Roza KURBAN

Gerçek öyküler vardır yaşanmış yılların gerisinde kalan, unutulmaya yüz tutan, belleklerden silinmek istenilen… Gerçekler acıdır, onun içindir ki gerçek hayat hikâyelerini kaleme almak da zordur. Çünkü yaşananları anlatırken kendin de onların yaşadıklarını tekrar yaşıyor, onların acılarını kalbinde hissediyorsun. Anlatacağım hikâyeler vicdanı olan insanı derinden etkileyen acıklı hayat hikâyeleridir. Hesen Tufan ve Abduveli Güli… Aslen Kazan Tatar’ı olan Hesen Tufan (1900–1981) ünlü bir şair, Doğu Türkistanlı Abduveli Güli Ürümçi Üniversite’si Fizik Bilim Dalı Başkanı bir hocadır. Bu iki insan aynı kara alın yazısına sahiptir. En acımasız eli kanlı diktatörler Stalin ve Mao tarafından suçlanan, zindanlara atılan, sürgün edilen bu iki kader arkadaşının yaşadıkları milyonların çektiği acıların bir simgesidir. Hesen Tufan ile henüz okul sıralarındayken tanışmış, şiirlerine büyük ilgi duymuştum. Birçok şiirini ezbere okuduğum, kitaplarını elimden düşürmediğim Tufan’ı üniversite yıllarında daha iyi tanıyacaktım. Şiirleri kadar hayatı da acı ve hüzün doludur Tufan’ın… Abduveli Güli’yi ise 24 yıllık ömrünü Mao hapishane, çalışma kampları ve sürgünlerde tüketen eşim İklil Kurban’ın hayatını anlattığı “Gerçekler ve Yalanlar (Anılar – Yansımalar: 1943–2007)” başlıklı kitabından tanımıştım. Kurban, kitabının 3 bölümünü Abduveli Güli’ye ayırmıştır. “Abduveli Güli (Abduveli Aka)”, “Abduveli Aka ile Vedalaşmak”, “Abduveli Aka ile Son Kez Görüşmek” başlıkları altında toplanan satırları okurken ister istemez aklıma Hesen Tufan geldi. Kaderleri birbirine çok benziyordu; tıpkı Kazan Tatarları ve Doğu Türkistanlı Uygurların kaderleri gibi…

HESEN TUFAN

Tatar edebiyatında “altın izler” bırakan şair Hesen Tufan, 1900 yılının 9 Aralık tarihinde Tataristan’ın Aksubay ilinin Eski Karmet (İske Karmet) köyünde Gölzade ve Fehrulla (1849–1924) çiftinin onuncu çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Ona Hisbulla adı verilmiştir, soyadı annesinin adından gelen Gölzizin olmuştur. Böylece geleceğin ünlü şairi olacak Hesen Tufan’ın doğumu da bir nevi Ruslarla mücadele ile başlamıştır. Şöyle ki, Tufan’ın doğduğu Eski Karmet köyü sakinleri Çarlık Hükümeti’nin zorla Hıristiyanlaştırma siyasetinden nasibini almış, 1740 yılında köylüler zorla Hıristiyanlaştırılmıştır. Fakat köylüler Müslümanlıktan vazgeçmemiş ve 1830 yılında köyde Hıristiyanlığa karşı bir ayaklanma gerçekleşmiştir. Bu isyan karşısında Çar Hükümeti, halkı aşağılayıcı kararlar çıkarmıştır. Resmi nikâhlar kilisede yapıldığından, bu köyde dünyaya gelen tüm çocuklar piç (babası belli olmayan) sayılmıştır. Onun için çocukların nüfus cüzdanlarına annelerinin adı soyadı olarak kaydedilmiştir. Üstelik köyde cami, okul-medrese de kanunen yasaklanmıştır. Çar Hükümeti’nin bu yasakları köy sakinlerini yıldıramamış, Hisbulla’nın babası gibi okuma-yazma bilenler çocuklara gizli de olsa ders vermiştir. Geleceğin şairi okuma-yazmayı babasından öğrenmiştir. 1905 Rus Devrimi’nden sonra bazı yasaklar kaldırılmış ve köylü çocuklar babalarının soyadını almıştır. Fethulla Amca da çocuklarını soysuz olmadığını kanıtlamak istercesine “kutsal niyet temsilcileri” anlamına gelen “Hezretev” soyadını almıştır. Devrimden sonra köyde okul açılmış ve Hisbulla da okula başlamış, fakat köy okulunu yetersiz bulunca ertesi yıl Çuvaş tarafındaki Rus Okulu’na devam etmiştir. Üçüncü yılın ilk döneminde Çistay’da, ikinci döneminde Ademsu köyünde eğitim almıştır. Tufan daha sonra okul değiştirmelerinin hiçbir anlamı olmadığı sonucuna varmıştır. Hisbulla, 1914 yılının ilkbaharında Tobol vilayetinin Tömen şehri yakınlarındaki Ahman (Urmanbaş) köyünde yaşayan ağabeylerinin yanına gelmiştir. Henüz 14 yaşlıkken bakır maden ocaklarında çalışmış ve deneyim kazanmıştır. Aynı yıl geleceğin şairini ağabeyleri eğitimini devam ettirmesi için dönemin ünlü medreselerinden olan “Galiye” medresesine yollamışlardır. Ufa’daki bu medrese Hesen-Hisbulla için gerçek bir okul olmakla kalmamış, aynı zamanda onun hayatının dönüm noktası olmuştur. Ufa’dayken Hesen ünlü Tatar yazarı Galimcan İbrahimov’tan (1887–1938) edebiyat dersleri almış, Tatar-Başkurt şairi Şeyhzade Babiç’in  (1895–1919) dernek sohbetlerine katılmış, dönemin etkili şairleri Mecit Gafuri (1880–1934), Segıyt Remiyev (1880–1926), Segıyt Sünçeley (1889–1941) ile tanışmıştır. Hiç kuşkusuz tüm bu görüşmeler, sohbetler Hesen’i derinden etkilemiş ve edebiyat dünyasına adım atmasına bir vesile olmuştur. Tufan ilk şiirlerini de bu medresedeyken yazmaya başlamıştır. 1916 yılında Galiye Medresesi’nin 10.yıl dönümü dolayısıyla Hisbulla “Uzelba” takma adıyla ilk şiirini kaleme almış ve medrese talebeleri tarafından çıkartılan “Parlak” dergisinin posta kutusuna atmış, böylece şiir dergide yayımlanmıştır. Şiir talebeler tarafından çok beğenilmiş ve yazarı merak edilmiş ise de Tufan kendi adını açıklamamıştır. Hisbulla şiirinde yol gösteren yıldızdan bahsederken, hayatta yol gösteren olarak gördüğü edebiyat hocası Galimcan İbrahimov’tan söz etmiştir:

Kara gecelerde, derin göklerde
                                                   Pırıl pırıl yıldızlar parlar.
                                                   Hayat çölünde gezen yolcular
                                  Yıldıza bakarak yollarını bulur. (Kurban 1998: 144)
 
         1916 yılında maddi imkânsızlıklardan dolayı Galiye Medresesi’ndeki eğitimine ara vermek zorunda kalan Tufan Lısva şehrine gitmiş ve orada fabrikada işe başlamıştır. 1917 Şubat Devrimini bir fabrikada işçi olarak karşılayan Hisbulla, devrimi Çarlık Rusya’sı tarafından aşağılanan köylülerin hak ve hukuklarının iadesi olarak algılamış ve kendisi de fırsattan yararlanmak içindir ki, eğitimini kaldığı yerden devam etme isteğiyle 1917 yılının sonbaharında Galiye Medresesi’ne dönmüş ve arkadaşlarıyla 4.sınıfa devam etmiştir. Ekim Devrimi’nde Galiye Medresesi’nde de büyük bir heyecan hâkim olmuş, kaplarına sığmayan gençler durumu kendi yararlarına çevirmek istemiştir. Olaylar sırasında Hisbulla da yaşananlara seyirci kalmamış, fakat onun için eğitim her şeyden önce geldiğinden ne yapıp edip eğitimini bitirmek için kollarını sıvamıştır. Tufan, 1918 yılının ilkbaharında birkaç arkadaşıyla beraber öğretmenlik yapmak amacıyla Kazak bozkırlarına gitmiştir. Daha önceden Omsk şehrinde buluşmayı planlayan arkadaşlarını bulamayan Hisbulla nereye gideceğini bilmeden dolaşırken kimlik belgesini çaldırmıştır. Kazak gençleri ile irtibat kuran Hisbulla, Omsk şehrinden 40 kilometre mesafede olan Toka (Tüke) denilen Kazak köyünde öğretmen olarak işe başlamış ve burada 1919 yılının sonbaharına kadar çalışmıştır. 20 Mayıs 1918’de Çek askerlerinin isyanı sonucu İrkutsk’tan Samara’ya kadar olan topraklarda burjuva hükümet kurulmuş, Hisbulla da ister istemez Beyaz Rusların arasında kalmıştır. Kimliği olmayan Hisbulla’nın imdadına Hesen Höseyinov (Kusenov) adlı bir Kazak genci yetişmiş ve ona kendi kimliğini vermiştir. Hisbulla onun kimliğiyle kendine pasaport almış ve ağabeyi Zöfer’in yanına Tömen şehrine gitmiştir. İşte o günden sonra “Hisbulla” “Hesen” adını almış ve bu ad geleceğin ünlü Tatar şairine ömür boyunca eşlik etmiştir. Hesen ağabeyi Zöfer’le Tömen’den Verhneudensk (şimdiki Ulan-Ude) şehrine taşınmış ve burada bir Tatar Okulu’nda 1921 yılına kadar öğretmenlik yapmıştır. Buradan biraderler Çita şehrine taşınmış ve Hesen 1923 yılına kadar Rus – Tatar Okulu’nda öğretmenlik yapmıştır. Kazan’a ve edebiyat dünyasına daha yakın olmak isteyen Hesen 1923 yılında Lısva şehrine taşınmış, orada hem öğretmen, hem kütüphanede müdür olarak çalışmıştır. Bu yıllarda Hesen duygularını ve yaşadıklarını dizelere aktarmaya acele etmemiştir. 1923 yılında Tatar şairi Hadi Taktaş’ın (1901–1931) “Cir Ulları”(Yer Oğulları) adlı trajedisi yayımlanmıştır. Taktaş’ın bu eseri edebiyatsever gençler arasında olağanüstü bir etki yaratmış ve birçok gencin yazar-şair olmasına neden olmuştur ki, Hesen konuyla ilgili şöyle demiştir: “Bizi edebiyata Hadi Taktaş davet etti. Onun “Yer Oğulları Trajedisi” çıktıktan sonra edebiyata gelmemek imkânsızdı.” (Gaynetdinov 1989: 20). (Çev. R.K.). 1924 yılının Haziran’ında Hesen kitap almak amacıyla Kazan’a gelmiştir. Kazan’daki edebi ortam, tesadüfen gerçekleşen ilk karşılaşmalar… Hesen, her gün Taktaş ve Kutuy’un (1903–1945) şiir dinletilerine katılmış ve Kazan’a taşınmaya karar vermiştir. 1924 yılının sonbaharında Kazan’a gelen Hesen “Bolgar” misafirhanesinde yerleşmiştir. Tesadüf müdür bilinmez, Tatar şairi Kutuy Hesen’in misafirhanedeki oda komşusu olmuş. Hesen, şiirlerinden tanıdığı ve hayranı olduğu şairle yakından tanışmış ve dostluk kurmuşlardır. İki arkadaş Eğitim Enstitüsü’nün Edebiyat Fakültesi’ne değil de Doğu Dilleri Fakültesine kayıt yaptırmıştır. Fakültenin eğitimi onların taleplerini karşılayamadığı için ikisi de Enstitü’den ayrılmıştır. Hesen Tufan, Kazan’daki Narimanov Okulu’nda öğretmenliğe başlamış ve 1928 yılının Nisan ayına kadar orada çalışmıştır.

