelebeği. Kelebek de etrafında uçarak eğlendiriyordu onu. Fakat ağaca yaklaştığında bir anda beyaz kanatlarını çırparak yukarıya doğru yükselmeye başladı. Aysamal başını kaldırıp uzun uzun izledi kelebeği. Sonra sevinçle yerinde zıplayarak alkışladı. 

Yanına gelen Tölegen, dibine oturup ağaca yaslandı. 

“Aysamal, sen Kazakçayı hiç unutmamışsın. Aferin, sana. Kazakistan’da deden ve ninen var mı?”

Kızın gözlerinde özlem izleri belirdi:

“Dedem, ninem yok. Annemle babamı çok özledim. Annem ve babam neredeler? Sen bilir misin?” diye sordu.

“Nisa teyzen anlattı ya, onlar kuşa dönüşmüşler.”

“Hangi kuşa? Şu kuşlar gibi mi oldular?” dedi tam o anda önlerindeki bir ekmek parçası için çığlık atıp kavga eden martıları işaret ederek.

“Evet, bunlara martı denir. Bunlar deniz üzerinde uçarlar. Balık avlarlar. Belki annen ve baban şimdi senin için balık avlıyorlardır.”

Aysamal gülümsedi ve martıları dikkatle izledi. Annesi ile babasının kuşa dönüştüklerine inandı mı belli değildi. Tölegen’e dönerek:

“Ben annemle deniz kenarında dolaşırken martıları görürdüm. Bizde de vardı. Bunlar benim gördüğüm o kuşlar olmasın?” dedi. 

“Olabilir, bilemem. Demek siz deniz kenarında mı yaşadınız?”

“Evet.” dedi kız.

“Başka kimsen yok mu? Kimseyi hatırlamıyor musun?” diye sordu Tölegen. Aysamal birşey demedi. Sadece hayır anlamında kafasını salladı. Sonra:

“Ağabey, sen martılar hakkında masal bilir misin?” dedi. 

“Elbette bilirim.”

“Bana da anlatır mısın?”

“Hem de seve seve.” dedi Tölegen ve bir çocuk kitabında okuduğu masalı anlatmaya başladı:

“Eskiden şu gördüğün İstanbul kadar bir ülke varmış. O ülkeyi kral idare edermiş. Kralın bir kızı varmış. Kız, senin gibi çok güzelmiş. Babası çok güzel olan kızına kimsenin bakmasını istememiş. Halka yasak koymuş. Prenses, geziye saray muhafızlarıyla birlikte çıktığında halk eğilir ve gözlerini kapatırmış.”

Aysamal sözünü keserek:

“Peki, prensese bakarlarsa ne olurmuş?” diye sordu.

“Kim bakarsa, onu idam ederlermiş.” dedi Tölegen. Sonra devam etti:

“Bir gün prenses dolaşmak için dışarıya çıktığında bir delikanlı her şeyi göze alarak başını kaldırmış ve prensesle göz göze gelmişler. O anda delikanlı, prensese inanılmaz bir aşkla tutulmuş. Prensesin derin bakışlarının da boş olmadığını düşünmüş ve günlerce uyuyamamış. Kızı çok sevmiş. Ölümü bile göze alarak prensesi bir kere daha görmek istemiş.

Güzel prenses de ona âşık olmuş. Onun zarar görmemesi için günlerce kendini saraya kapatmış. Sonunda dayanamayan delikanlı, gizlice sarayın bahçe duvarına tırmanmış ve prenses ile bir kere daha göz göze gelmişler. Hiçbir şey konuşmadan birbirlerine bakmışlar. Delikanlı hemen duvardan atlamış ve prensese aşkını ilan etmek istediği an saray muhafızlarına yakalanmış. 

Kralın karşısına çıkarılan delikanlı ölümle cezalandırılacağını bildiğinden prensese duydugu aşkı anlatmış. “Onu çok seviyorum!” demiş. Prenses de delikanlıyı öldürmemesi için babasına gözyaşlarıyla yalvarmış. Kızının üzülmesine dayanamayan kral, delikanlıyı ölüm cezası vermemiş ama çok uzaktaki bir adada bulunan bir fenerde yalnız yaşamaya mahkûm etmiş onu.

