Kûfe’de-Kerbelâ’da, fitne çark’ları hızla dönmeye başlamış, fitne ve düşmanlık kazanı fokur fokur kaynamaya başlamıştı. Bu sırada, Rey valiliğine getirilen, Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın oğlu, Ömer bin Sa’d bin Ebî Vakkâs da ordusuyla birlikte Haz. Hüseyin’in kâfilesinin üzerine yürümeye mecbur edilmişti.
Kahredici bir durumdu. Allah’ın Resûlü’nün sevgisini kazanmış, dayızâdesi Sa’d için “Benim gibi başka dayısı olan varsa göstersin,” buyurduğu o Sa’d bin Ebî Vakkhas’ın oğlu, Ömer bin Sa’d bin Ebî Vakkâs Allah’ın Resûlü’nün gözbebeği Haz. Hüseyin’in üzerine ordusuyla birlikte yürümeye mecbur ediliyordu.
Karşılıklı iyi niyetli çabalar netice vermedi. Hâricî’lerin tahriki ile mukâtele yaşandı, sıcaktan ve susuzluktan bîtap düşmüş ve iyice azalmış taraftarlarının başında piyâde olarak karşı koymaya çalışan Haz. Hüseyin’e, Hâricî Şemir bin Zülcevşen’in emriyle her bir taraftan hücûm edildi. Sinân bin Enes en-Nehâî önce bir harbe saplayıp yere düşürdü, sonra da atından inerek saçlarını ve başını kestiler. Azîz ruhu belki de tarihin en trajik, en mahzûn şehid’nin ruhu olarak, Mele-i Âlâ’da ferahnâk olmuştur. (Allah ondan o da Allah’tan râzi olsun!...) Haz. Hüseyin ve beraberindekilerin şehâdet’leri (10 Muharrem 61 – 10 Ekim 680) Aziz şehid’lerin naaş’ları ertesi gün Benî Esed mensuplarının ikâmet ettikleri Gâdiriyye köyünde toprağı verilmişti.
Buraya kadar, hiçbir yorumda-değerlendirmede bulunmadan Haz. Osman’ın şehâdeti, Haz. Ali’nin hilâfeti, Haz. Hasan’ın hayatı ve Haz. Hüseyin’in taraftarlarıyla birlikte Kerbelâ’da şehid edilmeleri, tarihî perspektif içinde verilmiştir.
Görüldüğü üzere, Enfhal Suresi, (8-25) âyetinde beyan buyrulan, Fitne-i Uzmâ (büyük fitne), üçüncü Halife Haz. Osman radiya’llâhu anh’in Hâricî’ler tarafından Medine-i Münevvere’de evinde şehid edilmesiyle Medine’de başlamış ve maalesef, günümüze kadar sönmemek üzere, mu’cize olarak Allah’ın Resûlü’nün haber verdiği gibi, Hicâz’ın doğusunda, Necid topraklarında devam etmiştir-etmektedir.
Ehl-i Sünnet ve Tasavvuf’ta Zikr-i Hafî yolunu ta’kib eden Saâdât-ı Nakşiyye’nin, Haz. Osman’ın şehâdetiyle başlayan, Necid topraklarında devam eden, Cemel, Sıffîn vaka’ları, daha sonraları, Haz. Hüseyin’in ve taraftarlarının elîm-hazîn, şehâdetleriyle neticelenen Kûfe-Kerbelâ olayları, aslında bir saltanat ve makam kavgası değil, Ashâb-ı Güzin arasında İçtihâdî bir mes’eledir.
Bir tarafta, Zevcât-ı Tâhirattan, Ümmül’mü’minîn, (bütün mü’minlerin annesi), annemiz, Haz. Âişetü’l-Mutahhara, Aşere-i Mübeşşere’den Haz. Talha ve Haz. Zübeyr, diğer tarafta, cennetle tebşir edilmiş, Peygamber’imizin amcaoğlu, damadı, en yakîni, ehl-i Beyt mensubu, Allah’ın arslanı, Haz. Alî Kerreme’Allâhu Vechehû, bunlar, taht, makam, mülk, meliklik, hilâfet kavgası yapmazlar. Aksi bir düşünce akıl ve mantık dışıdır.