         1924 yılının Eylül’ünde Kazan’da “Kızıl Tataristan” gazetesinin muhbirler toplantısı yapılmış, bu vesileyle Hesen “İşçi Haberciler” adlı şiirini yazmıştır. 150 dizeden ibaret olan şiir kısaltmalar sonucu dize sayısı 24’e indirilmiştir. Hesen, şiirini dedesi Fehretdin’in lakabı olan “Dufan” imzasıyla yazdıysa da, gazetenin başmuharriri Parsin imzayı “Tufan” olarak düzeltmiştir.  Böylelikle Tatar Edebiyatı’nda soyadı Tufan olan bir şair meydana gelmiştir.  Şiir 23 Eylül 1924 tarihinde “Kızıl Tataristan” gazetesinde yayımlanmıştır.

         1928 yılının Nisan ayında Moskova’da RAPP’ın ( Rusya Proleter Yazarlar Birliği) kurultayı açılmış, Tufan da Tataristan vekilleri arasında yerini almıştır. O yıllarda şair çok bitkin düşmüş, vücut yorgunluğunun yanı sıra Tufan’da verem hastalığının başlangıcı da gözlemlenmiştir. Onun için doktorlar Tufan’a çalışmalarına ara verip güneyde dinlenmesini önermiştir. Fakat Tufan gezi amacıyla Kafkasya ve Orta Asya’ya gitmiştir. 1928–1930 yılları arasındaki bu gezi ileride Tufan’ın başını belaya sokacak ve “casus” olarak suçlanmasına neden olacaktır. Gezi sırasında şair geçimini sağlamak için kanal, yol yapım                          çalışması, çimento fabrikasında işçilik vs işlerde çalışmıştır. Dağıstan, Azerbaycan gezisi ile başlayan yolculuk, 1 Nisan 1929 tarihinde Tufan’ın Bakû’den Türkmenistan’a geçmesi ile devam etmiştir. Gezi sırasında günlük tutan şair, tüm duygu ve düşüncelerini kaleme almanın yanı sıra halk edebiyatı ile ilgili notlar da tutmuştur. Buhara, Semerkand, Bişkek, Almatı, Hakand, Oş şehirlerinde sonbahar aylarında bulunan şair, Buka şehrine geldiğinde hastalığı nüksetmiştir. Tufan, 23 Kasım 1929’dan 20 Mart 1930’a kadar yaşamla ölüm arasında mücadele vermiştir.  Rivayetlere göre, Tufan’ı “öldü” diye morga bile kaldırmışlardır. 4 ay hastalıkla boğuşan Tufan ayağa kalktığında yolculuğa devam edemeyeceğini anlamış ve 1930 yılının 25 Nisan tarihinde Taşkent’e gelmiştir. Bakû’deyken Türk şair Nazım Hikmet (1902–1963) ile görüşen Tufan, Hikmet’in yayına bir kitap hazırladığından haberdar olmuş ve Taşkent’e gelince bu kitabın çıkıp çıkmadığını öğrenmek için Doğu Edebiyatı Kütüphanesi’ne gitmiştir. Nazım Hikmet’in kitabını ararken “Tufan’ın Şiirleri” kitabına rastlayan Tufan “Tufan adında başka bir şair de var galiba” diyerek kitabı eline almış ve gözlerine inanamamıştır. Eline aldığı 90 sayfalık bu kitap Tufan’ın kendi şiirleriymiş… İki yıldan fazla gurbette olan Tufan’ın kendi kitabına  “rastlaması”, onun memleket özlemini arttırmakla birlikte yeni şiirler yazmasına da esin kaynağı olmuştur. Ve bu hisler içinde Tufan 1930 yılının Haziran’ında Kazan’a dönmüştür.  

         Hesen Tufan, 1930–1934 yılları arasında Tataristan Radyosu’nun edebi ve müzik programlarının yönetici olarak görev yapmış, aynı zamanda şiir yazmayı da sürdürmüştür. 1931 yılının 8 Aralık tarihinde kısa bir hastalık sonucu Hadi Taktaş hayata gözlerini yummuştur. Tatar edebiyatı için Taktaş’ın ölümü büyük bir kayıp olmuş, yazarlar başta olmak üzere Tatar ulusunu derinden sarsmıştır. Birçok şaire yol gösterici görevini üstlenen Taktaş’ın ani ölümü ondan sonra gelenlere büyük bir sorumluluk yüklemiştir. Tufan da bu şairlerden birisidir.

         1934 yılı Hesen Tufan için sevinç ve üzüntünün bir arada yaşandığı çok yoğun bir yıl olmuştur. Şair, 1934 yılında SSCB Yazarlar Birliği’ne üye olarak kabul edilmiştir. Aynı yıl Tufan’ın özel hayatında da büyük değişiklik olmuştur. O, G.Kamal Tiyatrosu sanatçısı Luiza ( Gaynikamal) Salieskerova (1907–1955) ile dünya evine girmiştir. Yetim bir kız olan Luiza, Lısva şehrindendir, 1924 yılında Tufan’la birlikte Kazan’a gelmiştir. Hesen Tufan, Hadi Taktaş ve Gadel Kutuy aynı haftada birlikte evlenmeyi sözleşmişler ise de, Tufan’ın evliliği, kah Luiza’nın eğitimi, kah Hesen’in gezisi sayesinde ertelenmiştir. Taktaş ve Kutuy, sözlerini tutmuş aynı haftada evlenmiştir. Hesen ile Luiza’nın dillere destan aşkları uzun sürmemiş, kaderin acı cilvesi onları ayırmış fakat birbirlerinden koparamamıştır. Tufan, 1934 yılında SSCB Yazarlarının Birinci Kurultayı’na delege olarak katılmış ve kurultayın her günü ile ilgili günlük tutmuştur.

         1934 yılının 18 Mayıs tarihinde “Kızıl Tataristan” gazetesinde Tufan’ın başını ateşlerde yakacak olan “Ant” şiirinin “Kanatlar” başlıklı bir parçası yayımlanmıştır. Bu şiir sonun başlangıcı olmuş ve şairin 16 senesinin hapishane ve sürgünlerde geçmesine neden olacaktır. Şiir gazetede yayımlanır yayımlanmaz şair suçlamalarla yüz yüze kalmış,  Yazarlar Birliği, Tufan’ın “Ant” şiirini incelemek için 1936 yılının Mart-Nisan aylarında olağanüstü toplanmıştır. Toplantılar iki hafta kadar sürmüş, katılan 40 kadar yazar şiir ile ilgili kendi fikirlerini beyan etmiştir. Sonuçta “Ant” şiiri fikir ve şekil bakımından “gerici” bulunmuştur. O yıllarda Tatar Edebiyatı semalarında kara bulutlar dolaşmış, yazarlar çeşitli “suçlardan” dolayı teker teker tutuklanarak hapsedilmeye başlamıştır. Sıkça toplanan Yazarlar Birliği 12–14 Haziran tarihinde bir kez daha toplanmış ve yönetim kurulu K.Necmi, G.Tolımbay, E.Feyzi, F.Kerim ve Hesen Tufanların “işlerini” incelemiştir. Tatar Edebiyatının bu önde gelen yazarları, kendilerini sonsuz otorite gördükleri, gençlerin önünü kapattıkları, “halk düşmanı” olan Ş.Osman, G.Gali, F.Seyfi gibi yazarlara yardım ettikleri gerekçesiyle Yazarlar Birliği’nden ihraç edilmiştir. Yazarlar Birliği ile ilişkisi kesildikten birkaç gün sonra K.Necmi ve G.Tolımbay, yarım yıl sonra F.Kerim tutuklanmıştır. Anlayacağınız, Yazarlar Birliği’nde “temizleme” ara vermeden tüm hızıyla sürmüştür.

         Hesen Tufan da kendi tutuklama sırasını beklemiştir. Her kapı çalındığında veya bir yabancı gördüğünde kendini tutuklamaya geldiler endişesi içinde yaşamıştır. Geçen bu yıllar içerisinde basında Tufan’ı suçlayan birçok makale yayımlanmış ve tutuklanması için zemin hazırlanmıştır. 18 Kasım 1940 tarihinde Tufan her zaman olduğu gibi Yayın Evi’ne gitmiştir. Kapıda Tufan’ı sivil kıyafetli bir genç beklemiştir. O şairi tanıyormuş gibi çok samimi bir şekilde selamlaşmış, gülümseyerek Tufan’ın elinin sıktıktan sonra düşük ses tonuyla kendisiyle gelmesini söylemiştir. Tufan’ın şaşkınlığı üzerinde “Halk Komiseri sizi çağırdı, sizinle görüşmek istiyor” diyerek dönemin zindanının bulunduğu Çürük Göl tarafına işaret etmiştir. Tufan üstü başı düzgün delikanlıya bir kez daha baktıktan sonra durumun ne olduğunun farkına varmıştır. İşte 18.11.1940 tarihinde Tufan tutuklanıp binanın üçüncü katındaki tek kişilik hücreye atılmıştır. Şair burada bir buçuk yıl kalacaktır. 1940–1956 yılları arasındaki hapishane ve sürgün yılları ile ilgili Tufan pek fazla konuşmak istememesi nefretle hatırlanıp unutulmak istenen anılar olmasından ileri gelmektedir. Tufan’ın hayatından çalınan bu 16 yıl onu daha da olgunlaştırmıştır. Hayat okulu Tufan’a insanları, çevreyi, olup bitenleri değerlendirebilmesinde, hayat tecrübesi kazanmasında olumlu katkılarda bulunmuş ise de onun zamanından erken yaşlanmasına, insanlara olan güveninin sarsılmasına, yalnızlaşmasına, sağlığından olmasına neden olmuştur. Hesen Tufan’ın bu kayıp yılları ile ilgili onunla Akkuş Gölü’ndeki yazlığında 25 yıllık komşuluk yapan edebiyatçı Rafael Mostafin “Cezalandırılan Tatar Edipleri” başlıklı kitabında söz etmiştir. Mostafin Tufan’dan bahsettiği “En zor yıllarda” yazısında onun bu yıllarla ilgili konuşmayı sevmediğinin altını çizmiş ve şöyle demiştir: “Hesen ağabey, rastgele kimselere konuyu anlatmaya acele etmedi. Ben de onun kalp yarasını deşerek soru sorma cesaretini kendimde bulamadım. Ancak laf lafı açarsa, keyfi yerinde olup kendi konuşmak istediğinde…” (Mostafin 2009: 41). (Çev. R.K.) Tufan’dan dinlediklerini not eden Mostafin’in yazdıkları, yaşananların ilk ağızdan söylenenler olarak kabul etmek mümkündür. Onun için ben de bu yazımda Tufan’ın tutsaklık yıllarını bu kaynağa dayanarak yazacağım.
         
