KIBRIS VE 3. DÜNYA SAVAŞI
M. Kemal SALLI
SON GÜNLERDE KKTC İLE TÜRKİYE ARASINDA YAŞANMAKTA OLAN ÜZÜNTÜ VERİCİ OLAYLARI DA ‘YENİ DÜNYA DÜZENİ’Nİ HAYATA GEÇİRME OPERASYONLARININ BİR PARÇASI OLARAK DEĞERLENDİRMEK GEREKİR.
DUYGUSAL DAVRANARAK YANLIŞLIKLAR YAPMAMAK İÇİN, KIBRIS’TA TEZGAHLANAN OYUNUN BÜTÜNÜ GÖRMEMİZ GEREKİR. KÜRESEL GÜÇLER YÖNÜNDEN KIBRIS, YALNIZCA DOĞU AKDENİZ’İN KONTROLÜ AÇISINDAN DEĞİL, DÜNYA TİCARETİNİN CAN DAMARLARINDAN BİRİ OLAN SÜVEYŞ KANALI’NIN GÜVENLİĞİ AÇISINDAN DA ÇOK ÖNEMLİ BİR ADADIR. DAHA DA ÖNEMLİSİ KIBRIS, DOĞU AKDENİZ’DE, TÜRKİYE’NİN GÜNEY KIYILARI İLE MISIR ARASINDAKİ GENİŞ ALANDA VARLIĞI KEŞFEDİLEN ZENGİN PETROL VE DOĞALGAZ YATAKLARI NEDENİYLE DE, DÜNYA EKONOMİSİ AÇISINDAN HAYATİ ÖNEMDE BİR MERKEZ DURUMUNA GELMİŞTİR.
Kıbrıs’ta tezgahlanan oyunun bütünü görmemiz gerekir. Kıbrıs, yalnızca Doğu Akdeniz’in kontrolü açısından değil, dünya ticaretinin can damarlarından biri olan Süveyş Kanalı’nın güvenliği açısından da çok önemli bir adadır. Daha da önemlisi Kıbrıs, Doğu Akdeniz’de, Türkiye’nin güney kıyıları ile Mısır arasındaki geniş alanda varlığı keşfedilen zengin petrol ve doğalgaz yatakları nedeniyle de, dünya ekonomisi açısından hayati önemde bir merkez durumuna gelmiştir.
Doğu Akdeniz’deki bu zengin petrol ve doğalgaz yataklarının keşfinden sonra, 1958’de yapılan ll. Deniz Hukuku Konferansı’nda (Cenevre) bu alanda söz hakkı elde etmiş olan Türkiye’yi etkisiz duruma getirme, Kıbrıs Türkü’nü Rum varlığı içinde eritip yok etme ve bu muazzam serveti, kontrol altına alınmış 700 bin nüfuslu bir ada devleti (Kıbrıs Cumhuriyeti) üzerinden kontrol altına alma çalışmaları giderek yoğunlaşmıştır. İflasa sürüklenen Yunanistan’ın IMF ve Dünya Bankası’nın kanatları altına alınması, 6 Eylül 2007'de, Suriye'nin el Kibar bölgesindeki nükleer tesisleri Türk hava sahasını kullanarak bombalayan İsrail savaş uçaklarına Anadolu hava sahasının kapatılması, bu karar üzerine İsrail’in Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin yanı sıra Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Sırbistan ve Makedonya ile askeri anlaşmalar imzalaması, bunu da yeterli görmeyen İsrail’in, 17 Aralık 2010 tarihinde, Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ile imzaladığı anlaşma ile, Türkiye’nin ll. Dünya Deniz Hukuku kararları çerçevesinde Girit ile İsrail arasındaki alanda elde ettiği Münhasır Ekonomik Bölge’yle ilgili haklarını tırpanlayarak Türkiye’yi Akdeniz’den soyutlayan bir kuşak oluşturma çalışmaları, Güney Sudan üzerinden Nil’in sularını kontrol altına alma girişimleri, Mısır’da organize edilen “Nil (Deve) Devrimi” sonucunda Hüsnü Mübarek’in Şarm Eşşeyh’e çekilmesi sonrasında CIA ile yakınlığı herkesçe bilinen Milli İstihbarat Başkanı Ömer Süleyman’ın ülke yönetiminde etkinliğini sürdürmesi, ‘yeni dünya düzeni’ bağlamında Ortadoğu’da tezgahlanan büyük oyunun parçalarıdır.
