Küreselleşme gerçeğini incelerken, neo-liberal politik görüşün eleştirilerinde "Yeni Ekonomi" kavramına sıkça rastlanır. Yeni ekonomik düzene geçiş sürecinde yaşananları, uygulamaları ayrıntılarıyla incelemeden küreselleşme değerlendirmeleri eksik kalacaktır. Bu bağlamda, ayrıntıları ile bilmemiz gereken "Yeni Ekonomi" kavramını, onu en kapsamlı şekilde anlatmış olan değerli ekonomist Gülten KAZGAN'dan dinlemeliyiz: "İkinci Dünya Savaşı sonrasında hem Merkez'de (Merkez: dünya ekonomisinin gidişini, ekonomik güçlerinin büyüklüğünü belirleyen, aynı zamanda işleyiş biçimini belirleyecek kuralları koyan, bu kuralların diğerlerince kabulünü sağlayacak ideolojiyi ve kurumları yayan, yönetim ve denetim işlevlerini gerçekleştiren ileri düzeyde sanayileşmiş, Bilgi Çağı'na girmiş ülkeler) hem Çevre'de (GOÜ: Gelişmekte Olan Ülkeler)devletin ekonomiye müdahalesive düzenlemeleri oğlan sayılıyordu. Birincide makro-ekonomik politikaları kamu harcamalarını iyice genişletmişti. Bunun gerisinde Keynes'çi İktisat Okulu'nun kuramlarından yola çıkılarak, neredeyse her tür devlet müdahalesi kabul edilir olmuştu. Ayrıca " sosyal devlet" anlayışı, komünist rejim karşısında bir subap sayılıyordu. Bu da, her yerde piyasaları sosyalleştirirken devlete yükler getiriyor, devletin büyümesine yol açıyordu. 1980'le birlikte gelen düzenlemelerde buna son verilmesi amaçlandı; bu okulların kuramları ve kuramlardan türetilen uygulamalar adım adım rafa kaldırıldı." Kazgan hoca, etkileri günlük yaşantımızı derinden etkileyen küresel ekonomik kurgulamaların gerisindekilerini çok ilginç bir bakış açısından irdeliyor. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde yaşanmakta olan ve yönetimlerin olduklarından çok daha başarılı oldukları izlenimi yaratan sanal cennet ortamının nedenlerini ve niçinlerini ayrıntılarıyla ortaya koyuyor. Kazgan Hoca, IMF ve Dünya Bankası'nın dayattığı reçetelerle, gelişmekte olan ülkelerin borç batağına sürüklenmelerinin, bütçe gelirlerinin yarısını faiz giderlerine yatırmak zorunda kalmalarının nedenlerini bakın nasıl özetliyor: " Yeni düzenin hiçbir sosyal boyutu yok; bu nedenle en zengin ülkelerde bile kaldırımlarda yaşayan insanlar, işsizler giderek çoğalırken, Çevre'de ekonomik sorunlar daha ciddi boyutlara ulaşırken küreselleşmenin olumsuzluklarına karşı çıkanlar olsa da, uygulama değişmiyor. 1973 sonunda patlayan petrol krizini izleyerek, Merkez 1974'de durgunluğa girerken Çevre'nin durumu daha kritik hale gelmişti. Petrol ithalatçısı GOÜ, yeni fiyattan petrol faturasını bile ihracatıyla ödeyemez durumdaydı. Bunların, Merkez'e ihracatı artırmaya kalkması ise, zaten kar haddi düşüşüyle boğuşan Merkez'in en son isteyeceği olguydu. Artan petrol fiyatları sayesinde elinde büyük fonlar biriken Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) ülkeleri bunları uluslar arası bankalara yatırıyordu." Peki, uluslararası bankalar, kendilerine aktarılan bu trilyon dolarlarla ölçülen paraları ne yapıyorlardı; nasıl değerlendiriyorlardı? Kazgan Hoca anlatıyor; dinleyelim: "Bankaların durgunluk dolayısıyla bu fonları Merkez'de kredi olarak kullandırması mümkün değildi, Merkez'den talep gelmiyordu.Bu noktada, yeni dünya düzeni denilmese de gerçekte yeni düzen deldi ve bu fonların Çevre'ye akmasını sağladı. Elde biriken büyük atıl fonlar uluslar arası bankaların faizlerini aşağı çekerken, bu fonların çevreye akışı için gerekli önlemler devreye sokuldu: Bankalar, Uluslararası Para Fonu (IMF) denetiminden arındırılmış kredileri Çevre'ye aktarıyor, Çevre'de kendi kambiyo ve ithalat denetimini gevşeterek bu fonların ekonomiye rahatça akışını sağlıyordu. Böylece Çevre'nin ithalat kapasitesi genişliyor, ihracatı artırma gereği olmadan Merkez'den ithalatı arttırabiliyordu; bu arada, tabii, bankalara borçlanıyorlardı. Merkez memnundu, çünkü hem kendi uluslararası bankaların ellerindeki fonları kredi olarak verebilecek bir alan bulmuş, karlılığını sürdürmüştü, hem de Çevre'nin Merkez'den ithalat artışının hızı düşmüş olsa da hiç olmazsa durmamıştı. Yani hem ihracatının artışını, hem de sermayesinin plasmanını garantilemişti. Çevre memnundu, çünkü çok düşük, hatta, bir ara negatif reel faiz hadlerinde bol kredi bulabilmiş, bol yatırım yapabilmiş ve büyümeyi sürdürebilmişti;. Bu arada, işlemlere aracılık eden kendi bankaları da büyük kazanç sağlayabilmişti. Petro- dolarların dolaşıma sokulması (recycling) denen bu süreç, Merkez'in 1970'li yıllardaki durgunluğunun yoğun ve süreğen bir krize dönüşmesini önledi. Ancak bu süreçte "Akilleus'un Topuğu", Çevre'nin biriken borçlarıydı: Çoğu kısa vadeli bu krediler uluslar arası bankalarca risk değerlendirilmesi yapılmadan verilirken, Çevre'de kısa vadeli kredilerle uzun vadeli yatırımlara ya da spekülatif işlere girişme gibi rizikoları yükselten eylemler çok yaygındı. 