         Hesen Tufan, 18 Kasım 1940’ta gözaltına alınmış ve tek kişilik hücreye kapatılmıştır. İlk haftalarda onu ne Halk Komiseri çağırmış ne de sorgulamışlardır. Hücrede kendisi ile baş başa kalan Tufan’ın tek tesellisi cebindeki sigarası olmuştur. İlk gün can sıkıntısından gün boyu sigara içen şairin ertesi akşam aklı başına gelmiş ve buradan kurtulamayacağını anlamıştır. Sigarası sayılı olduğundan sonraki günlerde iki günde bir, üç günde bir tane içen Tufan, ilerleyen günlerde sigarasını yakıp biraz içtikten sonra hemen söndürmüştür. Ancak bu tasarruf da pek işe yaramamış, eninde sonunda sigara tükenmiş ve Tufan hücredeki avuntusundan da yoksun kalmıştır. Ne yapacağını bilemeyen Tufan, bir umut ceplerini tekrar karıştırmış, ama bir şey bulamamıştır. Şaşkın bir halde otururken, aniden hücrenin yemek vermek için kullanılan kapı penceresini açılmış, kapıda genç bir gardiyan belirmiştir. Gardiyan etrafına bakındıktan sonra elini içeri uzatarak bir avuç sigara bırakmış ve Tufan olan biteni anlayana kadar hızlıca pencereni kapatıvermiştir. Tufan konuyla ilgili şunları söylemiştir: “ Bundan daha büyük bir hediyeyi hayatımda almamıştım. Burada konu sigaranın benim için ne kadar önemli olduğunda değildir. Gardiyanlık yapan askerlerin tutuklularla iletişim kurması, konuşması kesinlikle yasaktır. Eğer bu durumdan haberdar olurlarsa asker birkaç günlüğüne hücre cezası ile cezalandırılacaktır… Adam gibi adamlar her yerde vardır… Sadece onları görebilmek gerek” (Mostafin 2009: 44). (Çev. R.K.) 9 Aralık 1940 tarihinde Tufan’ın doğum günü olmuş. Kapı penceresinden bırakılan sigara ise sadece doğum gününün değil hayatının en “büyük hediye”si olmuştur.

         Tek kişilik hücrede geçirdiği günler çok zor geçmişse de ileride Tufan’ı daha da zor günler beklemiştir. Sonunda Tufan’ı sorgulamaya başlamışlar. Tufan, karşı devrimci örgüt kurma, yabancı ülke casusları ile irtibata geçme, Sovyet Hükümeti’ni dağıtmaya teşebbüsten suçlanmıştır. Örgütün kuruluşu, faaliyetleri, üyeleri hepsi yazılı olarak Tufan’a sunulmuştur. Tufan’a suçunu itiraf edip örgütteki cinayetçi arkadaşlarının isimlerini açıklaması ve önceden hazırlanmış olan tutanağı imzalaması istenmiştir. Doğal olarak Tufan işlemediği suçu kabul etmemiş ve sunulan teklifi nefretle geri çevirmiştir. Soruşturmayı yürüten görevli Tufan’ın bu davranışı karşısında: “İmzalarsın, bugün olmasa yarın, yarın olmasa öbür gün… Senin gibi karşı devrimcileri biz çok gördük. Önce herkes reddeder, sonra zamanı geldiğinde imzalarlar” demiştir. Bundan sonra gece gündüz demeden sorgulamalar aralıksız devam etmiştir. Sorgulama sırasında yemek verilmemiş, görevliler ise aç tutukluların gözlerinin önünde bir birinde lezzetli yemekler yemiş, yemekten sonra da sigaralarını yakıp dumanını tutukluların üzerine üflemişlerdir. Tutukluları yıldırmak, istediklerini yaptırmak amaçlı yapılan bu tür psikolojik baskılar sadece Tufan’a yapılmamış, tüm tutuklulara uygulanmıştır. Akşama doğru hücresine götürülen Tufan, bırakılan soğuk yemek ve bir dilim ekmek ile karnını doyurmuş ve yatmıştır. Fakat uykuya dalmadan kapı açılmış ve gardiyanlar paldır küldür hücreye girip Tufan’ı yatağından kaldırıp tekme tokat sorguya götürmüşlerdir. Bu sefer Tufan’ı başka birisi sorgulamıştır. Gece sorgulamalarının amacı sırf tutukluları uyutmamak için yapılmıştır. Yalnızlığa, açlığa alışan Tufan’a gece-gündüz demeden sorgulamalar zor gelmiştir. O gün geçtikçe daha da halsizleşmiştir; aklını kaçırma noktasına gelen Tufan bazen “sorgulardan kurtulmak için acaba istediklerini imzalasam, sonra mahkemede reddederim” diye de düşünmemiş değildir. Fakat istediklerini imzalarsa birçok arkadaş ve tanıdığının başını belaya sokacağını düşünerek bu fikrinden vazgeçmiştir. Her ne kadar arkadaşlarının onu şikâyet ettiğini söyleseler dahi Tufan onların vebalinin altına girmek istememiştir. Böylece ne olursa olsun Tufan “suç”unu imzalamama kararı almıştır. Söylemesi kolay da bunu hayata geçirmek çok zor olduğunu söylemeye gerek yoktur. Sabaha doğru hücresine götürülen tutuklular, sabahın 6’sında ayakta olmak zorundadır ki, bu kurala uymayanları bozlu su dolu hücrelere kapatmışlardır… Tufan bir şekilde günde birkaç dakika veya saniye de olsa uyuma imkânını bulmuş, fakat uzun süren bu sorgulamalar onu bitap düşürmüştür. Derisi kemiğine yapışan Tufan’ın yüzü solmuş, gözleri çukura kaçmış, adım atamaz hale gelmiştir. Başlangıçta duygusal, bir de fiziksel olarak zayıf olan Tufan’ı kolay lokma sanan savcılar çok zaman geçmeden düşündüklerinin aksine çelik gibi iradeli bir insan ile karşı karşıya olduklarını anlamıştır. Sorgulamalar nerdeyse yarım yıl sürmüştür. Tufan tüm fiziksel ve psikolojik baskılara rağmen “suç”unu kabul etmemiştir. Mahkemede tüm gerçekleri anlatacağını, savcıları ifşa edeceğini söyleyen Tufan’a savcı “hey, sakallı sabi, kanun da mahkeme de biziz” diyerek yüzüne gülmüştür. Savcıların Tufan’ı suçlamak için ellerinde bulunan en büyük delil bir grup yazarın hazırlamış olduğu “Tufan’ın eserlerinde düşman ideolojisi bulunmaktadır” şeklindeki raporudur. Bu suçlamalara her gün yeni bir suç eklenmiş, dosya oldukça kabarmıştır. Ve aniden sorgulamalara ara verilmiş. Tufan bunun bir hile mi, yoksa başka bir şey mi var diye düşünürken bir gün tuvalette kirli bir gazete parçası bulmuş, suyla temizlemiş ve hücreye götürmüştür. Hücrede zorlukla okuduğu kısa kısa cümlelerden Rus-Alman Savaşı başlandığından haberdar olmuştur. Hapishanede sorguların durması, telaşın baş göstermesi İkinci Dünya Savaşı’nın başlanmasındanmış…

         Savaşın başlanması ile beraber Tufan’ın durumu az da olsa iyileşmiştir. Sorgulamaların kesilmesinin yanı sıra Tufan dışarıdan mektuplar, yiyecekler almaya başlamıştır. Kendisinin de mektup yazmasına izin verilmiştir. Eşi Luiza getiren yiyeceklerin yarısını gardiyanlar almışlar ise de yarısı Tufan’ın gücünü toplamasına yardımcı olmuştur. Dışarıda da durum pek iç açıcı olmamıştır. Tufan tutuklandığında, kızı Gölgene 4 yaşında ve oğlu İdeğey 4 aylık olmuştur. Eşi Luiza o yıllarda tiyatro sanatçısı olarak çalışmıştır. Hükümet, Tufan’ın eşi Luiza’dan, “halk düşmanı” olan kocasından resmi olarak halk önünde vazgeçmesini istemiş, fakat Luiza bu isteği kesin olarak reddetmiştir. Bu olaydan sonra tiyatro yöneticileri kolları sıvamış, Luiza tiyatrodan kovulmuş, ikamet ettiği lojmandan da atılmıştır. Luiza yalnız evsiz, parasız değil, ekmek karnesinden de yoksun bırakılmıştır. İki çocuğu ile sokakta kalan çaresiz Luiza Akademi Tiyatrosu’nun müdürünü mahkemeye vermiştir. Tüm tiyatro ekibi Luiza lehinde ifade vermiştir. Birkaç ay devam eden mahkeme, Luiza’nın tekrar işe alınmasına ve lojmanının geri verilmesine karar vermiştir. Luiza mahkeme kararı ile işine geri dönmüşse de bir hafta-on gün sonra tekrar işinden atılmış ve yineden sokakta kalmıştır. Kararlılığını yetirmeyen Luiza bir kez daha mahkemenin yolunu tutmuştur. İşten atılma geri dönme olayı 3 kere tekrarlanmıştır. Sokakta kalıp açlıkla pençeleşen aile oradan buraya sürüklenirken küçük İdeğey hastalanmış ve 1942 yılının başlarında hayata başlamadan dünyaya veda etmiştir… Luiza, zaten derdi başından aşkın olan eşine bunlardan bahsetmemiştir. İşsiz ve evsiz kalan Luiza, ailesinin geçimini sağlamak için o dönem nerdeyse her okulda bulunan askeri hastanenin yolunu tutmuştur. Savaş döneminde yaralılara kan vermek için kurulan merkezlerde, kan verme karşılığında un, yağ, et, ekmek gibi yiyecekler verilmiştir. Luiza da kanını satarak hem hapishanedeki eşine hem çocuklarına bakmıştır. Tufan eşinin kanı pahasına canını kurtardığını yıllar sonra öğrenecektir.

         İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması Tufan’a da umut olmuştur. O savaşa gidip hem vatani görevini yerine getirme hem de olmayan suçunu kanı ile ödemek istemiştir. Tufan, ön cepheye göndermelerini isteyen dilekçeler yazmış fakat hiçbir yanıt alamamıştır. O, eşinin isteği üzerine yüksek makamlara dilekçe yazmıştır. Dilekçesinde hapishane düzenini, tutuklulara uygulanan kanunsuzlukları kaleme almıştır. Kaderin cilvesi işte, Tufan’ın yazdığı mektup ve dilekçeler bir zamanlar onu sorgulayan şimdi ise yüksek makama terfi olan savcının eline geçmiştir. Eski savcı bir gün Tufan’ı çağırmış ve “Sen misin bizi şikâyet eden, kontra? Sana gününü göstereceğiz. Kimin ne olduğunu öğrenirsin…” diyerek azarlamıştır. Eski savcı sözünde durmuş, 7 Mart 1942’de mahkeme gerçekleşmiştir. Savcının hazırladığı iddianamede Tufan “devrim karşıtı örgüt kurmak”, “faşist Almanya ve emperyalist Japonya yararına ajanlık yapmak” vs suçlamalarla karşı karşıya kalmıştır. Yalancı şahitlerin ifadeleri alınmış, Tufan’a son söz hakkı verilmeden mahkeme kararını çıkarmıştır. Hiçbir suçlamayı kabul etmeyen Tufan mahkeme tarafından en ağır ceza olan idama mahkûm edilmiştir. İdam cezasının 3 gün içinde yerine getirilmesi kararlaştırılmıştır. Hüküm okunduktan sonra itirazı olursa 72 saat içerisinde Moskova’ya itiraz dilekçesi verilebileceği söylenmiş ise de 2 gün geçtikten sonra Tufan’a dilekçe yazmak için kâğıt kalem verilmiş ve yarım saat geçmeden, dilekçe henüz tamamlanmadan elinden alınmıştır. Tufan, 3 günün sonunda gelip almalarını beklemiş fakat ne gelen olmuş ne de giden. Aradan yaklaşık iki ay kadar zaman geçtikten sonra Tufan’ı hücreden çıkarıp savcının odasına götürmüşler ve ölüm cezasının 10 yıl ağırlaştırılmış hapis ve ömür boyu sürgün cezasına değiştirildiğini söylemişlerdir. Cezası kesinleşen mahkûmlar Çürük Göl Hapishane’sinden Kremlin altındaki geçici hapishaneye götürülmüştür. Tufan’ı tıklım tıklım dolu olan hücrelerin birisine sokmuşlardır. Hücrenin kapısı açıldığında mahkûmlar dışarı taşmış ve tekrar tıka basa hücreye doldurulmuş, kapılar kapatılmıştır. Çar dönemindeki bu hapishanelerde bir hücrede iki kişi kalmış ise de şimdilerde 80 civarında tutuklu küçücük hücrelere hapsedilmiştir. Mahkûmlar tuvalet ihtiyaçlarını orada karşılandığından hücrede nefes alacak yer olmamıştır. Her gün en az birkaç kişi havasızlık, açlık vs sebeplerden dolayı hayatını kaybetmiştir. Bunları kimse umursamamış, ölenleri ayaklarından sürükleyerek götürmüşler, yerlerine yeni mahkûmları getirmişlerdir. Bu zindanlarda insanlıktan söz etmek mümkün değildir. Sovyetlerde insanların bir kuruşluk değeri olmamıştır. Tutukluların büyük çoğunluğunun aydın, yazar gibi toplumun elit tabakası olduğu göz önünde bulunursa durumun ne kadar vahim olduğu gerçeğini görmezlikten gelmek imkânsızdır. Tufan hücrede sudan çıkmış balığa dönmüş, nefes darlığı çekmek dışında ateşi yükselmiş, dayanılmaz bir baş ağrısı çekmiştir. Belli ki, bundan 10 yıl önceki verem hastalığı tekrar nüksetmiştir. Tufan bu şartlar altında hayatta kalamayacağını anlamıştır. Cehennemî hücrede Tufan büyük sevinçler de yaşamıştır. Bunlardan birisi de şair Fatih Kerim (1909–1945) ile olan karşılaşmasıdır. Kerim 1938 yılında tutuklanmış 4 yıldır hapishane hapishane dolaştırılmıştır. Hapishaneler konusunda Kerim Tufan’dan daha çok deneyimlidir. Loş hücrede birbirini zor tanıyan iki şair sarılıp ağlamıştır. Birkaç gün birlikte aynı hücrede kaldıkları sırada başlarından geçenleri anlatmanın yanı sıra akıllarına yazmış oldukları şiirlerini okumuşlar birbirlerine… Kerim ile hoş sohbet zaman geçirseler de Tufan’ın durumu gün geçtikçe kötüleşmiş, ayakta duramaz hale gelmiştir. Tam da ölümle burun buruna gelmişken beklenmedik bir şekilde Tufan’ı doktora götürmüşler. Hapishanede görülmemiş bir olaydır ki, ölümle pençeleşen kimseyi doktora götürmezlermiş o güne kadar… Doktor genç bir Tatar’mış. Tufan’ı şiirlerinden tanıyan doktor, onun ateşini ölçmüş ve “Hesen Ağabey, siz bu hücrede öleceksiniz… Ben sizi daha iyi bir hücreye alabilirim” demiştir. Tufan, bu bir hile olmayasın diyerek temkinli davranmış, “yarına kadar bir düşüneyim” diyerek doktorun yanından ayrılmıştır. Hücreye döndüğünde olan bitenleri Kerim’e anlatmıştır. Kerim, Tufan’a bu teklifi kabul etmesi gerektiğini, amacın her ne pahasına olursa olsun hayatta kalmak olduğunu söylemiştir. Ertesi gün Tufan doktora tekrar gitmiş ve rızasını göstermiştir. Tufan 4 kişilik bir hücreye alınmış, burada yatağın yanı sıra yemekler de nispeten daha iyiymiş, üstelik havalandırmaya da çıkarmışlardır. Tufan’ın hücre arkadaşları katil haydutlarmış. Onlar tüm hapishane mahkûmlarının korkulu rüyasıymış, ayrıca hapishaneye alışık olan bu katiller kendi haklarını iyi bildikleri için gardiyanları da avuçlarının içine almıştır. Başlangıçta Tufan’ı da bıçakla tehdit ederek korkutmak istemişler fakat amaçlarına ulaşamamışlardır. Tufan, kendisi ile ilgili tüm gerçekleri anlatmıştır hücre “arkadaşlarına”. Tufan’ın şair olması onların ilgisini çekmiş, şiir okumasını istemişlerdir. Yarım yıl kader tek kişilik hücrede kalan Tufan için bu “arkadaşlar” adeta bir ödül olmuştur. O usanmadan Tatar, Rus şairlerinin şiirlerini okumuş, onlar da ağızları açık dinlemişlerdir. “Arkadaşlardan” birisi de Tatarmış, Tufan ona Tatar halk masallarını anlatmış, o da kahkahalara boğularak dinlemiştir. Sonra meraklı arkadaşlarına da anlatmıştır. Hayatları boyunca ellerine bir kitap alıp okumayan haydutlara Tufan okuduğu kitapları anlatmış, onlar da pür dikkat dinlemiştir. Bir gece Tufan, Alexandre Dumas’ın “Monte Cristo Kontu”nu anlatmış, hücre arkadaşları ağızlarını açmadan sabahın ilk ışıklarına kadar dinlemişlerdir. Böylece Tufan ister yeni arkadaşları arasında, ister hapishanede itibar görmeye başlamıştır. Hücre arkadaşları ona dokunmak bir yana ellerinden gelen yardımı yapmış, kimisi ayakkabı vermiş, kimisi giysi. Kitap, kâğıt, gazete gibi ihtiyaçlarını da karşılamaya çalışmışlardır. Yeme içme konusunda da rahatlamıştır Tufan. Ayrıca onun 4 kişilik hücreye çıkarılmasında yardımcı olan doktor da yardımını esirgememiştir. Doktordan ailesini bulup durumlarını öğrenmesi için yardım isteğinde doktor Tufan’ın isteğini geri çevirmemiş, gidip ailesini bulmuştur. Doktor Tufan’a oğlunun ölüm haberini getirmiş, bu olay karşısında Tufan şaşkına dönmüştür. El birliğiyle yapılan yardımlar sonucunda Tufan kendini toparlamıştır. Yalnız Tufan’ın hapishane hücresindeki arkadaşlarıyla geçirdiği “mutlu” günleri uzun sürmemiştir. Onu Krasin sokağındaki hapishaneye nakletmişlerdir. 1–2 hafta bu hapishanede kalan Tufan buradan Zöye Kale’sindeki Pleten Hapishane’sine gönderilmiştir. Dayanılmaz baş ağrısı çeken Tufan, doktora başvurmuştur. Baş ağrısının nedeninin gözlerinden kaynaklandığı ortaya çıkmış ve şaire gözlük verilmiştir. Gözlük takınca baş ağrısı kökünden çözülmüştür.

