Denilse ki, “Falanca zât ne zaman ve nerede öleceğini bildiği için, meselâ Şanlıurfa’ya gitti ve orada öldü denilse hüküm nedir?”
Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh’den:
- Bir gün Resûlüllah salla’llâhu aleyhi ve sellem açıkta oturuyordu. (yanına) biri gelip; “iman nedir?” diya sordu. “İman; Allah’a, meleklerine, Allah’a mülâki olmaya (yâni, Rü’tüllah’a-âhirette-cennette Allah’ı görmeye) Peygamber’lerine inanmak, kezâlik (öldükten sonra) dirilmeye inanmaktır, cevabını verdi. “ya İslâm nedir?” dedi “İslâm” Allah’a ibâdet edip (hiçbir şeyi) O’na şirk ittihaz etmemek, namazı ikâme (kılmak) ve farz edilmiş (kılınmış) zekâtı eda etmek, Ramazanda oruç tutmaktır” buyurdu. (Ondan sonra) “ya İhsan nedir?” diye sordu. “Allah’a sanki görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Eğer sen (her ne kadar) Allah’ı görmüyorsan şüphesiz O, seni görür.” buyurdu. “Kıyâmet ne zaman?” dedi. (Bunun üzerine) buyurdu ki; “Bu mes’elede sorulan sorandan daha âlim değildir. (Şu kadar var ki kıyâmetten evvel zuhur edecek) alâmetlerini sana haber vereyim: Ne zaman (satılmış) câriye, sahibini (yâni efendisini) doğurur, kim idikleri (kim oldukları) belirsiz deve çobanları (yüksek) bina kurmakta birbirleriyle yarışa çıkarlarsa (kıyâmetten evvel alâmetler görünmüş olur. Kıyâmetin vakti) Allah’tan başka kimse’nin bilmediği beş şeyden biridir.” Ondan sonra Nebiyy-i Muhterem salla’llâhu aleyhi ve sellem Lokman Suresi’nin 34.âyet-i Kerime’sini okudu. Sonra (gelen adam) arkasını döndü (gitti) Resûlüllah salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki, “İşte bu, Cibrîl (aleyhisselâm) dir. Halka dinlerini öğretmek için geldi.” (Tecrîd Dördüncü baskı Cilt 1 S.58, 59)
“De ki; Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.” (Neml 27/65)
“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilemez. O, karada ve denizde ne varsa bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir tâneyi dahî bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçıkta (bir kitapta)dır.” (En’am 6/59)
İbn-i Ömer radiya’llâhu anhümâ’dan:
- Şöyle demiştir: Resûlüllah salla’llahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; Gaybın anahtarları beş (dâne)dir ki, onları Allâhu Teâlâ’dan başkası bilemez. Yarın ne olacağını (Allah’tan başka) hiçbir kimse bilemez. (Ana) rahimleri(n)de ne(ler) bulunduğunu (Allah’tan başka) hiçbir kimse bilemez. Hiç bir nefis yarın (hayır ve şer) ne kazanacağını bilemez. (Kezâ) hiç bir nefis hangi tarz’da öleceğini bilemez. (Allah’tan başka) hiç bir kimse de yağmurun ne zaman geleceğini bilemez.”
Gaybın anahtarları ellerinde olmayınca kulları için gayıpları bilmemek evleviyette kalır. Gaybolan şeyleri bilmek vakitleri onların açığa çıkacağı zamanları takdir ve ta’yin Allah’a mahsustur. Gayıb’tan şühûd âlemine çıkacak mümkinat ve hâdisâtın ta’cil ve te’hirlerindeki hikmet her ne ise o hikmetin gerektirdiklerine zamanı geldikçe peyder pey Allah’ın dilemesi ile, âlem-i Zuhûr ve âlem-i Şühûde çıkarmak yalnız ve yalnız Allah’a aittir. Buna ne bir melek-i Mukarrabîn ve ne de bir Nebiyy-i Mürselîn-Allah bildirmedikçe muttâlî olmalarına imkân yoktur.