İçtihâdî Mes’ele, bir taraf, Haz. Osman’ın kâtillerinin bir an evvel tesbit edilip yakalanarak cezalarının (kısaslarının infazını) verilmesini böylece müslümanlar arasında zuhur edebilecek fitne’nin önüne geçilmesini talep ediyor. Diğer taraf ki, asıl yetkili ve sorumlu taraf, “Elbette Haz. Osman’ın kâtilleri yakalanacak ve hak’ettikleri cezalarını bulacaklar. Fakat, şu anda Medine’de henüz istenildiği gibi asayiş te’min edilememiştir. Öncelikle sulh-u Sükûnun te’min edilmesi, Şam dâhil, Aktâr-ı İslâm’daki bütün yetkili ve etkili kimseler, Haz. Alî’ye bi’at etmeli ve arkasında durmalıdır ki, böylece sükûnet sağlansın, ondan sonra da, Haz. Osman’ı şehid edenler cezalarını bulsunlar.”
İçtihâdî mes’elelerde, isâbet edenler iki sevap, hata edenler de bir sevap alırlar. Eğer böyle olmasaydı, aslında ümmet-i Muhammed için mahza rahmet olan ihtilâf kültürü, hakîkati aramada derinlik olmazdı. Mes’ele İçtihâdî bir mes’ele olunca, artık burada haklı-haksız aranmaz. Filvâkî, ehl-i Sünnet uleması ve Zikr-i Hafî Yolu’nun Saâdâtı bu İçtihâdî mes’ele’de, hakkın, isâbetin, Haz. Ali ve taraftarlarının yanında olduğunda ittifâk etmişlerdir. Ancak bu durum, karşı taraf’ın, Haz. Muaviye radiya’llâhu anh, taraftarlarının itham edilmesini, hele hele, zemmedilmelerini, hâşâ! tekfîr edilmelerini aslâ haklı kılmaz.
YEZÎD BİN MUAVİYE’YE LA’NET:
Şîa’nın kesif propagandası’nın te’siri altında kalan pek çok ehl-i Sünnet âlimi bile, maalesef, Mekke’nin fethi günü Babası, Ebû Süfyân ile birlikte İslâm ile şerefyâb olan, bir müddet vahiy kâtipliği yapan, Haz. Ebû Bekr ve Haz. Ömer’in halifeliği sırasında, bütün seferlerde ve fetih’lerde bulunan Dımaşk’ın fethi üzerine, Haz. Ömer tarafından Şâm-ı Şerif Valiliğine getirilen, burada, Haz. Osman’ın şehid edilip, İçtihâdî problemler başlayıncaya kadar, Dımaşk, İran ve Irak (Necid bölgesinde)’ta müslümanlara büyük hizmetlerde bulunan Haz. Muaviye radiya’llahu anh Efendimize bile la’nete yeltenenler çıkmıştır. Yezid bin Muaviye Sahâbî değildir, yaşı bakımından bu şerefe erememiştir. Oysa, Haz. Muaviye Sahâbi ve vahiy kâtiplerindendir. Bütün müslümanlara düşen birinci vazife, bütün ashab-ı Kiram’ı hayırla yâd etmektir. Onlara sövmek ve ta’n, kat’î delillere muhâlefet oluşturursa ki, Sıddık-ı Ekber, Haz. Ömer ve Âişe-i Sıddıka-i Mutahhare gibi, küfürdür. Değilse, bid’attir, fâsıklık ve zındıklıktır. Selef-i Sâlihîn’den hiçbir âlim veya müçtehid hiçbir veçhile Haz. Muaviye ve beraberindekilerin la’netlenmesine cevaz vermemişlerdir. Yukarıda izah edildiği gibi, mes’ele içtihâdî bir mes’ele olup burada haklı-haksız aranmaz ve hiçbir taraf da itham olunmaz. Onlara yapılabilecek en ağır itham, devrin halifesine itaat etmemek olur ki, bu da onlara la’net edilmesini meşrû kılmaz.
