7 Ekim’den bugüne İsrail, Gazze’deki masum insanların, çocukların üzerine bomba yağdırıyor. Gazze’de bir insanlık dramı, bir katliam yaşanıyor. Gazze dramının durdurulması konusunda Batı’dan umudunu kesen insanlığın tek umudu petrol üreticisi İslam ülkeleri; “Petrol üreticisi İslam ülkeleri, birkaç günlük petrol ambargosu uygulasalar, Gazze’de yaşanan insanlık dramına son verebilirler” diyorlar. Doğrudur. Peki, Arap ülkelerinin böyle bir karar almalarını hangi güç engelliyor?

11 Kasım’da Riyad’da yapılan 8. Olağanüstü İslam Ülkeleri Zirvesi’nde İsrail’e yaptırım uygulama teklifine, Sudi Arabistan başta olmak üzere, 4 İslam ülkesinin karşı çıkması, “İnsani ara” başlığı altında Gazze’de yaşanan gelişmeler, Hamas-İsrail çatışmasının arka planında çok başka dinamiklerin devrede olduğunu gösteriyor.

Suudi krallar, 1975 yılından bu yana, ABD yörüngesinde hareket etmektedirler. Bu yörünge değişikliğinin nedeni, 1975 yılında, İsrail’i destekleyen  Batılı ülkelere petrol ambargosu uygulayan Suudi Arabistan kralı  Faysal bin Abdülaziz’in ABD’den gelen yeğeni tarafından öldürülmesiydi.

ABD, o günden bugüne petrol vanasını kontrolü alında tutmaya çalışıyor.

Hamas’ın silahlı kanadı İzzettin el Kassam Tugayları, 7 Ekim sabahı, “İsrail’in işgal ve ihlallerine karşılık verme” gerekçesiyle düzenledikleri Aksa Tufanı saldırısı  sırasında, paramotorlarla çeşitli yerleşim birimlerine sızarak, esir aldıkları çok sayıda İsrailliyi Gazze’ye götürdükleri konuşuluyordu.

İsrail’in haftalarca yoğun bir şekilde bombaladığı Gazze’de, Hamas’ın alıp götürdüğü İsraillilerin yanı sıra, ABD’li asker ve sivillerin de bulunduğu biliniyordu. ABD Başkanı Biden’ın ve Dışişleri Bakanı Blinken’ın peş peşe Tel Aviv’e gelmelerinin nedeni, ateşkes sağlamak değil, Hamas’ın elinde bulunan çip devi Nvidia’nın beyi takımını kurtarmaktı.. 

Biden ve Blinken’ın ziyaretlerine, ABD’nin sahip olduğu en büyük uçak gemilerini Doğu Akdeniz’e taşımasına rağmen, İsrail Hamas’la ateşkes anlaşması yapmaya yanaşmıyor, Gazze’ye bomba yağdırmaya devam ediyordu. İsrail, Gazze’deki Filistinlileri, evlerini, yurtlarını terk ederek Sina Çölü’ne doğru çekilmeye zorluyordu. Hedefleri, Filistinlilerden arındırılmış bir Gazze oluşturmak ve İsrail haritası içinde eritmekti. Özetle, “Aksa Tufanı” gerekçe yapılarak başlatılan Gazze katliamı, İsrail’in genişleme politikasının bir parçasıydı. Ortadoğu’nun 11 Eylül’ü kurgulanarak uygun gerekçe oluşturulmuş ve operasyon başlatılmıştı.

ABD, bütün gücüyle Doğu Akdeniz’e odaklanmasına rağmen, İsrail’in Gazze’deki masum insanların ve çocukların üzerine bomba yağdırmasını engellememiş, hatta El Şifa Hastanesi’ni bombalanmasının hemen sonrasında Tel Aviv’i ziyaret eden Biden, “Patlamayı karşı taraf gerçekleştirmiş gibi duruyor” diyerek İsrail’e arka çıkmıştı.

