Hüseyin Uludağ’ın öyküsü, aslında 1960’lı yılların ikinci yarısından itibâren 70’li, 80’li yıllarda, Türkiye’de, Anadolu’da milyonların başarı öyküsüdür. Hüseyin Uludağ, 1940 yılında, Antalya-Alanya, Payallar’da, Mahmut-Aişe Uludağ çiftinin, beşi erkek, yedi çocuğunu 2. si olarak dünyaya geldi. Antalya-Alanya, günümüzde olduğu gibi birer turizm şehri değildi, bütün Anadolu şehir ve kasabalarında mevcut fakirlik, çâresizlik buralarda da vardı. Aynı bölgenin insanı olduğumuz için, birbirimizi, dünümüzü, geçmişimizi yakınen biliyorum. Batı Toros’lar serisinin, Akdeniz’i gören, Akdeniz’e mâil yerlerinde, Antalya, Alanya, Manavgat, Serik, Akseki ve başka beldeler, denizi görmeyen yerlerde Konya, Beyşehir, Seydişehir, Bozkır, Hadim, Taşkent gibi beldeler. Biz onlara “Öteyüzlü” deriz, onlar bize “Öteyüzlü” derler. Yaşantımız, günlük hayatımız, konuşma aksanımız çok az farklarla hemen hemen aynıdır. Geçim şartlarımız da aynıydı. Tarlası olanlar hayvan gücüyle küçük çapta tarım işleri yapar, ailesine yetecek kadar inek, keçi-koyun, belki bir-iki deve katır ve at. Sadece ve sadece günlük hayatın idamesine yetecek kadar, biraz tarım, biraz hayvancılık işte o kadar. Antalya, Alanya, Serik ve Manavgat gibi sahiller sivrisinek ve sıtma hastalığı dolaysiyle ilkbahar aylarından itibâren bütün yaz aylarında, bir daha sonbahar’da Kasım ayına kadar terk edilir, yaylalara çıkılırdı. Alanya’nın yaylaları, Konya sınırlarına daha yakın, meselâ Bozkır’a 70 km. Taşkent’e daha kısa mesafelik yerlerdedir. O yıllarda, sahillerdeki araziler değerli değildi, sahillerden yukarılara ne kadar uzaktaysa o nisbette kıymetliydi. Şimdilerde Alanya’da dilden dile doşan bir espri vardır, denilir ki, “Babalar, kıymetlidir diyerek, yukarılardaki tarlaları oğullarına, sahildekilerini de kızlarına bırakırlarmış. Turizm gelişince, sahiller akıl almaz yükselişe geçti, fakat yükseklerdeki tarlalar yerinde saydı, oğullar değil, ama damatlar çok zengin oldular.” Merhûm Dedem Sâni Mustafa Ağa, Antalya, Manavgat-Serik arası Kürüş Köyü civarında Side’de bulunan bin dönümlük tarlaların öteyüzde, yâni bizim yüzde, Aksekili kadı’lara ait ormaniçi tarlalarla takas etmiş, “Aksekili kadılar, İstanbul’da, Ankara’da, buralarda nerelerin kıymetli olduğunu bilmiyorlar. Ben onlara, sivrisinek yatağı tarlaları verdim, ormaniçi kıymetli araziyi aldım,” dermiş.. Oysaki, sahildeki bir otel arsası, ailelere nesiller boyu yetecek bir servet bıraktı. Fakat, dedemin orman içinden aldığı tarlalar, tekrar orman kadastrosuna dâhil edilerek ormanlaştırıldı. Demem odur ki, tüm Anadolu illeri, ilçeleri, beldeleri gibi bizim bölgemizde de fakirlik vardı, “Yevmün Cedid, Rızkun Cedid,” (Gelen her yeni gün yeni yeni rızık aramak mecburiyyetindeydik.) Onun için de kalabalık aile nüfusu içinde bıyıkları yeni yeni terlemeye başlayan gençler, İstanbul, bizim bölgemiz için İzmir, Aydın, Manisa gibi gurbeti düşlerlerdi. Gurbete çıkmak, nisbeten zengin bölgelerde para kazanmak, ailesine yardımcı olmak... Filhakîka, Hüseyin Uludağ henüz 12 yaşındayken, Temmuz 1953’de Babası Merhûm Mahmud Bey’le birlikte İstanbul’a gitmişti. Kurban Bayramı arifesinde İstanbul’a kurbanlık koyun götürüp, satıp dönmüştüler. Bir bakıma, Hüseyin Uludağ, ticârî hayatın ilk derslerini böylece babasından almış oluyordu. 