Dün akşam kadim bir arkadaşım ile “Orta Türkçe” dönemine ait sohbette bulunduk. Bir çok görüşün ardından sohbet –Sa edatı ile birlikte değişti. 

-Se -Sa ekleri Orta Türkçe döneminde ‘şart, dilek, arzu etmek’ anlamlarında kullanılırdı. Bu eklerinde “Sadı nenğni” yani ‘bir şey saydı’ ifadesinden geldiği bilinir. Kâşgarlı Mahmud’ta incelemelerinde bu durumu şu örnekle pekiştirmişti. “Er Suwsadı” yani ‘Adam susadı’. Kişinin su içme dileği olduğu anlatıldı. 

Konu tam burada tamamen ve gündeme uygun değişiverdi.

Çünkü su içmen gerektiğini biliyorsan, içmen gerekir… Hemde bir an önce eyleme geçmen gerekir… Buna rağmen içmiyorsan, inat ediyorsan sağlık problemleri, hatta uzun vadede ölüm ile tanışırsın… 

Laf lafı açtı… Ders alınmasına rağmen ihtiyaçlarımızı gidermediğimiz konuları dile geldi…

Sene 1509’du. İstanbul’da deprem oldu. “Küçük Kıyamet” olarak adlandırıldı. Hatta Kahire’den duyulduğu anlatılır… 7,2 büyüklüğündeydi. Deprem gece 4’te gelmişti. İnsanlar uykudaydı. 13 bin insan hayatını kaybetti. Binlerce insan yaralandı. Su şebekeleri patladı. Aylarca su ve yiyecek sorunu yaşandı. Hastalıklar peydahlandı. Ardından ölümler devam etti.

Sene 1766’ydı. Bayramın üçüncü günü İstanbul yine sallandı. 7,5 büyüklüğünde deprem yine sabaha karşı 6 sularında oldu. Deprem 4 dakikaya yakın sürdü. 4 bin kişi hayatını kaybetti. 

Sene 1894’te yukarıdaki iki depreme nazaran küçük bir deprem daha oldu. 17 saniye sürdü. Ama yine ve maalesef 474 insanımız hayatını kaybetti.

1939 Erzincan depremi, 30 bin insanımız hayatını kaybetti.

1966 Muş, Varto depremi 2,5 bin insanımız hayatını kaybetti.

1975 Diyarbakır depremi, 2,5 bine yakın insanımız hayatını kaybetti.

1976 Van depremi, 4 bine yakın insanımız hayatını kaybetti.

Çoğumuzun hatırladığı, belki de yakinen hissettiği 1999 Gölcük depremi… O da gece geldi. Resmi olmayan verilere göre 50 bin insanımız hayatını kaybetti. Birkaç ay sonra Düzce bir daha sallandı ve 710 kişi daha hayatını kaybetti.

Ve şimdi 2020’de Elazığ’da 6,5 büyüklüğünde bir deprem daha oldu… Manisa sallandı. Yine hayatını kaybeden insanlarımız var. Şu anda evlerine giremeyen, çadırlarda kalan insanlarımız var.

Halbuki 20 sene önce, yani yakın tarihte yaşadığımız büyük depremin ardından, tekrarlayacağı neredeyse sürekli konuşuldu. Devlet deprem için özel vergiler topladı. Depreme karşı yatırım yapılacaktı, önlem alınacaktı… 

Ama gelgelelim sene 2020, elde var sıfır. Topu topu 6,5 büyüklüğünde bir deprem bile binalarımızı yıkabildi. Küçümsemek için değil bu “topu topu” sözüm… Ama diğer ülkelerde görüyoruz işte!.. Sağlıklı bir şekilde bu işin üzerine gidildiğinde 8 büyüklüğünde bir depremde bile hayatını kaybeden olmuyor… Bırakın cam bile kırılmıyor…

Bizdeki durum daha da kötü… Çünkü ülkemizde son 18 yıldır lokomotif, en gözde üretim sektörü “İnşaat”… En çok titizlendiğimiz, yatırım yaptığımız, en çok güçlendirdiğimiz sektörümüz yıkılıyor… Peki neden?.. Cevap basit… Bol para kazanılmayacak binalar yok sayıldı… Kentsel dönüşüme sokulmadı… Rant baş tacı oldu…