Biden’ın bu davranışı, “Tel Aviv’e bir dışişleri bakanı olarak değil, bir Yahudi olarak geldim” diyen Blinken’ın Ortadoğu ülkelerini turladıktan sonra Ankara’ya gelmesi, Mısır’ın çağrısıyla 20 Eylül’de Kahire’de yapılan Barış Zirvesi’nden ve 11 Kasım’da Riyad’da yapılan 8. Olağanüstü İslam Ülkeleri Zirvesi’nden somut bir sonuç çıkmaması, 4 İslam ülkesinin İsrail’e yaptırım uygulamasını reddetmesi, Hamas-İsrail çatışmasının arka planında çok başka dinamiklerin devrede olduğunu gösteriyordu. Gazze merkezli yaşanan ve tüm dünyayı ayağa kaldıran bu insanlık dramı, aslında, küresel aktörler arasında yaşanmakta olan mücadelenin Ortadoğu coğrafyasına yansımasıydı.  

“İNSANİ ARA” UYGULAMASI

Yakın zamana kadar, ateşkes çağrılarına karşı çıkan Netanyahu hükümeti, bütün İsrailli rehinelerin serbest bırakılması koşuluyla çatışmalara “insani ara” verilmesini kabul edileceğini açıklamasına rağmen, Gazze’ye bomba yağdırmaya devam ediyor. Gazze’de tam bir insanlık dramı yaşanıyor.

ARAP ÜLKELERİNDEN İSRAİL'E AMBARGO ÖNERİSİ

Gazze katliamına son verebilmek amacıyla, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Arap Birliği tarafından ortaklaşa düzenlenen 8’inci Olağanüstü İslam Zirvesi’nin ardından yayınlanan ortak bildirgede, “4 Haziran 1967 sınırlarında kurulmuş bağımsız, egemen ve başkenti Kudüs-ü Şerif olan devletlerinde yaşama hakkı olmak üzere, tüm devredilemez haklarını yerine getirmek için verdikleri meşru mücadelede kardeş Filistin halkının yanında yer aldığımızı teyit ederiz. (...) İsrail işgalini sona erdirmeden ve Filistin davasını iki devletli çözüm temelinde çözmeden barışı gerçekleştirmek imkansızdır deniliyordu.

Bildirgede ayrıca, 11 Arap ülkesinin,  iki devletli çözüm görüşmelerini başlatma konusunda İsrail üzerinde baskı oluşturmak amacıyla, Altı Gün Savaşı'nın yaşandığı 1967 yılında, Arap ülkelerince uygulanan petrol ambargosuna benzeyen yaptırım önerilerine de yer veriliyordu.

4 ARAP ÜLKESİ AMBARGOYU KABUL ETMEDİ

Petrol ambargosu, İsrail’in Gazze’yi haritadan silmeyi hedefleyen saldırılarını derhal sona erdirebilirdi, ama kabul edilmedi; İsrail’e yaptırım uygulanmasına ilişkin öneri, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan, Fas ve Bahreyn tarafından reddedildi.

Petrol üreticisi ülkeler, özellikle Suudi Arabistan, İsrail’deki insanlık dramını çok kısa sürede durduracak olan petrol kartını neden kullanmak istemiyordu?

 Bu sorunun yanıtı bulabilmemiz için, geçmişte Suudi Arabistan’da yaşanmış olan iki olayı hatırlamamız gerekiyor..

ABD KRALLARI 1975’DEN İTİBAREN ABD YÖRÜNGESİNDEDİR

Ortadoğu’da Batılılar tarafından estirilen “Arap Baharı” rüzgarlarının etkisiyle oluşan kaos ortamında yapılan seçimlerde Hüsnü Mübarek’ten fazla oy alan aşırı İslamcı Müslüman Kardeşler Mısır’a iktidara gelmişlerdi. Fakat, Batılılar tarafından desteklenmeyen Müslüman Kardeşler’in Llideri Muhammed Mursi, 3 Temmuz 2013’te,  ABD ve İsrail destekli General Abdulfettah Sissi’nin gerçekleştirdiği bir darbe ile iktidardan uzaklaştırıldı. 

Batılıların darbe demedikleri bu operasyona Suuidi Arabistan da destek vermişti. Suudi Arabistan’ın bu davranışına şaşırmamak gerekir; çünkü Suudi krallar, 1975 yılından bu yana ABD yörüngesinde hareket etmektedirler. Bu yörünge değişikliğinin nedeni, 1975 yılında  Suudi Arabistan kralı  Faysal bin Abdülaziz’in ABD’den gelen yeğeni tarafından öldürülmesidir.

