“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır, Onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir, O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahî bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptır.” (En’âm 6/59) 
(Göklerde ve yerde insan ilminin keşf edip insanlığın istifadesine sunamadığı nice hazineler vardır ki, Allah bunları bilir, zamanı geldiğinde, dilediğini insanlığın istifadesine sunar, dilediğini de kendi ilminde saklı tutar. İşte gaybın anahtarlarından maksad bunlardır.) 
- Allah’ın iradesi, bilgisi dışında, hazan mevsiminde kurumuş bir yaprak bile dalından yere düşmez. Allah’ın irade ve meşiyyeti karşısında insanoğlu’nun iradesi her zaman Acz-i Mutlâk ile ma’luldür. Öyle anlar olur ki, gören gözler görmez, işiten kulaklar duymaz, hareket kabiliyyetiyle donatılmış uzuvlarımız hareketsiz kalabilir. 
Bundan bir önceki “Tespitler” serlevhalı yazı yazılırken böylesine bir durum ârız oldu. Göz göreceklerini görmez, beyin-dimağ algılayacaklarını algılayamaz, parmaklar klavye üzerinde hareketsiz kalınca yazı yarıda bırakılmak mecbûriyetinde kalınmıştı. 
Kaldığı yerden i’tibâren devam edelim. 
- “Elestü” bezminde, “Rabbiniz Ben değil miyim?” sualine “Tav’an ve Ker’hen” (isteyerek veya istemeyerek) “belâ” evet, diyen ruhlar, büluğ çağına geldiklerinde, ya isteyerek, kendi iradesi ve rızasıyla, ya “belâ” evet der veya “Lâ” hayır! der. 
“Belâ” evet diyenler, Allah’ın rubûbiyyetini kabul edip kendilerinin kulluğunu, ubûdiyyetini kabul ederek imanı seçmiş olurlar. 
“Lâ” hayır! diyenler ise, Allah’ın rubûbiyyetini inkar, rubûbiyyetini inkar, ubûdiyeti red ve küfrü ihtiyar etmiş olur. 
Bu bakımdan, insanların en şansız olanları, doğuş ve bu dünyaya geliş i’tibariyle “İslâm Fıtratı” üzerine doğdukları halde, ebeveyn’lerinin kendilerini Hıristiyan, Yahûdî, Mecûsî veya Lâdinî yaptığı insanlardır. 
Ancak, bu insanların da büluğ çağına erdiklerinde kendi irade ve arzularıyla, “belâ” demeleri, Allah’ın rubûbiyyetini ve kendilerinin ubûdiyyetlerini, kulluklarını teslim etmeleri mümkündür. 
Buna mukabil, fıtraten İslâm Fıtratı üzerine doğdukları ve ebeveyn’leri tarafından başkaca, bâtıl inançlara yönlendirilmedikleri halde ve bülûğ çağında da kendi iradeleriyle Allah’ın Rubûbiyyetini kabul ve kendilerinin ubûdiyyetini (kulluklarını) teslim etmiş olmalarına rağmen, tekrar küfre düşme ihtimalleri her zaman vardır. 
- “İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola itecektir.” (Nisâ 4/137) 
(Bunlar gönüllerinde bir türlü iman yer etmeyen, kararsızlık içinde, inkâr ile iman arasında sallanarak ömür geçiren, sonra da inkârda karar kılan kâfirler ve münafıklardır.) 
“Münafıkların kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!” 