Ne demiştik!.. “Er suwsadı” ise; su içilecek…

Bilimsel veriler ile uzmanlar 20 yıldır anlatıyor. İstanbul’da 7,5 civarında deprem bekleniyor… O zaman varolan çürük binalar için önlem alınmalıdır, hatta alınmalıydı… 

Bu millet, bu önlem için “Deprem vergisi” adı altında parasını da ödedi… 

Ama bugün öğreniyoruz ki o paralar başka yerlere harcanmış… 

İstanbul’da daha önce olmuş 1509 ve 1766 yıllarındaki deprem aralığı 257 sene… Deprem aralığı aşağı yukarı belli… Ve şimdi tamda o zamanlardayız… Ve bugün gizli kapaklı resmi makamlarda konuşulanlar çok ağır… İstanbul’da, hâlen onarılamayan bina durumlarına göre, beklenen depremde 500 bin can kaybı olabileceği söyleniyor…

Bu durum ise bize; İnsan odaklı çalışma değil de, rant odaklı çalışmanın maliyetini gösteriyor… Kaybedilen değerimiz ise “İnsanlık”…

Şimdi bunu Demirel’in ifadesi ile “altımız çürük” deyip geçiştirelim mi?.. Yoksa bugünkü gibi “kader-i ilahi” mi?.. Diyelim… Tabi ki hayır… 

Zaten bildiğiniz gibi, dinimiz kaderci bir din değil… Yaradanımız olacakları bilir ama seçim hakkını insana bırakmıştır. Yani kaderimizi kendimize bırakmıştır… Bizde iyi ya da kötü hak ettiğimiz gibi yaşarız… 

Binanın çürümesinin önlemi var… Ama zihnin çürümesinin önlemi zor…

20 yıl önceki depremde çocuk olanlar artık mühendis, müteahhit, doktor oldu.

O dönemi çocuk olarak yaşamış kişiler ve eğitim durumları, (Kesinlikle akademik bir eğitim olması şart değil) bugün geleceğimizi belirliyor… 

İşte bu yüzden sivil toplum örgütlerinin, bizzati bireylerin eğitim meselesine gönül vermeleri, çok çok kıymetli… Çocuk yaşta kitap okuma alışkanlıkları edinilmesi çok kıymetli… Onlara, kitap okumayı sevdirecek yayınları bulup, yayınlamak çok önemli…

Bu vesile ile bu hafta tanıştığım… Ve kendisi ile yaptığımız görüşmede, uzun yıllardır eğitim meselesini ne denli ciddiye aldıklarını gördüğüm… ‘Puslu Kitabevine’ teşekkürü borç bilirim…

Ülkemizin, her türlü felaketten korunabilmesi, yenilikçi, yaratıcı fikirlerin gelişmesi, üretmesi, güçlenmesi… Ve en önemlisi insan onuruna yakışan bir yaşam sürdürebilmesi için sağlıklı bir eğitimin tabana yayılması şarttır…

Eğitimi sadece Milli Eğitim Bakanlığının ellerine bırakmak yerine, bir bütün olarak ve devamlı eğitim seferberliği içinde olmalıyız.   

Bu dünde gerekliydi, bugünde gerekli… Ve yarında gerekli olacak…

Nasıl ki 900’lü yıllarda, Ortadoğu’da Türk popülasyonunun arttığında… Yani ”Güç” dendiği zaman akla gelenin “Türk” olduğu zamanlarda da Ortadoğu’lu alimler eğitim mesajları veriyorlardı. Türk dili revaçtaydı. Türk oklarından korunabilmenin tek yolu “Türkçe” konuşabilmekti. Ve Türkçe öğrenmek için okuma, öğrenme alışkanlıkları gelişti… 

Artık eğitim seviyelerini geliştirerek, ülkelerine gimiş Türkleri engelleyebilecek önlem zamanı geçmişti… Artık onların yanında kaliteli yaşam sürebilmek için eğitime ihtiyaç duyuyorlardı… 

Demek ki! İş işten geçmeden… Hayata tutunabilmek… Kaliteli yaşam hakkını kaybetmemek… Gelecekte binaların altında kalma riski yaşamamak için, yediden yetmişe okuma oranımızı yükseltmeliyiz…

Bilmek zorundayız… Lâkin bu da yetmez… Bildiğimizi uygulamak zorundayız…