En’am Suresi, 59.âyetindeki “Gayb’ın anahtarları”nın tefsiri, Lokman Suresi’nin, 34 âyet-i Kerime’sidir.
Bunu yukarıdaki İbn-i Ömer’in rivâyet ettiği hadisten anlıyoruz.
Âyet-i Kerime’de ve Hadis-i Şerif’te bahsi geçen beş şeyi bilmek hiçbir kimsenin temâ edebileceği (öğrenmek için arkasına düşeceği) hususlardan değildir. İmam-ı Kurtubî’nin ifade ettiği gibi –Allah’tan haber veren Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem’e isnad etmeksizin (dayandırmadan) bu beş şeyden birini biliyorum da’vâ’sına her kim düşerse (böyle iddia ederse) kâziptir (yalancıdır) Çünkü “ilm-i gayb” yalnız Allah’a mahsustur. “Zann-ı gayb”a gelince (zannediyorum, tahmin ediyorum,) diyerek, hele bir de, “Allah bilir ama!” diye ilâve ederek “zannıma göre kıyâmet şu zamanda kopacaktır,” gibi bir ifade de bir beis yoktur. Zirâ, zannın mertebesi ne olursa olsun, hiç bir vakit ilim mertebesini bulmaz. Çünkü zan ta’yin ifade etmez.
İlm-i İlâhî’de olup da Allah’tan başka kimseye ma’lum olmayan mugayyebat (bilinmeyenler) sayısız (Nâ-mahdût) sınırsız olup En’am Suresinin 59 âyetinde, mutlâk olarak gayıp ilmi Allah’tan başkasından nefy buyrulmuştur. Sure-i Lokman’ın 34.âyeti ve yukarıda meâlini verdiğimiz İbn-i Ömer hadisiyle de mugayyebat’dan (bilinmeyenlerden yalnız “Mefâtîh-i gayb” namı verilen bu beşi mevzu-i bahsolmuştur. Demek ki, ikincisini birincisi tefsir ediyor evvelkisindeki mutlak (herhangi bir kayıd bulunmadan) diğeri, ba’zı kayıtlarla mülahaza edilmek iktiza eder (gerekir).
Nitekim, Cin Suresi, 26. ve 27. âyet’lerinde “O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttalî kılmaz; Ancak (bilinmeyeni) dilediği Peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar. “Yâni Allahu Teâlâ âlimü’l-gayb olur beşer veya melekten seçmiş buyurduğu kimselerden başka hiç bir kimseyi gaybe muttalî kılmaz. Bu âyeti Kerime’ye göre gayb’ın (bilinmeyenleri bilmenin) Allah’a mahsus olmasıyla beraber Hâk Teâlâ’nın dilediği bir kulu’na, bir Resûlü’ne mu’cize veya bir velîsi’ne kerâmet olarak ya vahiy veya ilham tarîkıyle ba’zı mugayyebâtı (bilinmeyenleri) bildirdiğini gösterir. Nitekim İbn-i Cerir-i Taberî ile Merdûye’nin rivayetlerine göre Abdullah İbn-i Mes’ud radiya’llahu ânh: “Sizin Peygamber’iniz salla’llâhu aleyhi ve sellem’e İlmü’l-gayb’ın beşinden mâ-adâ her şey yâni her ilim verilmiştir,” deyip bunları izah için Lokman Suresi’nin 34.âyet-i Kerimesini okumuştur.