Kuzey Afrika’daki ya da diğer Arap ülkelerindeki toplumsal hareketlenmelerin ardındaki labirentlere girildiğinde, bunları besleyen dinamiklerin birbirlerinden bağımsız olmadığı kolayca görülebiliyor.
Hüsnü Mübarek’in ABD baskısıyla istifasından sonra kafalara takılan “Mısır’da ne değişti?” sorusu, henüz net bir yanıt bulamamıştır. Yakın bir gelecekte de, Mısır’da, GBOP kapsamındaki ülkelerde demokrasi ve insan hakları adına nelerin değiştiği sorgulaması, yorumcuların bakış açıları doğrultusunda çok değişik yanıtlar bulacaktır.
Küresel krizin narkoz etkisi altında yaşanmakta olan bu toplumsal hareketlenmelerin Ortadoğu’daki bölgesel düzenin stratejik dinamiklerini altüst etmesi beklenen bir sonuçtu, ama gerçek hedefinin yeni bir dünya düzenini hayata geçirmek olduğu kabullenilmek istenmiyordu. O nedenle, “Yaşadığımız 3. Dünya Savaşı’dır” başlıklı yazı dizimiz, başlangıçta bir kurgubilim tadında okunmuş olsa da, gelişmeler, bu küresel hareketlenmeyi doğru tanımladığımızı ortaya koymaktadır. Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi (GBOP) kapsamındaki ülkeler, iç dinamikleri nötralize edecek devrim gösterileri eşliğinde gerçekleştirilen post-modern darbelerle kontrol altına alınmaktadır. Tunus’taki, Mısır’daki, Cezayir, Yemen ve Sudan’daki toplumsal hareketlenmeleri “halkların demokratik şahlanışı” olarak değerlendirmek, gönüllerde yatan aslanın dillendirilmesinin ötesinde bir anlam taşımamaktadır.
Ortadoğu’da renkli, çiçekli devrimler şeklinde organize edilen toplumsal hareketlenmelerin, zaman zaman, bu devrimleri kurgulayanların kontrolünden çıktığı, yerel dinamiklerin, kurgulalan oyunu tersine çevirdikleri de gözlenmektedir. 1. ve 2. Körfez savaşları ve Irak’ın işgali sonrasında bölgesel stratejik dinamikler, beklenenin aksine, İran’ın lehine değişti. İran destekli Hamas Filistin’de, Hizbullah Lübnan’da yönetime ortak olurlarken, Sünni Arap ülkelerinde Batı destekli baskıcı yönetimler sarsılmaya başladı.
Bu yöndeki gelişmeler, Batılılar tarafından, “radikal İslamın yükselmesi, İran nüfuzunun artması, bölgedeki ittifak dengelerinin bozulması, hepsinden önemlisi İsrail’in güvenliğinin giderek sorgulanır hale gelmesi” şeklinde yorumlandı. “Süper güç” olma iddiasını sürdüren ABD, Irak’ın işgali sonrasında yaşananlar dolayısıyla erozyona uğrayan imajını kurtarabilmek ve Batı merkezli dünya sistemi açısından tehlike olarak görülen gelişmeleri yönlendirilebilmek için, İran nüfuzuna karşı duracak daha güçlü bir siyasi denklem kurma telaşında.
“Küresel mayestro”, dünyanın çeşitli bölgelerinde düzenlediği renkli çiçekli devrimlerle ‘yeni dünya düzeni’ kurma operasyonlarını sürdürürken, kapsama alanındaki ülkelerde yönetimleri, bölgede giderek yükselen İslam üzerinden etkilemek istiyor. Küresel ekonominin lideri, ateşteki kestaneleri maşayla tutma alışkanlığını başarıyla sürdürüyor.