Abdullah İbn-i Mübârek’e soruldu. Tâbiîn’in en hayırlı şahsiyeti kabûl edilen Emevî Hükümdarı, Ömer bin Abdülaziz mi daha faziletlidir, yoksa Haz. Muaviye radiya’llâhu anh mi?
Abdullah İbn-i Mübârek, “Vallâhi, Resûlüllah salla’llâhu aleyhi ve sellem ile çıktığı gazâ’lar’dan birisinde atının burnuna giren tozlar, Ömer bin Abdülazîz’den daha faziletlidir.” buyurdu.
Ehl-i Sünnet ulemasından ba’zılarının, “Haz. Hüseyin’in katlini emrettiği, icazet verdiği, râzî olduğu ve katlinden dolayı büyük bir sevinç duyduğu için, Yezîd bin Muaviye’ye, la’net edilmesi gerektiği hususundaki görüşlerine katılmak mümkün değildir.
İlm-i Kelâm ile alakalı olarak, ehl-i Sünnet Kelâm’ının önemli eseri Ömer’n - Nesefî’nin metnine, Şarh-i Akâid, adında çok önemli bir esere imza atan, Allâme-i Teftezânî, Yezîd bin Muaviye’nin, Haz. Hüseyin’in katlini emrettiği, razî olduğu ve bundan büyük sevinç duyduğuna dâir, haberler, ma’na olarak tevâtür derecesine ulaşmıştır, iddialarına katılmamakla birlikte, “Bu haber’lerin tafsilatı her ne kadar haber-i vâhid ise de, biz, Yezid’in şanına değil, imanına bakıyoruz”, diyor, “Allah, Yezîd’e, ona yardım edenlere ve yardımcılarına la’net etsin!” diye la’net ediyor.
Aslında reşîd bir ehl-i Sünnet Kelâm’cısı olan, Allâme-i Teftazânî Hazret’lerinin, ehl-i Sünnet’in dikkat ve İ’tinasını bir tarafa bırakarak Şîa’nın te’siri ile Yezid bin Muaviye’ye la’net etmesi yadırganmıştır. Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid’in buyurduğu gibi, “Dur Bakalım Hocâefendi, o kadar da ileri gitme, Mürtekib-i Kebîre bile (büyük günahlardan birisini işlemiş) olsa yine de bir müslüman’a başka müslümanlar la’net edemezler.”
Kerbelâ’da esir alınanlar, Dımaşk’a (Şam’a) götürüldüklerinde, Yezîd bin Muaviye, Haz. Hüseyin’in şehâdetinden derin bir üzüntü duymuş, Haz. Hüseyin’i şehid ettiği için, Ubeydullah bin Ziyâd’a la’netler yağdırmıştır.
Öte yandan, çatışmalardan sağ olarak kurtulmuş olan Haz. Hüseyin’in oğlu, kızları, kız kardeşi ve Tâliboğullarından diğerleri, Dımaşk’da bir müddet misâfir edilip ağırlandıktan sonra, bir muhâfız birliğinin himayesinde ve refakatinde Medine-i Münevvere’ye gönderilmişlerdir. Tıpkı, Haz. Ali Efendimizin, Cemel Vaka’sından sonra, mü’minlerin annesi, annemiz, Âişe-i Sıddıka’yi Medine’ye gönderdiği gibi.
Yezid’in üzüntüsünde samîmî olup-olmadığı hususunda “niyet okuma” zan ile hareket etmek olur ki, zan hiçbir zaman ilim ifade etmez.