         Tufan, çalışma kampında biraz daha rahatlarım diye umutlanmışsa da yanılmıştır. O, en ağır işlerin birisi olan ormanda ağaç kesme işine görevlendirilmiştir. Ağaç kesme işi sağ salim insanların bile yapmakta zorlandığı bir iştir ki, zor bela ayakta duran Tufan’ın bu işin altından kalkması imkânsızdır. Ağır ve acımasız şartlar altındaki mahkûmların günlük normlarını tamamlayamadıklarında günlük yemeklerinin yarısı verilmemiştir. Doğru düzgün yemek yiyemeyen mahkûmlar bitap düşmüş, büyük çoğunluğu hastalanıp ölmüştür. Deri ve kemik arasında sıvı toplanması sonucu insanları elleri ayakları şişmiş, yemeklerin lezzetini alamamış, ağızlarında tat kalmamıştır. El ayaklardaki şişliğe parmak ile basıldığında parmak izi vücutta çukur oluşturmuştur. Bir gün Tufan da bu hastalığa yakalanmış, yemeklerin tadını alamayan şair için hayatın da anlamı kalmamıştır. Tufan, tat alamayınca tuzun tadına bakmış fakat tuzun tadını da alamamıştır. Bu tür hastalığın pençesine düşenlerin genelde 2 -3 günlük ömrü vardır. Ölüm Tufan’ı korkutmamış onun için her şey artık boştur. Derken, bir gün onu çağırıp bir paket vermişler. Paketin içinde peremeç, öçpoçmak gibi Tatar börekleri varmış. 1942 yılının yazında memlekette açlık hüküm sürürken Tufan’ın eşi Luiza bu lezzetli yemekleri nereden bulmuştur? Tufan önce gözlerine inanamamış, sonra yemeğin tadına bakmıştır. Ne ilginçtir ki, Tufan yemeklerin tadını almıştır. Tadına doyum olmayan bu yemekleri tek oturuşta yemek istemiş fakat eğer bunu yaparsa hemen öleceğini bildiği için kendini durdurmuştur. Böylece ölümü beklerken eşi Luiza Tufan’ı bir kez daha hayata bağlamıştır.

         Çok zaman geçmeden Tufan’ı ormanda ağaç kesme işinden alıp cephe için giysi dikme işinde görevlendirmişlerdir. Küçük yaşlarından itibaren fabrikalarda çalışan Tufan, dikiş dikmek dışında dikiş makinelerinin tamirini de yapmıştır. Günlük normunu 2–3 kat fazlasıyla yaptığından günlük yemek de fazlasıyla verilmiştir. Tufan’ın yeteneğinin farkına varan yönetim onu ekip başı olarak görevlendirmiştir. O, ekibindeki 40 civarındaki insana kol kanat germiştir. Ekibin büyük çoğunluğu hali, gücü olmayan kadınlardan ibarettir. Tufan onları açlıktan kurtarmış, yeri geldiğinde kendi yemeğini arkadaşlarıyla paylaşmıştır. Bunun içindir ki onu çalışma kampında “aziz can” diye adlandırmışlardır. Tufan’a halk tarafından verilen bu lakap normal hayatta verilen birçok ödülden daha üstündür. O yıllarda Tufan’ın durumu iyi gibi gözükse dahi mektuplaşmaların yasaklanmasında dolayı ailesinden haber alamaması onu derinden etkilemiştir. Duygu ve düşüncelerini şiirlerinde yansıtan Tufan, çalışma kampı şartlarında şiir yazdınız mı sorusuna şu yanıtı vermiştir: “Şiir yazılır mı hiç? Şiirle yaşanır, daha doğrusu, o senin canının içinde bir aziz zat olarak yaşar. Onun için ne zaman ne de özel şartlar gerek…” (Mostafin 2009: 58). (Çev. R.K.). Tufan başlangıçta şiirleri zihninde tutmuş ancak zaman geçtikçe şiirler çoğalmış ve onları aklında tutmak imkânsız hale gelmiştir. Bir de ölüm var, ölürse şiirleri de Tufan’la birlikte öleceğinden onları gelecek nesiller aktarmak için kâğıda geçirmek bir ihtiyaçtır. 1947 yılının Aralık ayında nakledildiği Mordoviya’nın Potma kampındayken çelikhanede çalıştığı yıllarda Tufan isteyerek gece vardiyasını seçmiştir. Çelik maden fırınında eriyene kadar 1–2 bazen 3–4 saat zaman geçmiştir. Bu zaman içerisinde arkadaşları dinlenirken Tufan birkaç gözlük takarak keskin uçlu kurşun kalemle sigara kâğıdına şiirlerini yazmıştır. İçtiği sigaranın kâğıdını tek tek toplayan Tufan parmak genişliğindeki bu kâğıtlara üç yüz dize sığdırmıştır. Şiir yazılı sigara kâğıtları 20–30 tane toplandığında onları kurutulmuş ekmeğin içinde açılmış delikte saklamıştır. Delikler ise ekmekle kapatılmıştır. Hapishanede kontrol amaçlı her çeşit arama yapılmış ancak kurutulmuş ekmek torbasına bakmayı kimse akıl etmemiştir. Onun için çalışma kampında yazılan şiirlerinin büyük çoğunluğunu saklayabilmiştir Tufan.

         Tufan, 10 yıl hapis yattıktan sonra 18 Kasım 1950 tarihinde Sibirya’ya sürgüne gönderilmiştir. Apar topar gönderildiği için bodruma sakladığı şiirlerini alamamıştır şair. Mahkûmların tıklım tıklım doldurulduğu yük treni doğuya doğru hareket etmiştir. Bir sabah trenin durduğu istasyona delikten bakan Tufan ‘Bögelme’ istasyonunda olduklarını görüp sevinmiş, belki Tataristan’da kalırız diye… Fakat tren biraz ara verdikten sonra son hız yoluna devam etmiştir. Sverdlovsk, Çilebe, Tömen üzerinden geçen tren sonunda durmuş ve mahkûmlar vagonlardan indirilip kamyonlara bindirilmiştir. Kamyon Novosibirsk’in Ustarka il merkezine varmıştır. Ustarka’dan mahkûmlar çeşitli köylere gönderilmek üzere ayrılmıştır; Tufan, Pokrovka köyüne gidecek olan 25 kişinin arasında yerini almıştır. 25 mahkûmun hepsi üniversite mezunudur ki, onların bazıları fizikçi, matematikçi, kimyager, astronom olmanın dışında, bazıları yüksek lisansını, bazıları ise doktorasını yapmış olan aydınlardır. Bu durum Stalin Devri’nin ne denli zalim ve acımasız olduğunuz acı bir gerçeğidir. Stalin Devri’nde gerçek anlamıyla aydın soykırımı yaşanmıştır. Tutuklulara refakat eden muhafızlar mekkârecilere şu talimatı vermiştir: “Siz halk düşmanları kontraları götüreceksiniz… Herhangi bir fedakârlık yapılmayacak, acımak yok. Onların buraya suçlu olduklarından dolayı gönderildiklerini unutmayınız…” (Mostafin 2009: 60). (Çev. R.K.). Sürgüne gönderilenlerin tek kat pantolon, kazak ve yırtık ayakkabılarından oluşan üst başları Sibirya şartlarına uygun olmamıştır. Eksi 30 dereceye varan soğuk mahkûmların iliklerine işlemiştir. Muhafızlar gözden kaybolduktan sonra atlar aniden durdurulmuş ve mahkûmları almaya gelenler kendi üst başlarını çıkarıp “yolumuz uzak, biz soğuğa alışığız, siz donarsanız ölürsünüz” diyerek mahkûmlara giydirmişlerdir. Hastaları kızaktaki kuru ot ile örtmüşler, sağlam olanları da atlı kızakların arkasından hareket etmelerini istemişlerdir. Böylelikle herkes sağ salim köye varmıştır. Konuyla ilgili Tufan şöyle demiştir: “ Sibirya’da ben halkımızın ne denli altın yürekli, yardımsever olduğunu gördüm, halkı kandırmanın imkânsız olduğuna bir kere daha inandım…” (Mostafin 2009: 60). (Çev. R. K.). Tufan köyde bir Rus ailesinin yanına yerleştirilmiş ve kolhozun sürüsünü otlatmak için çoban olarak görevlendirilmiştir. Ev sahibi İvan İvanoviç ve ailesi Tufan’a iyi davranmıştır. Tufan o günler ile ilgili anılarını şöyle dile getirmiştir: “Geldiğimde onlar bana sıcak çorba, ballı çay içirdiler, hamam hazırladılar. Sonraki yıllarda da sofralarından ayırmadılar. Varları yokları ortaktı…” (Mostafin 2009: 60). (Çev. R.K.). O dönem kolhozun verdiği günlük erzak doyacak kadar değil de hayatta kalacak kadar az olmuştur. Geldiği günün ertesinde Tufan işe gitmek için hazırlanırken ev sahipleri onun alttan bağ ile bağlanan yırtık ayakkabısını görünce şaire kışlık ayakkabı, kürk manto, şapka ve eldiven vermek istemiş. Tufan yabancı olan bu insanların samimiyeti karşısında mahcup olmuş ve kabul etmek istememiştir. Ev sahibi kırgınlığını dile getirdiğinde, teşekkür edip kabul etmiştir. Rus köyü Pokrovka’da Tufan’a “Aleksandr İvanoviç” diye seslenmişlerdir. Tufan’ın yeni adı Aleksandr, yani İskender oluvermiştir. Bu köyde Tufan 6 yıl sürgün hayatı yaşamıştır. 1953 yılının 5 Mart tarihinde Stalin ölmüştür. Ölümden sonra yavaş yavaş Stalin’in hataları ve yanlışlarından bahsedilmeye başlanmıştır. Önceleri bu konuşmalar fısıltı şeklinde olsa dahi, sonra sesler yükselmeye başlamış ve “şahıs kültü” kelimesi gazetelerde de görülmüştür. O yıllarda “Stalin kültü” yerini “Stalin düşmanlığı” almıştır. Artık yumuşama, hataları düzeltme zamanı gelmiştir. 1955 yılında “halk düşmanları” birer birer aklanmaya ve serbest bırakılmaya başlanmıştır. Tufan o yıllarda kızı ile mektuplaşma imkânı bulmuştur. Mektuplaşma şairi çok sevindirmişse de ilk kızından aldığı mektupta eşinin ölüm haberi onu derinden etkilemiştir. Şairin sevinç ve gözyaşı birbirini karışmıştır. 1953 yılından beri beklediği haber Tufan’a 1956 yılının 19 Mart tarihinde gelmiştir. SSCB Genel Savcılığı’nın kararı ile Tufan aklanmış, suçsuz yere yargılandığı duyurulmuştur. Bu karar şaire 9 Nisan 1956 tarihinde ulaşmıştır. Bunca acılar içinde boşa geçen koca 16 sene… Suçsuz olan bir insanın aklanması, tam bir terslik değil midir?