 1964 yılında Suudi Arabistan tahtına geçen Kral Faysal bin Abdülaziz her zaman İslam Birliği’ni savunuyor, İslam Dünyası’nın lideri olmayı hedefliyordu. Irak, Suriye ve Mısır’la yaptığı görüşmelerin sonucunda İslam Konferansı Örgütü’nün kurulmasını sağlamıştı. Batı karşıtı bir politika izleyen Kral bin Abdulaziz, 1973’teki petrol krizinin de baş mimarıydı.

1967’de yaşanan 6 gün Savaşı sonrasına, 1969 yılının Ağustos ayında, Mescid-i Aksa’nın bir Yahudi tarafından yıkılmasına çok üzülen Kral Faysal bin Abdulaziz, İslam Alemi’ni cihada çağırarak özetle şöyle demişti:

 “Kardeşlerim! Dünyanın vicdana gelmesini mi bekliyoruz? Nerededir ki dünyanın vicdanı? Mukaddes Kudüs’ü Şerif sizi çağırıyor. Kendisini kurtarmanızı bekliyor. Neden korkuyoruz? Ölümden mi korkuyoruz? (...) Allah’a halisane yalvarıyorum, eğer bana cihad etmek ve mukaddes topraklarımızı kurtarmak nasip olmayacaksa, beni bu dünyada bir an bile yaşatma.”

Yahudilerin bayram günü (Yom Kippur) olan 6 Ekim 1973’te, Mısır ve Suriye kuvvetleri İsrail’e saldırdığında, ABD ve Batılı devletler İsrail’i desteklemişlerdi. Bunun üzerine Arap ülkeleri, başta Suudi Arabistan ve onun lideri Kral Faysal’ın önderliğindeki Batı ülkelerine petrol ambargosu başlatmışlardı. Batı dünyası beklenmedik bir krizle sarsılmış, ekonomileri çok olumsuz etkilenmişti. Petrol krizini çözebilmek amacıyla, Suudi Arabistan’a, Kral Faysal bin Abdulaziz’le görüşmeye giden dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, kitabında bu olayı şöyle anlatıyor:

 “Kral Faysal oldukça sinirli görünüyordu, aramızda bir diyalog başlayabilmesi ümidiyle esprili bir dille ona, ‘uçağımın yakıtı bitti, uçağın deposunu doldurmak için emir verirseniz, uluslararası fiyatından ücretini vermeye hazırım” dedim.  Kral gülümsemedi ve kafasını yukarıya kaldırarak sert bir şekilde ‘Ben yaşlı bir adamım, ölmeden önceki tek dileğim Mescid-i Aksâ’da iki rekat namaz kılmaktır! Sen bu konuda bana yardımcı olabilir misin?’ dedi.”

Görüşme sırasında Karl Faysal, “İsrail’e destek olmaktan vazgeçerseniz, ambargo biter” dediğinde Kissinger, “Bizi zorlamayın, petrol kuyularınızı bombalarız” tehdidinde bulunmuştu. Kral Faysal’ın ilerde hayatına malolacak yanıtı şöyleydi:  “Elbette petrol kuyularımızı bombalayabilirsiniz. Fakat unutmayınız ki, biz ve atalarımız hurma ve deve sütüyle yaşıyorduk, yine öyle yaşayabiliriz; ancak artık siz petrolsüz yaşayamazsınız.”

Ünlü Fransız yazar ve Ortadoğu uzmanı olan Thierry Meyssan’agore, Kral Faysal’ın bu yanıtını “Suudi İntiharı” olarak değerlendirmişti; haklı çıktı..  25 Mart 1975 günü   Kral Faysal bin Abdulaziz, sarayında yaptığı halka açık bir görüşme sırasında, ABD’den yeni dönen yeğeni Faysal bin Musad tarafından tabancayla vurularak öldürüldü.