AMAN DİKKAT!
Son günlerde Türkiye ile KKTC arasında yaşanmakta olan tatsızlıklar da, ortak çıkarları nedeniyle elele veren ABD, AB ve İsrail’in kurguladıkları dönüştürme operasyonları çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Küresel güçler açısından, Doğu Akdeniz’de, Türkiye ile Mısır arasında uzanan geniş alanda varlığı saptanan zengin petrol ve doğalgaz yatakları, Kıbrıslılara ve Türkiye’ye bırakılmayacak kadar önemli bir servettir. Bu servetin büyüklüğü göz önüne alındığında, Annan Planı’na “oxi” diyen Kıbrıslı Rumların uluslararası anlaşmalara ve AB Anayasası’na rağmen, adanın tamamını temsilen AB üyesi yapılmaları, Kıbrıs Türkü’nü Türkiye aleyhine kışkırtma çalışmaları hiç de şaşırtıcı ya da beklenmeyen gelişmeler değildir. Hedef, Doğu Akdeniz’deki muazzam petrol ve doğalgaz rezervlerinin Türkiye ve Yunanistan vesayetinden kurtarılmış bir ada devletçiği üzerinden (Kıbrıs Cumhuriyeti) kontrol altına almaktır. Süveyş Kanalı’nın güvenliği, Nil sularının kontrolü açısından da Kıbrıs son derece önemli bir merkezdir.
Son günlerde KKTC’de, organize edilmiş bazı gösterilerde ortaya çıkan Türkiye aleyhtarı pankartları bu gerçekler ışığında değerlendiğimizde, duygusal değerlendirmeler yapmanın küresel oyuncuların tuzağına düşmek olacağını kolayca görebiliriz.
Kıbrıs gibi uluslararası boyutu olan bir önemli konuyu, ulusal heyecanlarımız çerçevesinde değerlendiğimizde ne kadar zararlı çıkabileceğimizi, bir kez daha yaşayıp görmekteyiz. Son günlerde KKTC ile Türkiye arasında yaşanmakta olan tatsızlıkları gerçek boyutu ile görmezsek, Batılı ‘dostlarımızın’ (ABD, AB ve İsrail) elbirliği ile hazırladıkları tuzağa düşmekten kurtulmamız mümkün olmayacaktır.
Aman dikkat!
Bir büyük oyunun motifleri olarak kullanılan ve belli odakların hazırladıkları pankartları ciddiye alarak, Kıbrıs Türkü’nü incitecek sözler söylemek, ilerde tamir edilmesi mümkün olmayan kırılmalar oluşmasına neden olur ki, yapılmak istenen de budur. Bu pankartlara hiç de yabancı değiliz. Biz, belli amaçlara hizmet amacıyla Karen Fogg’un finansmanı ile hazırlanmış bu pankartları, Kıbrıs’ta Annan Planı’nın oylandığı Nisan 2004 referandumu öncesinde de görmüştük. Siyasilerimizin, “bu oyunlara karnımız tok” diyecekleri yerde, ciddiye alıp karşılık vermelerini anlamak mümkün değildir. Bu söz dalaşını, bazı yorumcuların ima ettikleri gibi, “ver-kurtul alıştırması” olarak değerlendirmeği de, aklımızdan bile geçirmek istemeyiz.
KIBRIS FOTOĞRAFININ BÜTÜNDE GÖRMEMİZ GEREKEN BAŞKA HANGİ GERÇEKLER VAR?..
Kıbrıs fotoğrafının bütünde görmemiz gereken bazı çok önemli gerçekler var.