Aradan aylar geçmiş. Prensesi ölesiye seven ve unutamayan delikanlı aşkını adada yuva kuran martılara anlatmaya başlamış. O denizin etrafında yaşayan bütün martılar, bu delikanlının prensese olan aşkını dinlemişler. Delikanlıyı dinledikçe üzülmüşler. Kendi aralarında anlaşarak içlerinde bulunan en yaşlı ve en büyük martıyı, delikanlıyla görüştürmeye karar vermişler. Yaşlı martı o kadar büyükmüş ki kartallar bile kendisinden çekinirlermiş. Sonra yaşlı ve büyük martıya delikanlı derdini dökmüş. Ona acıyan yaşlı martı, uzun uzun düşündükten sonra delikanlıyı saraya kadar üstünde götüreceğini, prensesle görüştüreceğini, hatta çok zengin yapacağını ve kral tarafından da sevileceğini anlatmış. Ardından da bir şart koşmuş. 

“Tüm bunların karşılığında da sen hayatın boyunca gündüzleri martı, geceleri ise insan olacaksın.” demiş. 

Delikanlı: 

“Burada yapayalnız kalıp ölmektense gündüzleri kuş, geceleri insan olmaya razıyım. Zaten bizim günlük hayatımızda bazen hayvan gibiyiz, bazen ise melek gibi yaşıyoruz. Kabul ediyorum şartını.” demiş.

Böylece yaşlı martı, delikanlıyı saraya götürmüş. Delikanlıya herkes ilgi göstermiş. Kral, onu prensesle evlendirmiş. Böylece onlar birbirine kavuşarak mutlu ve mesut yaşamışlar. Delikanlı, hayatı boyunca güneşin doğuşuyla martıya  dönüşüp batışına kadar denizin üzerinde uçarmış.”

“O zaman annemle babam da kuşlarla beraberler şimdi.” diye mırıldandı Aysamal. “Masalını çok beğendim ama delikanlıya acıdım. Yine de onun kuş olması daha iyidir.”

“O, aşk için gündüzünü feda etmiş.” dedi Tölegen kızın masalı beğendiğine sevinerek.

O esnada Nisa Hanım’ın koşarak geldiğini fark etti Tölegen. Ayağa kalkarak onun telaşlı hâlini merak etti. Kadın yanlarına gelerek:

“Polisler bizi götürecekler. Hemen buradan gitmemiz lazım.” dedi. Sonra Aysamal’ın elinden tutarak: 

“Kardeşim, valilikten evrağı alamazsak bizi ya kampa götürecekler ya da Suriye’ye geri gönderecekler.” dedi nefes nefese.

Tölegen o anda konsolosluğa başvuracağını ve Aysamal’ın durumunu anlatacağını söyledi. Kadın bundan sonra çarenin sadece konsoloslukta olduğunu söyleyerek:

“Kardeşim, o zaman yarın burada buluşuruz. Lokantacı bizim kaldığımız yeri bilir. Senden haber bekliyorum.” dedi ve hızlı bir şekilde Aysamal’ın elinden çekip gitmek istedi. Fakat Aysamal, Nisa Hanımın elini bırakıp Tölegen’e sıkıca sarıldı. Bırakmak istemedi. Tölegen, onu yanaklarından öperek: 

“Yarın görüşürüz ve başka masallar anlatırım sana.” dedi.

Kadın, etrafına dikkatle bakarak kızın elinden çekti. Sonra alelacele oradan uzaklaştı. Aysamal birkaç defa geri dönüp baktı ve tebessüm ederek Tölegen’e el salladı. Sonra cami avlusundan uzaklaşarak kayboldular.

O gün konsolosluğu telefonla aradı Tölegen. Telefon bazen meşguldü bazen çalmasına rağmen kimse açmıyordu. Sabahtan konosolosluğa gitmeye karar verdi. O gece havayı bulut kaplamıştı. Uzaktan denizin uğultusu duyuluyordu. Rüzgar, camın önünde duran ağacı hırpalıyordu. 