         19 Mart 1956 tarihinden özgür olan Tufan, bölgede ilan edilen karantinadan dolayı dönüşü 3 ay gibi ertelenmiştir. O günleri ile ilgili şair: “ Burada günlerim boşuna geçmiyor: kafamı kaldırmadan yazıyorum, yazıyorum. Hiçbir zamanım bu kadar verimli olmamıştı. İleride mutlu günlerin beklediğinden olsa gerek” demiştir. (Gaynetdinov 1989: 189). (Çev. R. K.). Ve sonunda 10 Temmuz 1956 tarihinde Tufan dönüş yolculuğuna çıkmıştır. İlk önce anne-babasının son yıllarını geçirdiği bir nevi “baba ocağı” olan Möhetdin ağabeyinin yanına Lısva’ya, daha sonra Zöfer ağabeyinin ikamet ettiği İjau şehrine gitmiştir. 30 Ağustos 1956’da Kazan’a ayak basan Tufan kültür başkentine büyük umutlarla dönmüştür. Yıllardır hasretini çektiği, özlediği Kazan şairi: “Sen yabancısın, seni istemiyoruz”, diyormuşçasına soğuk karşılamıştır. Tren garına karşılamaya gelenler arasında dönemin Yazarlar Birliği reisi, aynı zamanda gençlik dostu, uzun yıllar omuz omuza çalıştığı mesai arkadaşı Kavi Necmi’nin (1901–1957) bulunmaması tam bir hayal kırıklığı olmuştur Tufan için. Tufan trenden inerken ilk gözüne ilişen 1940’lı yıllarda hükümetin peşine taktığı adam olmuş, şair her ne kadar aklandıysa da takip devam etmiştir. Yazarlar Birliği adına S. Hekim (1911–1986), M. Kerim ve Tufan’ın kızı Gölgene gara gelenler arasındadır. Stalin öldüğü halde onun kurduğu korku imparatorluğu hafızalardan henüz silinmemiş ve uzun yıllar da silinmeyecektir. Umut ve hayalleri suya düşen Tufan, sürgünden kurtulmuş fakat yalnızlığa mahkûm olmuştur. Uzun yıllar süren tutsaklık, zindan ve sürgün Tufan’ı eskitememiş. Bu 16 yıllık süreç içerisinde şair zaman zaman karamsarlığa katıldıysa da gelecek günlerden umudunu kesmemiş, beklentilerini yetirmemiştir. Onu ayakta tutan da umudu ve beklentileridir ki, hücrede ve sürgünde geçen günleri asra bedeldir…

         Tufan’ın aklanma haberi Yazarlar Birliğini de harekete geçirmiştir. 23 Ağustos 1956’da S.Hekim başkanlığında toplanan yönetim kurulu Tufan’ın yineden Yazarlar Birliği’ne alınmasını kararlaştırmıştır. Yanı Tufan Kazan’a dönmeden onunla ilgili bazı kararlar alınmaya başlanmış fakat cesur adımlar atılamamıştır. 1957 yılında “Tatar Şiir Antolojisini” hazırlamak için Moskova’dan Kazan’a Rus şairler gelmiş ve heyet Tufan’la da görüşmüştür. Tufan ile aynı kaderi paylaşan Rus şairi R. Moran şairin durumundan anlamış ve ona yardım etmek istemiştir. Böylece Tufan’ın birçok şiiri Rusçaya çevrilmiş ve Moskova’da onaylandıktan sonra kitap olarak basılmıştır. Rus dilinde yayımlanan bu şiir kitabı, Tufan’ın bir nevi aklanmasının tasdik vesikası olmuştur. 23.08.1956 yılında Yazarlar Birliği’nde Tufan’ın birliğe kabulü dışında şiirlerinin kitap haline getirilmesi kararı alınmışsa da Moskova’da kitabı yayınlanana kadar bu karar sadece kâğıt üzerindeki bir yazı olarak kalmıştır. Moskova’nın bu adımından sonra Tataristan Yazarlar Birliği de harekete geçmiş ve 1958 yılında Tufan’ın “Şarkılar, Şiirler” başlıklı kitabı basılmıştır. Bundan sonraki yıllarda Tufan büyük sevinçler yaşayacaktır. Tatar Edebiyatını geliştirme ve 1964 yılında Kazan’da yayımlanan “Seçmeler” adlı kitabı için 1966 yılında Tufan Tataristan’ın edebiyat-sanat dalında verilen en büyük devlet ödülü olan “Tukay Ödülü”ne layık görülmüştür. Tufan şiirler yazmaya devam etmiş ve yazdıklarını okurları ile buluşturmak için çaba harcamıştır. Çabaları sonucunda 1974 yılında Tufan’ın iki ciltlik “Seçmeler” kitabının 1.cildi, 1975 yılında 2.cildi yayımlanmıştır. Tufan genç yeteneklere de yol göstermiş, gazete ve dergilerde önemli olaylarla ilgili yazılar yazmıştır. 1980 yılının Aralık ayında Tufan’ın 80. yaş günü kutlanmış, milletinin sevgili oğlu Tatar Klasik Edebiyatı’nın son Mohikan’ı o günlerde genç bir delikanlı gibi mutlu ve neşeliymiş. Fakat aradan yarım yıl kadar zaman geçmeden 10 Haziran 1981 tarihinde Tufan yaşadıkları acıları, hüzünleri, hasretleri, umutları, sevinçleri, kırgınlıkları, yalnızlığı, yazdıkları şiirlerini geride bırakarak dünyaya veda etmiştir.                               

Abduveli Güli (Abduveli Aka)

         Kaderin diğer kurbanı Doğu Türkistanlı Uygur Abduveli Güli’dir. Doğu Türkistan’ın Turfan şehrinden olan Abduveli’nin gerçek soyadı Veli’dir. Turfanlılar “v” sesini “g” şeklinde telaffuz ettiklerinden “Veli” olan soyadı “Güli” olmuştur. Güli, Ürümçi Üniversite’sinin Fizik Bilim Dalı Başkanı olan bir fizikçidir. Stil Düzeltme Hareketi başladığı yıllarda Mao Zedung’un “Tüm çiçekler açılsın, tüm kuşlar ötsün, herkes istediği gibi konuşsun” şeklindeki ünlü vecizesine dayanarak herkes düşündüklerini özgürce konuşabilir dediklerinde bir Uygur aydını olarak Güli de düşüncelerini söylemiş ve “yerli milliyetçi” suçu ile yakalanıp çalışma kampına gönderilmiştir. O yakalanır yakalanmaz Ürümçi Üniversite’si kütüphanesinde çalışan eşi işinden atılmış ve 8 yaşındaki kızı ve 5 yaşındaki oğluyla birlikte Küre ilçesindeki komüne sürülmüştür. “Yerli milliyetçi” olarak suçlanan Abduveli Güli ile eşim İklil Kurban 1961 yılının sonlarında Gulca (İli) şehri yakınlarındaki bir kampta karşılaşmış ve aralarında yaş farkı olmasına rağmen arkadaş olmuştur. O yıllarda Güli 40’lı yaşlarında, Kurban ise 26 yaşındadır; ayrıca Güli evli ve iki çocuk babası, Kurban ise bekârdır. Bu iki kader arkadaşını birleştiren tek olgu fikir ve kader birliğidir. Kurban Güli’ye “Abduveli Aka” diye hitap etmiştir. “Aka” Uygurcada “ağabey” demektir. İklil Kurban, Güli’ye “yerli milliyetçi” olarak suçlanmanızın nedenini sorduğunda, o büyük çoğunluğun Çinlilerin oluşturduğu birkaç yüz kişilik bir toplantıda içini boşalttığını söylemiştir. Bu toplantıda Güli: “Siz Çin Komünistleri Marksizmi kalkan yaparak Doğu Türkistan’a bir işgalci olarak geldiniz. Yaptığınız işlerin Marksizmle hiçbir ilgisi yoktur. Ordunuzun adı “Azatlık”tır, oysa ordunuzun da “azatlık” ile hiçbir ilgisi yoktur, ordunuz işgalci ordudur. Parti ve ordu olarak sizler Doğu Türkistan’a Büyük Çin Irkçılığını, cehalet, açlık, yoksulluk, işsizlik, zulüm ve ölüm getirdiniz. Hapishaneler mahkûmlarla doldu; ölüm, feryat ve gözyaşı, benim zavallı ulusumun günlük alışkanlığı haline geldi. Sözünüz ile işiniz birbirini tutmuyor, uygulamadaki devlet siyasetiniz ikiyüzlüdür: Sözünüze göre, çok uzaklardan büyük zahmetlere katlanıp bizi kurtarmaya gelmişsiniz; işinize göre, başkalarını yutan Büyük Çin Irkçılığı haklıdır, azınlıkların kendini savunan milliyetçiliği ise suçludur. Uygur olmak suçtur. Sözünüz yalan, işiniz gerçektir. Art niyetli ulussunuz, art niyetli devletsiniz. Bugün, benim Doğu Türkistan denilen bu zavallı ülkem, Büyük Çin Irkçılığı uğruna yapılması mubah olan, tüm cinayetleri işleyen Çinli canilerin at oynattığı arena haline geldi,   dedim. Çin devletine-ulusuna yönelik bu özlü tanımlamamdan sonra,  hiç acele etmeden bu sözlerimi, biri öbürünü tamamlayan, biri diğerini destekleyen örneklerle kanıtladım. Salondakiler konuşmamı hiç bölmeden derin sessizlik içinde dinlediler. Bu sessizlikten, söylediğim inkâr edilemez gerçeklerin gücü yankılanıyordu. Konuşmam bittiğinde kendimi olağanüstü bir rahatlık içinde hissettim” demiştir. (Kurban 2007: 114–115). Güli’nin konuşması, 200 yıllık esarete boyun eğmeyen bir Uygur aydının haykırışının yankılanmasıdır. Doğal olarak Güli’nin düşüncelerinden etkilenen Kurban onun konuşmasında kendi “suçunu” da bulduğunu şu satırlarla dile getirmiştir: “Bu kişinin cesaretine, dürüstlüğüne hayret ettim. Hususen Onun “Uygur olmak suçtur” ifadesini kendi sesim gibi algıladım. Sanki bu kişi, benim “suçumun” tanımlamasını yapıyor ve benim haklılığımı savunuyordu: Çinli için, Uygur olmak suç olduğuna göre, Uygur’u Uygur yapan Uygur tarihini öğrenmenin de suç olacağı gayet doğaldı; böylece bu zatın sayesinde kendi “suçumun” özünü daha derinden kavramıştım. Anladım ki, Uygur tarihini öğrenme isteğimle, Doğu Türkistan’ın yüzyıllarca süregelen “bağımsızlık” denilen sorununa dokunacak olan, Çin rejiminin-Çin ırkçılarının bam teline basmışım.” (Kurban 2007: 115).