Uluslararası anlaşmalara göre Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz yataklarından oluşan büyük servetin başlıca sahipleri Kıbrıs ve Türkiye’dir. 2004 referandumunda Annan Planı’na “hayır” demiş olmalarına rağmen, Londra ve Zürih anlaşmalarını ve AB Anayasını görmezden gelerek Güney Kıbrıs Rum Yönetimi adanın tamamını temsilen AB üyesi yapanlar, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler onaylı garantörlük haklarını, dolayısıyla KKTC’yi tarihe gömmek isteyenler, bu kez cepheyi daha da genişleterek, stratejik derinliği nedeniyle bölgedeki etkinliği giderek artan Türkiye’yi güneyden kuşatmak ve Kıbrıs ile olan bağlarını kökünden koparmak amacıyla harekete geçmişlerdir.
Hedef, Süveyş’in, İsrail’in güvenliği olduğu kadar, Doğu Akdeniz petrol yataklarıdır. Oynanmak istenen oyunun gerçek yüzünü görmeliyiz; birbirimizi kırmanın, incitmenin bir anlamı yok. Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz yatakları, AB üyesi yapılan ve bu muazzam servetin tam ortasında bulunan bir ada devletçiğinin vereceği icazetler üzerinden yağmalanmak isteniyor. Oyunun özü, özeti bu!
KIBRIS VE 3. DÜNYA SAVAŞI
Tunus'tan Mısır'a, Sudan'dan Lübnan'a, Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki ülkelerde renkli, çiçekli devrimler eşliğinde yaşanmakta olan toplumsal hareketlenmelerin, bölgeye yüzyıldır egemen olan demir yumruklu yönetimleri bir bir yıkarak yerlerine demokratik, özgürlükçü yerel dinamikleri iktidara getireceğini umut edenler büyük bir düş kırıklığına uğramaktalar. Çoğunluğu Müslüman olan Genişletilmiş BOP kapsamındaki ülkelerde büyük bir değişim gerçekleştirmesi beklenen süreç, umut çiçeklerini beslemiyor artık. Ekonomileri, teknolojileri, savunma sistemleri açısından dış dinamiklerin etkisi altında olan bu ülkelerde, bilimsel tanımı doğrultusunda devrimler yaşanabileceğini söylemek çok zordur. Tunus’ta, Mısır’da, Cezayir’de, Filistin’de, Yemen’de, Bahreyn’de barışın, demokrasinin, özgürlüğün girmesi beklenen kapılarda, bütün yerküreyi sarsacak olan savaş tanrısının gölgesi dolaşıyor. Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyası tümüyle bir cadı kazanına dönüştürüldü. Mısır’da olduğu gibi bütün İslam coğrafyasında insanlar, “denize düşen yılana sarılır” çaresizliğini ve belirsizliğini yaşamaktalar. Ülke yönetimleri, kitlesel hareketlenmelerle davet edilen post modern darbeler üzerinden kontrol altına alınmakta..
Sovyetler Birliği'nin dağılmasını izleyen dönemde eski Sovyet coğrafyasında yaşanan bir dizi ‘devrim’ sonrasında, 11 Eylül İkiz Kuleler şoku eşliğinde Afganistan ve Irak'ın işgaliyle başlatılan 'yeni dünya düzeni'ni hayata geçirme operasyonunun küresel çapta bir hareketlenmeye neden olması bekleniyordu. Küresel çapta bir siyasi harita değişikliği, küresel krizin narkoz etkisi altında daha kolay uygulanabilirdi. Küreselleşme sürecinin ardından, küresel kriz eşliğinde yaşanan küresel çalkantı, ABD’nin, küresel liderliğini sürdürme adına, “ya benimlesin ya da düşmanımsın” mantığı çerçevesinde yürüttüğü ve bütün ülkeleri hedef alan bir dünya savaşıdır. Bir tarafta ABD ve ona çıar teğelleri ile bağlı görünen AB ve İsrail, karşı tarafta ise Çin ve Rusya dahil bütün dünya..
'Yeni dünya düzeni' bağlamında Ortadoğu'da, Kuzey Afrika'da yaşananlarda tetikleyici olgunun giderek tırmanan gıda fiyatları olduğu söyleniyor, ama toplumsal hareketlenmelerin yaşanmasına yol açan gerçek nedenleri, uzun süredir var olan yerel koşulların yanı sıra, küresel ve bölgesel düzende deprem etkisi yapan gelişmelerin ana dinamiklerini de görmek gerekir.