İlm-i Gayb’ın Allah’a has olması İlm-i İlâhî ile ba’zı kullarının, ba’zı mugayyibat’a muttalî olabilmelerine münâfî gelmediği Hak Celle ve Âlâ Hazretlerinin Kur’ân-ı Kerim’de Yusuf aleyhî’s-selâm hikâye ile “Her ikinize (gerek rüyâ’da ve gerek uyanık halde olduğunuzda) rızkınız olarak hiç bir taâm gelmez ki, o taâm size gelmeden te’vilini yâni ne keyfiyette bir taâm olduğunu size evvelden haber vermiyeyim.” (Yusuf 12/37)
İsâ aleyhi’s-Selâm’dan hikâyeten: “Bir de yiyeceğiniz ve evlerinizde bıraktığınız şeyleri size haber verebilirim,” ayetleriyle te’yid edilmiştir. Cin Suresi 26. Ve 27.âyetlerinde yalnız resûller istisna buyrulmuş olmasını, mu’tezile mezhebi velî’lerin kerâmetlerini inkâr’a delil göstermek istemişlerse de bir resûle tâbi olan velî’nin Allah’ın bildirmesiyle mugayyebât’dan birine muttâlî kılınması da kendisi hakkında kerâmet olmakla birlikte, velî’nin tâbî olduğu resûl’ün mu’cizesidir. Arada bir fark varsa o da nebi ve resûl’ün herhangi bir gayba muttalî olması vahy’in her nev’i ile olduğu gibi, velî yalnız rü’yâ veya ilham yoluyla muttalî olabilmesinden ve Peygamber’lerin bir nev’i meydan okuma, yâni Peygamber’lik iddiasına yakın olmasından ibarettir. Evliya’nın herhangi bir kayda tâbi tutulmaksızın mutlâk manada kerâmeti, Haz.Meryem’in, Allah tarafından muhtelif ni’metlerle rızıklandırılması ve Asaf İbn-i Berhiya’nın Belkıs’in tahtını göz açıp yumuncaya kadar Kudüs’e, Süleyman aleyhi’s-Selâm’a getirmesi âyet-i Kerimelerle sâbittir; “Rabbi Meryem’e hüsnü kabûl gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya’yı da onun bakımı ile vazifelendirdi. Zekeriyya onun yanına, ma’bedine her girişinde orada rızık bulur ve “Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?” der, o da: Bu, Allah tarafındandır. Allah, dilediğine sayısız rızık verir.” (Âl-i İmran 3/37)
(Zekeriyya aleyhisselâm, Haz.Meryem’in teyzesinin kocasıydı. Âyette ifade buyrulduğu gibi Haz.Meryem’in Beyt-i Makdis’te bakımını Zekeriyya üzerine almıştı. Meryem’e özel bir oda tahsis etmişti ki, ona âyette “Mihrap” denilmiştir. Mihrap harp ve cihad vasıtası demektir. Bir nev’i çile odası anlamını taşır. Âyette geçen “mihrab”ın, câmilerde imamın namaz kıldırdığı yer olan mihrap ile alakası yoktur. Haz.Zekeriyya Meryem’in yanına her girişinde çeşit çeşit tâze meyveler görürdü. Bunlar o mevsimde o bölgede yetişmeyen meyvelerdi.) Haz.Meryem Peygamber olmadığı için bu çeşit çeşit meyvelerin Allah tarafından gönderilmesi bir mu’cize değil, velî’lerin elinde zuhur eden bir kerâmettir.
“Kitap’tan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm, dedi. (Süleyman) onu (Melike’nin tahtını) yanıbaşında yerleşmiş olarak görünce; Bu dedi, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim, diye beni sınamak üzere Rabbi’min (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince o bilsin ki, Rabbi’min hiç bir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.” (Neml 27/40)
(Âyette geçen ilim sahibi zâtın, Hızır aleyhisselâm olduğu rivayet edilmişse de Süleyman aleyhisselâm’ın veziri Âsaf bin Berhiyâ’dır.)
Peygamber olmadığı halde kendisine ilim verilen Âsaf bin Berhiyâ’nın göz açıp-yumuncaya kadar Belkıs’ın taht’ını, Yemen’den Kudüs’e Süleyman aleyhisselâm’ın yanıbaşına getirmesi kerâmettir. Velî’lerin kerâmetlerinin hak olduğunun Kur’ân’daki en büyük delilidir.
(Ehemmiyetine binâ’en mevzu’umuza devam edeceğiz.)