“Çocuklar bu soğuk gecede üşüyorlar mı acaba? Akşam bir şeyler atıştırabildiler mi? Annelerinin kucağında şu anda mışıl mışıl uyurken rüyalarında neler görüyorlar?” diye merak etti Tölegen. Çaresizliğe düşen ve hayata tutunmak için çırpınan çocukların dilenci olarak büyümelerine hayıflandı. Tıpkı deniz gibi dalgalanıp duran toplumun bu çocukları kıyıya vurduğuna, dışarıya attığına ve nihayet insanlığın nasıl bu hâle geldiğine anlam veremedi bir türlü. En büyük değerlerin çocuklar, yeni nesiller olduğunu neden kimse idrak etmiyor, neden bu değerlere sahip çıkılmıyor diye düşündü.  

Sabah ezanından sonra aceleyle konsolosluğa gitti. Konsoloslukta görüştüğü bir bayana durumu izah ederek Aysamal’a yardımcı olmasını istedi. Bayan, Tölegen’e kızı bulup getirirse yardım edeceklerini söyledi. Sonra küçük bir kâğıda ismi ile telefon numarasını yazıp uzattı ve:

“Hemen bulup buraya getirin. Beni de mutlaka haberdar edin. Biz ilgilenir, bir çare buluruz.” dedi. 

Tölegen, otobüsle Süleymaniye’ye doğru hareket etti. Bir taraftan Aysamal’ın sorununun çözüleceğine seviniyor diğer taraftan da “Acaba oradalar mı?” diye meraklanıyordu. Bir hayatı kurtarmanın ne kadar büyük bir bahtiyarlık olduğunu düşünerek Aysamal’ın öz vatanına dönüşünü hayal ediyordu. 

Camiye varır varmaz çocukları ve annelerini aramaya koyuldu fakat cami avlusunda kimse yoktu. Caminin etrafını dönüp dolaştı. Kimseyi bulamayınca lokantacı Mehmet Bey’in yanına koştu. 

Mehmet Bey, soluk soluğa koşarak gelen delikanlıyı görünce:

“Kardeşim, ne bu telaş?” diye sordu.

Tölegen telaştan zor konuşuyordu: 

“Suriyeli çocuklar ve anneleri nerede? Aysamal nerede? Hemen bulmam lazım.” dedi.

Mehmet Bey başını eğerek:

“Kardeşim, dün gece onları götürdüler.” dedi.

“Nereye?”

“Sanırım kampa. Belki de Suriye’ye.”

“Nasıl kampa, neden Suriye’ye? Aysamal vatanına dönecekti. Hâlâ buralarda olamazlar mı? Kesin mi acaba? Nasıl olur?” diye ardı ardına sıraladı soruları Tölegen. Bir anlam veremiyordu olanlara ve inanmak istemiyordu Mehmet Bey’in dediklerine, fakat Mehmet Bey artık elden bir şey gelmez der gibi kafasını salladı. Tölegen’in omzundan tutarak: 

“Kardeşim, artık onları bulamazsın. Onlar ancak Allah’a emanetler.” diyerek teselli etti ancak. 

Tölegen lokantadan dışarı çıktı. Bir şey yapamayacağına, o çaresiz insanlara yardım edemeyeceğine bir türlü inanamadı. Sanki onları rüyada görmüş gibi hissetti. Rüyada onlarla beraber yemek yemiş, Aysamal’a masal anlatmıştı. Şu an kendisi de onlar kadar çaresizdi. Ellerinden kayıp giden Aysamal’a içi acıdı. Nisa Hanım’a, çocuklarına içi acıdı. Aysamal gibi onlarca, yüzlerce, aslında binlerce çocuğun, meçhul bir geleceğe emanet bırakıldığını anladı. Sanki birkaç nesil birden o dipsiz denizlere batıyor sonunda iz bırakmadan kayboluyordu.

Tölegen, Aysamal’a masal anlattığı yere doğru giderken penceresi açık olan bir arabadan Sezen Aksu’nun şarkısı, martılara doğru yükseliyordu: 

Bir karanlık savaş meydanı sanki, 

İstanbul şehri martılar açken. 

Başka bir şarkı söylüyor sokaklar,  

Aşk uzakta beklerken...