         Her gün devam eden toplantılarda Güli de Kurban da fazla konuşmaktan kaçınmıştır ki, konuşurlarsa her ikisi de gerçekleri söyleyecek ve bu sayede başlarının daha fazla derde gireceğini bilmiştir. Onun içindir ki, susmayı tercih etmişlerdir. Gulca şehri yakınlarındaki kampa geleli 7 ay kadar zaman geçmiş, artık toplantılar sonuna doğru yaklaşmıştır. Böyle toplantıların birinde Abduveli Güli söz almıştır. Herkes merakla onun ne söyleyeceğine odaklanmıştır. Güli biraz duraksadıktan sonra şöyle demiştir: “Eşimden mektup almıştım, ailem zor durumda... Eşim, barınmak ve esenlikleri için, para karşılığında oğlumu birine satmayı düşünmüş. Bağlı bulunduğum kurumdan-devletten, ailemi bu zor durumdan kurtarmak için yardım etmelerini istiyorum.” (Kurban 2007: 117). Güli bu aile gerçeğini kendini daha erken salıverilmesinde etkisi olur diye söylemişse de hiç beklemediği bir yanıtla karşı karşıya kalmıştır. Çevirmen aracılığıyla Çinli yöneticiye aktarılan bu sözler, yöneticinin öfkelenmesine neden olmuştur. Öfkesi yüzüne yansıyan, çılgına dönen yönetici Güli’ye şu yanıtı vermiştir: “Senin bu söylediklerin propaganda amaçlı bir yalandır. Sen geçmişte de yaptığın gibi yine çoğunluğun zihnini bulandırmak-zehirlemek için bu hikâyeyi uydurmuşsun. Bizim sistemimizde çocuk satmak gibi bir olgunun olması değil, düşünülmesi bile olanaksızdır.” (Kurban 2007: 117). Gerçekleri duymaya alışık olmayan Çinli yönetici dürüstlük abidesi olan Abduveli Güli’nin sözleri karşısında çaresizdir ki, ortalık daha fazla karışmasın, kirli çamaşırlarımız ortaya dökülmesin diye toplantıyı kapatıvermiştir.

         13 Temmuz 1962 tarihinde 80 kişinin bir araya getirildiği bir açık hava toplantısı yapılmış, Çinli yöneticiler serbest bırakılacak olan 50 kadar kişinin adını okumuştur. Serbest kalacaklar arasında İklil Kurban’ın adı varken, Abduveli Güli’nin adı okunmamıştır. Bu durum karşısında her ikisi de çaresizdir. Kurban kendisinin serbest kaldığı için sevinse mi, Güli’nin tutukluluğunun devam ettiği için üzülse mi derken yanına Abduveli Aka gelmiştir. Kurban o anı şu satırlarla anlatmıştır: “. Ona bakmaktan bile çekiniyordum, çökmüş bir vaziyette benim yanıma gelip, elimi sıkıp kutladı. Ben Onu nasıl avutabilirdim, çaresizdim, söylemek için bir sözcük bile aklıma gelmiyordu, yaşarmış gözlerimle Ona baktığımda, Onun da gözlerinin yaşardığını gördüm...” (Kurban 2007: 118). Zor durumda olan ailesine bir nebze katkıda bulunmak isteyen Güli, evine dönecek olan Kurban’a ailesine vermesi için çalışma kampında kendine verilen yeni bir ayakkabı vermiş ve ailesinin hal hatırını sormasını rica etmiştir. Kurban da en kısa zamanda Güli ailesini ziyaret edeceğine dair söz vermiştir. O sırada tutukluları götürmek üzere bir kamyon gelmiş ve 30 kişi Ürümçi şehri tarafında yeni kurulan Şihenzi şehrindeki çalışma kampına götürülmüştür. Kamyonla birlikte Abduveli Güli de gözden uzaklaşmıştır. Kurban’ın kalbinde derin iz bırakan bu büyük insanla ilgili yazdığı şu satırlar her şeyin izahıdır: “ Böylece, gerçek (hakikat) uğruna her şeyini yitirmiş bu bahtı kara insan, benden uzaklaşıp giderken, anılarımda ömrüm boyu unutulmaz izler bırakmıştı. Bu izler, yalanlar üzerine kurulmuş sistemde gerçeği söylemenin ne kadar güç ve bedelinin de ne kadar ağır olacağının simgesi haline gelen Onun aydın kişiliğiyle hüzünlü siması idi. O, gerçeğin er geç yalanı alt edeceğine inandığı için bu soylu yolu seçmiştir. Eğer gerçekler yaşayacaksa, bu tip minnetsiz ve namsız kahramanların omzunda yaşar.” (Kurban 2007: 118). Kurban, Gulca’daki ailesinin yanına dönmüştür. Anne babasının durumu da Abduveli Güli’nin ailesinden farklı olmadığının altını çizen Kurban, çocukluğundan beri topladığı kitaplarının bile satıldığını görünce fakirliğin boyutlarının farkına varmıştır. O dönemler yoksulluk çekmeyen hane olmamış olsa gerek…

         Ekim ayının başlarında İklil Kurban Güli’nin emanetini götürmek için Gulca’dan 40 kilometre uzaklıkta olan mahkûm ailelerinin sürgün yeri Küre’nin yolunu tutmuştur. Küre’ye varmak için önce otobüsle Süydüng ilçesine sonra da anayoldan yürümek gerekmektedir. Issız bir köşe olduğundan olmalıdır ki, bu yöre eskiden Şın Şisey döneminde de mahkûm ailelerinin sürgün yeri olmuştur. Devir değişmişse de bu yerin kullanım amacı değişmemiş, sürgün yeri olarak kullanılmaya devam etmiştir. Kurban Küre’ye varışını ve karşısındaki düşündürücü vahim manzarayı şöyle kaleme almıştır: “Önce otobüsle Süydüng’e gittim, sonra yürüyerek Küre’ye gelip, bir büyük kapı önünde duraksadım. Kapı civarında duran birinden-her halde komünün bekçisi olmalı-adres sordum. Büyük avlunun sağ kıyısındaki penceresi yüksekte olan ambar görünümündeki bir evi eliyle gösterdi. Kapıyı önce çaldım sonra açıp eve girdim, ev yarı karanlıktı, gözüm biraz alıştıktan sonra etrafa göz gezdirdim. Karşımdaki sekide duvara yaslanmış vaziyette iki çocuk oturuyordu. Çocukların önü-ayakları yorganla örtülmüştü. Sekinin sol tarafındaki ocak başında oturan kadın bana bakakalmıştı. Selamlaşıp, Abduveli Aka’nın emanetini kadına sundum. Kadın da, çocuklar da her halde beni yadırgadılar, sessizlerdi. Abduveli Aka’dan haber var mı, diye sordum. Kadın, güçlükle var, Şihenzi’de - kampta çalışıyor, diyebildi. Çocukların yüzüne baktım, ürkek, solgun ve zayıftılar. Kızı da, oğlu da Abduveli Aka’ya çok benziyordu. Anası da, çocukları da suskun, yaşayan ölü gibi idiler. Güneşli bir günün açık havasında koşa koşa oynamanın olanağından-zevkinden yoksun kalarak, yarı karanlık evde duvara yaslanıp oturmak kadar, bu çocukların başına gelebilecek başka bir bahtsızlık var mıdır?! Sanırım bundan sonra onların başına gelebilecek tek şey kalmıştı-ölüm. Dünyada, yaşam koşullarından yoksun bırakılmış insan kadar-hele çocuklar kadar değersiz olan başka bir şey var mıdır!? Onları da, kendimi de çok sıkılmış hissettim. Yerimden kalkıp, Abduveli Aka’ya benden selam söyleyin, diye,  dışarı çıktım. Yaşamın bu kadar acımasızlığının ezikliği altında dönerken, düşünüyordum: Abduveli Aka’nın deyişiyle “zavallı ulusum” ve zavallı bu çoluk çocuklar… Çinli aile geleneğinde sık rastlanan, bardağı kırdın diye, çocuğunun elini kıracak kadar zalimliği kalbinde besleyen Çinlilerden başkaları için ne beklenebilirdi!? Çinli acıma ve insaf duygusundan yoksun bir ulustur. Tanrı eğer sen varsan, ilk önce Uygurların yardımına koş. Çünkü, Çinliler ile beraber yaşamak hiç de kolay değildir. Bu yaşam her şeyden önce yalan ve haksızlıklara katlanmak demektir. Çinliler ile beraber yaşarken, cesurluğu ve dürüstlüğü seçmek ölümü seçmek demektir…” (Kurban 2007: 119–120).   

         9 Eylül 1976 tarihinde milyonların hayatını cehenneme çeviren diktatör Mao Zedung ölmüştür. Onun ölümünden sonra Mao döneminde karalanan, yargılanan, hapsedilen insanlar tek tek aklanmaya başlanmıştır. En kapsamlı aklama, 1957–1958 yıllarında “sağcı”, “karşı devrimci” ve “yerli milliyetçi” suçu ile suçlanan aydınlar üzerinde gerçekleşmiştir. Resmi olmayan rakamlara göre suçlanan aydınların sayısı 400 bin civarındadır. Bu “suçlular” karalandığı kurumlarca aklanmıştır. İklil Kurban’ı aklama yükümlülüğünü İli Öğretmen Okulu üstlenmiştir. İli Öğretmen Okulu parti şubesi ve İli Bölge Komünist Parti Komitesi’nin 17.04.1979 tarihli genelgesi ile Kurban aklanmıştır. Bu aklanma genelgesini Kurban Mayıs Komünü’ndeyken almıştır. Aklanma gereği, Kurban’ın siyasi haklarının iade edilmesi, görevine yerleştirilmesi, geçmiş yıllara ait maaş ve ikramiyelerin ödenmesi, kendisinin ve ailesinin Gulca şehri nüfusuna alınması kararlaştırılmıştır. 1979 yılının Eylül ayında Kurban ve ailesi Gulca şehrine taşınmış, Kurban 16.Lise’ye Yakın Çağ Çin Tarihi, siyaset ve Çin Dili dersleri (!) öğretmeni olarak göreve başlamıştır. 24 yıllık ömrü Mao zindanları, çalışma kamplarında, sürgünde geçen İklil Kurban bu “özgürlüğün” geçici olduğunu tahmin etmiş ve 1963 yılından beri ısrar ettiği Türkiye’ye gitme isteğini yeniden gündeme getirmiştir. Gulca ve Ürümçi’deki Emniyet kurumlarına tekrar dilekçe veren Kurban 17 yıl boyunca umudunu yetirmeden beklediği hayaline doğru adım adım yaklaşmıştır. İşte Türkiye’ye gitme hazırlıkları yaptığı günlerde Kurban Abduveli Güli ile görüşmüş, daha doğrusu Güli İklil Kurban’ın Türkiye’ye gideceğini duymuş ve kader arkadaşı ile vedalaşmak için gelmiştir. Bu vedalaşmayı, Kurban “Gerçekler ve Yalanlar” adlı kitabının “Abduveli Aka ile Son Kez Görüşmek” başlıklı bölümünde kaleme almıştır. İklil Kurban ile Abduveli Güli’nin bu görüşmesini sizlere hiç dokunmadan tamamını sunuyorum:                
         “Acele yol hazırlığıyla uğraştığım Gulca’daki sayılı günlerimin birinde, Abduveli Aka, anne-babamın evinde beni bekliyordu. Kucaklaştık, 18 yıllık ayrılıktan sonraki bir kavuşma idi bu. Aradan geçen bunca zaman içindeki serüvenlerimiz hemen hemen aynı idi: Komünün ağır çalışma koşulları altında geçen yarı aç-yarı tok, yoksul bir yaşam; ben çoluk çocuklu olup, biraz daha olgunlaşmışım; Abduveli Aka ise epey yaşlanmış olup, Onun iri-yakışıklı vücudu çökmüş, her zamanki hüzün dolu simasını biraz daha kırışık basmıştı. O, Ürümçi civarındaki bir komünde ailece yaşadığını, aklanma işinin henüz sonuçlanmadığını, ama olacağını umduğunu söylüyordu. Benim Türkiye’ye gideceğimi duyup, vedalaşmaya gelmiş; gönül sırlarını şu ifadelerle dile getiriyordu:

         —Çok sevindim, hiç olmazsa sen kurtul. Henüz gençsin, burada ömrünü boşuna geçirme, ileride yapacağın çok iş var. Hiç olmazsa özgür dünya, senin aracılığın ile bizim acılarımızdan haberdar olur. Bir gün gelecek, bu zulüm mutlaka sona erecektir! diyordu.
         Ben:
         —Benden bir beklentiniz var mı? İsterseniz sizi Türkiye’ye davet ederim, aklandıktan sonra elbette izin verirler, dedim. Bu bilge insanın cevabı anlamlı idi:
         —Hayır, bu yaştan sonra Türkiye’ye yük olmak istemiyorum. Senin yaşında olsaydım, düşünebilirdim. Artık ben yapabileceklerimi yapmışım, ömrüm burada bitsin, yükümü de burası yüklensin, diyordu. Yine 18 yıl önceki (13.07.1962), hüzün yüklü ruh hali içinde vedalaştığımızda, ben yine özgürlüğe uçacakmışım gibi, O yine mahkûm olarak kalacakmış gibi idi bu ayrılıkta... O kaldı, yapabileceklerini fazlasıyla yapmış olarak kaldı.
         Toplumsal gerçekler her zaman, işte ben buradayım, diye göze çarpmaz, belirsizlikler içinde uzun zaman gizli kalabilir. Aydınların görevi, gerçekleri örten tozları akıl gücüyle silerek, o gerçeği topluma tanıtmak, topluma mal etmektir. Toplumsal gelişmeler bu suretle devam edecektir… Eğer o toplumun aydınları da, o tozların altında kalmışsa, o toplum köleliği hak etmiş toplum demektir. Bu mantık gereği Abduveli Aka, bir Uygur aydını olarak, kendisinin de dediği gibi yapabileceklerini yapmıştır. Sevgili Abduveli Aka, için rahat olsun! Ulusun adına sana sonsuz minnet borçluyum; senin, kaldığın o karanlığın içinden yansıyan hüzün dolu siman, aydın kişiliğin her zaman benim için vatanımın bir yadigârı olacaktır. Elveda…
         Abduveli Aka’nın aklanma işinin bu kadar gecikmesinin sebebini düşündüm... Fakat kendisine söyleyip, Onun yaşlı kalbini yaralamaktan sakındım. Bu gecikmenin arkasında şu Çin gerçeğinin saklı olduğunda kuşkum yoktu: Çin, Çin gerçeğini söyleyebilen cesur insanı öldürür, asla affetmez ve aklamaz. Evet, Abduveli Aka, benzerine az rastlanan Çin’in seçkin ve kaliteli düşmanı idi. Abduveli Aka için uygulanmış ve uygulanacak olan Çin gerçeğini, Orhun Abideleri’nde, günümüzden 1270 yıl önce atalarımız söylemiştir: “Çin ulusunun sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak ulusu öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa, kabilesi, ulusu, akrabasına kadar barındırmazmış.” (Kurban, 1995: 89).
         Çin idaresindeki Uygur aydınları için, şu iki alın yazısı mukarrerdir: Ya gerçeği söyleyip ölüm yolunu seçmek veya yalanı kabul edip, hain olmak. Abduveli Aka, hiç irkilmeden ölüm yolunu seçmiştir.  (Kurban 2007: 163–165).  

         İklil Kurban, vatanını ve Abduveli Aka gibi kader birliği yapan arkadaşlarını geride bırakarak 25.10.1980 tarihinde Türkiye’ye ayak basmıştır. Türkiye’ye geldikten sonra yaptıklarını değerlendiren Kurban, Uygur aydınlarının simgesi haline gelen Güli’nin sözlerini unutmamış, kalbinin derinliklerinde saklamıştır. Kurban konuyla ilgili şu sonuca varmıştır: “Birey olarak amacıma ulaştığım-kitaplar yazıp düşüncelerimi en yalın bir şekilde izah edebildiğim  (düşüncelerimi arkamda bırakabilmek, ömrümün en büyük arzusu idi, her hâlde onun içindir, gençliğimde düşündüklerimi hatıra defterime yazma alışkanlığım vardı ve bu alışkanlığım bir zamanlar başıma büyük belâ açmıştı), çocuklarımı Amerika ve Almanya’da okutabildiğim, dünyanın birçok yerlerini gezebildiğim şu günlerde, Abduveli Aka’nın o, hüzün dolu siması aklımda zaman zaman canlanırken, içimden hüngür hüngür ağlamak geliyor. Çünkü Onun beklentilerini yerine getiremedim. Bilmiyorum, belki O, çoktan ölmüş de olabilir, fakat acısını paylaşabilen benim gibi birçok insanı arkasında bırakmış olduğundan kuşkum yoktur. “Yaşam acımasız, tarih kirlidir.” Öyle de olsa, bir tarihçi olarak, Çin’in geleceğine özgü bildiğim tek gerçek şu ki, Çin mutlaka bölünüp-parçalanacaktır. Çünkü özgürlük, demokrasi ve ulusal devlet kavramlarıyla çağımıza damgasını vuran evrensel değerler, Çin’in bugünkü gidişatının önünde geçilmez bir set oluşturmuş, artık Çin’e dur demenin zamanı gelip çatmıştır. Değişik bir deyişle, Çin’in ölüm fermanı çıkmış ve er geç uygulanacaktır. Hayal gücüne hayran olduğum Abduveli Aka’nın sözüyle:  “Bir gün gelecek, bu zulüm mutlaka sona erecektir!” (Kurban 2007: 251).

Sonuç

         Hesen Tufan ve Abduveli Güli, dürüstlüğün bedelini hapislerde ödemişlerdir. Verimli yıllarını zindanlarda geçirmek zorunda kalan bu kaderin kurbanları, yapacaklarını tam olarak yapamadan aramızdan ayrılmıştır. Hapishane yerine onlara çalışma imkânı tanınsaydı, Abduveli Güli fizik dalında büyük buluşlara imza atarak dünya çapında ödüller kazanırdı. Hesen Tufan da birbirinden güzel şiirleri ile Tatar Edebiyatı’nın gelişmesine daha fazla katkı sağlardı. Korku imparatorluğunu kurmak isteyen diktatörler aydınlara fırsat tanımamakla birlikte onları topyekûn yok etmiştir. O devirde yüz binlerce aydın idam edilmiş, hapsedilmiş, sürgüne gönderilmiştir. Stalin ve Mao Devri insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından birisidir.         

         Farklı coğrafyalarda yaşanan birbirine benzer iki hayat hikâyesi. Stalin ve Mao zulmünün bir simgesidir bu kaderin kurbanları. İnsani değerlerin hiçe sayıldığı, ekmek ve can derdinde olan insanların hayvan kadar değeri olmadığı korkunç yıllar. Heba olan gençlik yılları, babalarına hasret büyüyen çocuklar, çocuklarına doyamayan babalar, zindanlar, çalışma kampları, sürgünler, açlık, sefalet ve çaresizlik… Fakat her şeye, tüm olumsuzluklara rağmen hiç kırılmayan bir umut. Kazan Tatarı Hesen Tufan ve Doğu Türkistanlı Uygur Abduveli Güli o yılları anılarımızda tekrar canlandıran gerçek kahramanlardır. Tutsaklık, zindan, sürgünler onları hiç eskitememiş, zarafetlerini hiç eksiltmemiş, aksine bu iki kader kurbanı korkutmakla insanlığın ölmediğini kanıtlamıştır. Yaptıklarından asla pişmanlık duymayan, duvarlara rağmen insan kalan büyüklerimiz, şartlar ne olursa olsun ödün vermemiş, boyun eğmemiştir. Yalnız kalsalar da, dışlansalar da vakur duruşlarını korumuşlar, teslim olmamışlardır.  Tıpkı Nazım Hikmet’in dizellerindeki gibi: “Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele…” Ezilen milletin onurlu insanları bugün de saygı ve şükranla anılmaktadır. Şair ölür şiirleri kalır, bilim insanı ölür icatları ve fikirleri kalır. Tufan şiirleriyle, Güli ise ölümsüz fikrileriyle bugün de aramızdadır. Milyonları zindanlara hapseden Stalin ve Mao ise tarihin kirli sayfalarına mahkûm olmuştur.

         Doğu Türkistanlı Uygur Abduveli Güli’nin “Bir gün gelecek, bu zulüm mutlaka sona erecektir!” sözleri henüz gerçekleşmemiştir. Bugünlerde Doğu Türkistan Çin zulmü altında, Kazan Tatarları ise Rus zulmü altında ezilmektedir. Bu zulüm karşısında direnç ve savaşım devam etmekte ve er ya da geç zafer ile sonuçlanacağı, zalimin ve zulmün alt olacağı günler yakındadır!    
         
Kaynakça:
.      1.    Gaynetdin, Mesgut, Davıllarda Cillerde (Fırtınalarda Yellerde), Kazan 1989.
Kurban, İklil, Gerçekler ve Yalanlar (Anılar –Yansımalar: 1943–2007), Ankara 2007.
Kurban, İklil,  Yaşlı Tarihin Yankısı (Bulgar-Tatar Tarihi ve Medeniyeti), İstanbul 1998.
Mostafin, Rafael, Repressiyelengen Tatar Edipleri (Cezalandırılan Tatar Edipleri), Kazan 2009.
Tatar Poeziyese Antologiyese (Tatar Şiir Antolojisi),  Xesen Tufan (Hesen Tufan), 2.kitap,  s: 15–23, Kazan 1992.  


 Hesen ismi Türkiye Türkçesinde Hasan olarak adlandırılmaktadır.
 “Dufan” Mişer Tatarlarında kasırga, tufan anlamına gelmektedir. Şairin dedesi Fehretdin’e köylüler kızgın, öfkeli olduğu için “Dufan” lakabını takmıştır.