 Önceleri Faysal bin Musad’ın akli dengesinin yerinde olmadığı söylenmiş, fakat yapılan incelemeler bunu doğrulamamış ve 18 Haziran 1975’te Riyad Meydanı’nda idam edilmişti.

Bu olayın Suudi Arabistan siyasetinde etkili olduğu bir gerçektir. Çünkü, 1975’te, Kral Faysal bin Abdulaziz’in Amerika’dan gelen yeğeni tarafından öldürülmesinden sonra, Suudi Arabistan’da başa geçen krallar, ABD’nin yön verdiği bir politika izlemişlerdi. Kral Faysal bin Abdulaziz’in hikayesini bilmeyenler, “Petrol üreticisi İslam ülkeleri 1 günlük bir petrol ambargosu uygulasalardı, Gazze’de bu insanlık dramı yaşanmazdı” diyorlar.

ABD’NİN MÜDAHALELERİ SON BULDU MU?

Peki, ABD’nin Suudi tahtına olan “müdahaleleri”,  Kral Faysal bin Abdulaziz’in öldürülmesiyle son buldu mu?

Elbette hayır. Bir önemli “müdahale” de, Veliaht Prens Selman’a yapıldı. Prens Selman ABD yörüngesinden kurtulabilmek için, İtalya ve Pakistan gibi, Çin’in küresel projesi “Kuşak ve Yol”a ortak olmak istiyordu. Çin’e petrol verecek, karşılığında Batı piyasasına oranla oldukça ucuz olan ürünler ve silah alacak, ülkesini “petrol sonrası” döneme hazırlayacaktı.

Prens Selman bu küresel projenin akıl hocasının ve en önemli mali destekçisinin City of London olduğunu biliyordu. O nedenle, ortaklığın ayrıntılarını konuşmak için gizlice Londra’ya uçtu, gerekli görüşmeleri yaparak ülkesine döndü. Prens Selman’ın bu ziyaretini ABD kulislerine “fısıldayan” Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı oldu. Oldu, ama bu hatasının bedelini canıyla ödedi. ABD de, bu hikayeyi bütün dünyaya duyurarak, Prens Selman’ı itibarsızlaştırmaya çalıştı.

VELİAHT PRENS SELMAN KUŞATILIYOR

“Kuşak ve Yol” üzerinden küresel ekonominin lideri olmayı hedefleyen Çin, enerji ihtiyacının önemli bir bölümünü İran ve Suudi Arabistan’dan karşılıyordu. ABD, kendisi açısından giderek bir beka sorununa dönüşen “Kuşak ve Yol”u kontrolü altında tutabilmek için Suudi Arabistan’da olmak zorundaydı.

Prens Selman’ın Çin’e yelken açtığı dönemde, yüksek öğrenimini ABD’de yapmış olan Prenses Rima bint Bender el Suud, ABD’nin önerisiyle, Washington’a büyükelçi olarak atanıyordu. Prenses Rima’nın babası Bender bin Sultan bin Abdülaziz 1983-2005 yılları arasında Suudi Arabistan’ın Washington Büyükelçisi olarak görev yapmıştı.

ABD ARAMCO’NU PEŞİNDE

ABD’nin Rima’yı Washington’a almasının nedeni, Geoge Washington Üniversitesi mezunu Prenses’in, hem Selman’ın sırdaşı  hem de Suudi İstihbarat Servisi’nin Başkanı olmasıydı. ABD, Cemal Kaşıkçı’nın “kayboluşunun” ayrıntılarını da, Prens Selman’ın Suudi ordusunun eğitimini Fransa’ya devretme hazırlıklarını da, Çin’e petrol konusunda açık çek verdiğini de Prenses Rima’dan ayrıntılarıyla öğrenmişti.

Hamas’la yaptığı anlaşmayla çip devi Nvidia’nın beyin takımını kurtaran ABD şimdi, Prenses Rima üzerinden ARAMCO’yu ele geçirmeye ve Veliaht Prens Selman’ın en büyük kozunu elinden almaya, etkisizleştirmeye çalışıyor. Bugüne kadar bağımsız bir politika izlemeye çalışan Prens Selman da ABD yörüngesine girer mi?

Zaman gösterecektir; bekleyeceğiz..