11 Eylül 2001 İkiz Kuleler şoku eşliğinde başlatılan ‘yeni dünya düzeni’ni hayata geçirme operasyonunun, uygun görülen bir zamanda, "Medeniyetler Çatışması" yönüyle, Türkiye'yi de kapsama alanı içine alması bekleniyordu. Ortadoğu merkezli yaşanmakta olan hareketlenmeleri tarihi boyutu ve amaçlarıyla birlikte değerlendirenler, Türkiye'de son zamanlarda giderek tırmanışa geçen toplumsal olayların küresel hareketlenmeden bağımsız olarak düşünülemeyeceğini öngörebiliyorlardı.
"YAŞADIĞIMIZ 3. DÜNYA SAVAŞIDIR" başlıklı dizimizi bir kurgubilim ya da komplo teorisi tadında okuyanlar, bir korkulu bekleyişin ardından, yaşamakta olduğumuz küresel kargaşanın küresel kriz eşliğine sürdürülen bir dünya savaşı olduğu gerçeğini kabul etmek durumunda kalıyorlar. Böylesine büyük bir küresel yangının Türkiye’yi etkilemeyeceği elbette düşünülemez. BDP’nin yeni Anayasa taslağına “demokratik özerklik” tanımının eklenmesi, KKTC’de Türkiye’ye dil uzatan pankartlar açılması, İsrail’in Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’le elele vererek üç tarafı denizlerle çevrili Tükiye’yi bir kara ülkesine çevirme girişimleri, ‘yeni dünya düzeni’nin hayata geçirilmesi bağlamında yaşanmakta olan küresel çalkantının ülkemize sıçrayan ilk kıvılcımları olarak değerlendirilmelidir.
Son günlerde KKTC ile Türkiye arasında yaşanmakta olan yürek yakıcı olayları da bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Nisan 2004’teki referandum tuzağında Annan Planı’na “evet” demesine rağmen Kıbrıs Türkü’nü cezalandıran küresel güçler açısından, Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz yataklarının ‘kontrolü’ ve Süveyş Kanalı’nın güvenliği, son günlerde Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde yaşanan toplumsal olaylar nedeniyle daha da önem kazanmış bulunuyor.
İsrail’in Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile dirsek temasına geçmesinin ardından Alman Şansölyesi Merkel’in ve Rusya Devlet Başkanı Medvedev’in Güney Kıbrıs’ı peşpeşe ziyaret etmeleri, Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz yatakları ile yakından ilgilidir. Kıbrıs çevresindeki zengin petrol yataklarının işletilmesi konusunda Rum Yönetimi’nin bazı ülkelerle yaptığı anlaşmalar Türkiye’nin bastırması nedeniyle hayata geçirilememişti. Şimdi bu serveti, altında Türkiye’nin imzası bulunmayan ll. Cenevre Konferansı kararları üzerinden yağmalayabilmenin yeni yolları aranıyor.
Türkiye’nin güney kıyıları ile Mısır arasında uzanan geniş bölgedeki petrol ve doğalgaz varlığınıın yağmalanabilmesi için KKTC’nin ve Türkiye’nin devre dışı bırakılması gerekmektedir. Bunun ilk adımı, Kıbrıs Rum Yönetimi adanın tamamını temsilen AB üyesi yapılarak atılmıştır. Şimdi sıra, Kıbrıs Türkü’nün arkasındaki Türkiye desteğini yok etmeye, KKTC’yi tarihe gömmeye gelmiştir. Rumların AB’ye üye yapılmasını elindeki BM onaylı uluslar arası anlaşmalara rağmen engelleyemeyen Türkiye’nin garantörlük hakkının yok edilmesi, KKTC’nin Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında eritilip yok edilmesi hedeflenmektedir.