1978'den itibaren Çevre, fırlayan dünya reel faiz hadlerine aleyhe dönen dış ticaret hadleri eklenince, dış borçların faizlerini düzenli ödeyememekten doğan krizleriyle sarsılmaya başladı; artık bu mutluluk tablosunun sürdürülemeyeceği ortaya çıktı. 1978'de Türkiye, Peruve Zaire'yi, bu bağlamda, 1979'da G.Kore izledi. 1982'de Latin Amerika'nın ağır borçlu ülkelerinin borç krizleri patladığında uluslararası bankaların artan rizikosu, likiditelerini kaybetme olasılığı gündeme geldi." Kazgan hocanın anlattıkları bize yabancı değil; anlatılanları, acı sonuçlarıyla yaşadık; yaşıyoruz... 24 Ocak (1980) kararlarıyla, toplumun üretime giderek yabancılaştığı bir süreci yaşamaya başladık. 12 Eylül desteğinde uygulanmaya konulan, büyümeye, özeleştirme adı altında ulusal varlıkları, dünya markası olmuş kuruluşları satıp savmaya dayalı liberal politikalar, Türkiye'nin "Yeni Ekonomi'ye eklemlenme sürecinin başlangıcıydı. Soğuk Savaş'ın sona ermesi, Berlin Duvarı'nın yıkılması sonrasında uygulanan IMF ve Dünya Bankası etiketli reçeteler ağır ekonomik bunalımlar, 1994 ve 2001 krizlerinin yaşanmasına ortam hazırladı. Yaşanan bu acı deneyimler sonrasında Türkiye'ye, "düşük kur yüksek faiz"e dayalı daha acı reçeteler dayatıldı. Cumhuriyet yönetiminin 80 yılda binbir özveriyle varettiği kuruluşlar birkaç yıllık karlığında "satıldılar". Tarım sektörü çökertildi, kamu yatırımları sıfırlandı, sosyal devlet çökertildi, borçlar arttı, bütçe gelirlerinin yarısı faiz ödemelerine ayrılır oldu. Uygulana "düşük kur yüksek faiz" politikası nedeniyle, ülkeye akan ve cari açıkların finansmanında kullanılan sıcak para, enflasyonun gerilemesine ve sanal bir cennet havası yaşanmasına ortam hazırladı. Üretim dışı faaliyetlerden kaynaklanan rekor büyüme oranları, yaşanan ekonomik tablonun politikacılar tarafından pembeye boyanmasında oldukça yardımcı oldu. Fakat bu 'olumlu' yansımalar, borçların ve cari açığın hızla artmasına, işsizliğin artmasına, kamu yatırımlarının sıfırlanmasına, gelir dağılımındaki uçurumların derinleşmesine, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağmalanmasına ve nihayet bankaların batmalarına engel olamadı. Bütün ekonomi kitapları, sermaye ve teknolojinin, ekonomik gelişmenin olmazsa olmazları olduklarını yazar. Bu değişmez gerçeğe rağmen Türkiye'nin bankaları, IMF'nin dayatması ile yabancı sermayenin ortaklığına açıldı. Gelişmiş ülkelerdeki bankalarda yabancı payı en çok yüzde 20 iken, Halk Bankası ve Ziraat Bankası'nın satılması ile, Türkiye'de bu oran yüzde elliyi aşmış olacak. Bankaların yabancı sermayenin denetimine geçmesi ülkeye bir yarar sağlamıyor; faizler, artan rekabet ortamına rağmen düşmüyor. Ayrıca, yabancı bankaların bu ülke insanının sırtından kazandıklarını yurtdışına taşımalarını engelleyen her hangi bir yasal düzenleme yok. Bankacılığın yanı sıra "teknolojik yenilik sektörleri" de birer ikişer yabancı sermayenin kontrolüne geçmekte.. Burada bir,"Dikkat!" çekmek gerekir; yabancılara satılan üretim sektörü kuruluşları, zor da olsa , ilerde yerine konulabilir. Fakat, teknolojide ve bankacılıkta böyle bir şansımız yok. Ülkenin kalkınması için sermayeye ve nitelikli insan gücünün ürünü olan ileri teknolojiye gereksinimimiz vardır. Bu iki önemli alanın yabancı sermayenin kontrolüne geçmesi, Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisi ile bütünleşmesini sağlamaz, Türk insanının kendi ülkesinde köle olarak, boğaz tokluğuna çalışması sonucunu getirir. (Devam edecek) ..................................KÜPE: .............................................................. Günümüz küreselleşmesi, her şeyden önce, bir teknolojik çağdaşlık öyküsü değil, bir şirketler küreselleşmesi olarak dünya kaynaklarının uluslararası kapitalist işbölümü içinde paylaşımını öngören ideolojik bir söylem içermektedir. Bu ideolojik söylemin gerçek adı ise, daha net olarak "emperyalizm" kavramı ile nitelendirilebilir. Erdinç YELDAN