“Mü’minlerin bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki, bütün izzet (şeref) yalnızca Allah’a aittir.” (Nisâ 4/138-139) 
- O (Allah, Kitapta size şöyle indirmiştir ki; Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalınca (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber olmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” (Nisâ 4/140) 
(Gerek milletlerarası münasebetlerde ve gerekse fertler ve cemiyetler arası münasebetlerde mü’minler dâimâ mü’minlerin yanında yer almalı, güç, kuvvet ve şerefi bu beraberliklerde aramalıdırlar. Kendilerini korumak ve güçlenmeleri için kâfirlere başvuran, sığınan milletler küçüldükleri ve zelil (zillet) içinde oldukları gibi, fertler de ma’nevi değerlerini tamamen yitirirler. Eğer bu beraberlik zarûrî bir hâle gelmişse, bu takdirde mü’minler en azından dinleri aleyhine konuşulurken bulunduğu meclisi terketmek suretiyle durumu protesto edecek, dinlerini korumak için gerekli tedbirleri alacaklardır.) 
- HAKİKİ MÜ’MİN, HAKİKİ KÂFİR: 
“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhâcirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır, onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.” (Enfâl 8/74) 
- “Allah’ı ve Peygamberini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile Peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip ‘Bir kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız’ diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; 
“İşte gerçekten kâfirler bunlardır. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” 
“Allah’a ve Peygamber’lerine iman eden ve onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara (gelince) işte Allah onlara bir gün mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Nisâ 150, 151, 152) 
Kur’ân-ı Kerim’in en büyük mu’cizesi, kıyâmete kadar asırlara sârî, her asırda ortaya çıkan problemler için cevap vermesidir. 
21. Asr’ın ilk çeyreğinde bulunuyoruz. 
Kimileri, konuşmalarında, yazdıkları ya da kendisi adına başkaları tarafından yazılmış bulunan kitaplarda, “Bu devirde, Kelime-i Tevhid’in Kelime-i Şehâdet’in ilk yarısıyla iktifa edilmelidir (yetinilmelidir) diyenler, Allah ile Peygamber’leri birbirinden (inanç noktasında) ayıranlar, yukarıda meâlini verdiğimiz âyet-i Kerime’ye göre Hakkâ kâfirdirler. 
Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehâdette ifadesini bulun Allah’ın birliği, Muhammed’in O’nun resûlü olduğu ayrılmaz bir bütündür. Allah’a inanıyor ve fakat Muhammed’in risâletini inkâr ediyorsa bu hakkâ küfürdür. Ya da Allah’ın Peygamber’leri arasında risâlet ve nübüvvet noktasında ayırım yapanlar yine hakkâ kâfirdirler. 
2000’li yılların başlarından i’tibâren, memleketimizde, bu günlerde kendilerine “Müvâzî” denilen bir grubun ve Dünya Kiliseler Birliği’nin maddî desteğiyle ve maalesef merkezî ve mahallî idare’lerin bilerek veya bilmeyerek katkı verdiği, “Dinlerarası Diyalog” adı altında bin yılın, en büyük Hıristiyan misyonerliği ortaya konulmuştu. 
Sürece, maalesef Türkiye’deki İlâhiyat Fakülteleri ve bu fakülte’lerde öğretim üyeliği yapan, ba’zı İlâhiyatçılar ve ne yazık, devrin Diyânet İşleri Başkanlığı, (2003 öncesi Diyânet İşleri Başkanlığı) yoğun bir şekilde destek verdiler. 
Süreç’in en büyük zararı, Aziz Milletimizin Müslüman-Türk Milleti’nin Hıristiyanlık misyonerliğine karşı olan hassasiyetlerinin törpülenmiş olmasıdır. 
- Süreç’te, ba’zı genç’lere, “yalnız Allah’a inanmanız halinde Allah’ın Resûlü, Haz. Muhammed sallalahu aleyhi ve sellem’e inanmasanız bile, Haz.Muhammed’i tekzip etmemek şartıyla, meselâ, Haz.Mûsa’ya inanır, Mûsevî Müslüman, Haz. İsâ’ya inanır, İsevî Müslüman olabilirsiniz” denildi. 
Yukarıda meâlini verdiğim âyet-i Kerime’ye bunu söyleyenler, kitaplarında ya da kendilerine atfen yazılan kitaplarda bunu yazanlar hakkâ, kâfirdirler. Yâni küfrün daniskası...