AKDENİZ’İN PETROLLERİNİ YAĞMALAMAK İÇİN…
Prof. Dr. Ata Atun Hocamın ortaya çıkarıp dikkat çektiği gibi ( http://www.ataatun.com-07.02.2011) Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz yataklarının yağmalanabilmesi için bir büyük engel daha vardır. 1958’de yapılan ll. Dünya Deniz Hukuku Konferansı Türkiye’yi Akdeniz’de Girit’ten İsrail kıyılarına uzanan geniş bir alanda söz sahibi yapmıştı. Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs ile Anadolu arasındaki bölgede Türklerin petrol çıkarması, Kıbrıs Türkü’nün kendi ayakları üzerinde durabilmesi, Türkiye’nin bölgede daha da güçlenmesi demekti. Türkiye’nin bu konudaki hakları, Türkiye’nin imzalamadığı 1982 tarihli lll. Deniz Hukuku Konferansı (UNCLOS) sonuçlarıyla tırpanlanabilirdi.
UNCLOS’ta belirlenen “Denizdeki Münhasır Ekonomik Bölge Sınırları” içinde petrol ve doğalgaz bulunması, İsrail’in devreye girmesine ve Yunanistan ile Kıbrıs Rumlarıyla elele vererek Türkiye’yi güneyden kuşatma girişimi başlatmasına neden oldu. İsrail Doğu Akdeniz’de doğalgaz çıkarmakta ve pazarlamakta, bu alana başkalarının el atmasını istememektedir.
Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz yataklarının yağmalanabilmesi için Türkiye, stratejik açıdan çok önemli olan Kıbrıs’tan çıkarılmaya, KKTC tarihe gömülmeye çalışılıyor. Türkiye’nin Londra ve Zürih anlaşmalarıyla elde ettiği garantörlük hakları ve ll. Deniz Hukuku (Cenevre) Konferansı’nda (1958) Doğu Akdeniz konusunda elde ettiği haklar, altında imzamız bulunmayan bir anlaşma bahane edilerek sulandırılıp yok edilmeye çalışıyor. Elimizdeki BM onaylı Londra ve Zürih anlaşmalarının ve AB Anayasası’nın açık hükümlerine rağmen AB üyesi yapılmalarına engel olamadığımız Güney Kıbrıs Rum Yönetimi dönem başkanı olduğunda, işimiz daha da zorlaşacaktır. “Ek Protokolü imzaladınız, gereğini yapın; limanlarınızı ve havaalanlarınızı Rumlara açın, askerlerinizi de çekin” baskısı, Türkiye’nin çok haklı olduğu bir konuda zorlanmasına neden olacaktır.
ÖNEMLİ OLAN KIBRIS’IN STRATEJİK ÖNEMİDİR
Dünya kamuoyunun demokrasi söylemleri ile uyutulduğu, küresel bir krizle uyuşturulduğu bir dönemde ülkeler parçalanırken, Küresel güçlerin ‘yeni dünya düzeni’ni hayata geçirme operasyonları, renkli çiçekli devrimler eşliğinde sürdürülüyor. Kodları hala tam olarak çözülemeyen bir küresel kriz eşliğinde sürdürülen ve Türkiye’yi de Kıbrıs’ı da yakından ilgilendiren bu ‘yeni dünya düzeni’ni hayata geçirme operasyonlarını biz, “Yaşamakta Olduğumuz 3. Dünya Savaşı’dır” şeklinde değerlendiriyoruz.
Kıbrıs sorunu bu gerçekler ışığında değerlendirmemiz gerekir. Kıbrıs’ta biriki densizin Türkiye aleyhine kaldırdığı pankartı ciddiye alıp asıl fotoğrafı görmezden gelmenin bedeli çok ağır olur. Bu gibi pankartları biz referandum öncesinde de görmüştük. Sonuçta, “oxi” diyen Rumlar AB üyesi yapılırken, “evet” diyen Türkler cezalandırılmıştı. İnsanlar gelip geçicidir; önemli olan Kıbrıs’tır, Kıbrıs davamızdır. Aklımızı başımıza toplayalım; “Kıbrıs Girit olmasın.”
Yorumlar