1955’de Aydın-Germencik’e gider, burada bir müddet koyun çobanlığı yapar, fakat fazla kalamaz, aynı yıl içinde “daha büyük bir yer orada hem iş bulurum, hem de tahsil hayatına devam ederim,” diye düşünür, İzmir’e gider. İzmir’de o devirde Vali Kemal Hadımlı’dır, bir fırsatı değerlendirir vali’nin huzuruna çıkar, okumak istediğini, okurken münasip bir iş bulunursa, hem okuyup hem de çalışmak istediğini söylese de, vali kendisine alâka göstermez. İzmir’de uzun müddet kalamaz, ver elini İstanbul... Yıl 1956, Hüseyin Uludağ artık İstanbul’dadır. İstanbul’da bir müddet iş aradıktan sonra, İstanbul Küçükçamlıca’da Devlet Demiryollarının baş ateşçisi Vahid Soydemir’in işlettiği çay bahçesine garson olarak girer. Küçükçamlıca’daki bu çay bahçesi, bir zamanların en meşhûr hekimlerinden, Prof. Dr. Mazhar Osman Uzman’ın köşkünün bitişiğindedir. Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî, El-Mâruf “Bİ TUNAHANI” Efendi Hazretlerinin ikâmetgahı da Küçükçamlıca’dadır. Efendi Hazretleri, Küçükçamlıca-Çilehâne’ye giderken, ya da Konyalı Köşküne ders okutmak için çıktığında, husûsiyle hafta içi çay bahçesinin tenha olduğu günlerde bu çay bahçesine uğrar, bir bardak çay veya bir bardak Çamlıca suyu içerlerdi. Utangaç bu Anadolu çocuğu, genç garson etrafındaki herkesin olağanüstü itibar ettiği, bu mübârek zât için çay bahçesinde gölgesi derîn çam ağacının altında, dört kişilik bir masa hazırlar. Masayı, sandalyeleri itina ile siler, temizler, Efendi Hazretleri teşrif buyurduklarında kendilerini buraya dâvet ederdi. Arzularını sorar, çay veya su tercihlerinde, çay bardağı-su bardağını güzelce itina ile yıkar, çay veya suyu ikram ederdi. Mübârek zât’da bu genç, mahçup, Anadolu çocuğu, garson için dua ederdi. Hüseyin Uludağ, çocukluktan-ergenliğe ayak bastığı bir devirde, aramadan, şuuruna varmadan, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid’in bakışına, cezbesine mazhar olmuştu. Olmasına olmuştu da, o henüz bu devletin şuurunda değildi. 1960-1962 arasında askerliğini Van’da jandarma eri olarak yapmıştı. Antalya-Alanya’ya döndü, hep arayış içindeydi, o yıllar Türkiye’den Avrupa memleketlerine kesif bir işçi göçü yaşanıyordu. Hüseyin Uludağ da Avrupa’ya gidip bir müddet kaldıktan sonra dönmeyi düşündü, 1963 yılının Mart ayında Belçika’ya gitti. Belçika’da yerin 1.100 metre derinliklerinde kömür madeninde çalışıyorlardı, çalışma şartları çok ağır, sosyal şartları ise hiç yoktu, o yıllarda domuz eti karışmamış, helâl gıda bulmak neredeyse imkânsızdı. Aynı ocakta-işyerinde kendisinden başka 150 kadar Türk işçisi vardı, orada kaldığı müddet zarfında, işveren nezdinde onların sözcüsü ve temsilcisiydi, fakat burası da Hüseyin Uludağ’a uygun bir yer değildi. 1964’de Antalya’ya döndü, Antalya’da otogar yakınlarında (o zamanlar buralara garaj denilirdi.) emekli bir polis memurunun işlettiği, Burdur Palas Oteli’ni devraldı, otel işletmecinin ilgisizliği, beceriksizliği sebebiyle müşteri iltifat etmediği için kapanma noktasına gelmişken, Hüseyin Uludağ’ın çaba ve gayretleriyle yeniden otel gibi çalışmaya, müşterileriyle dolup-taşmaya başlayınca resmî devir-teslim işlemleri de yapılmadığı için otelin eski işleticisi emekli polis memuru “Ben oteli devirden vazgeçtim. Haydi Allah sana hayırlı işler versin.” der, Hüseyin Uludağ’a yol verir. Bütün bunlar Hüseyin Uludağ için birer ibretlik ders olur, daha sonraki yıllar ticârî hayatında bunların hepsinden ziyadesiyle faydalanır. Tekrar İstanbul’dadır, 1966’dan itibâren Karaköy’deki bir lokantada garsonluk yapar. 1967’de belki de hayatının en isâbetli kararlarından birisini verir, aslen Aksekili olan Hatice Hanım’la evlenir, mes’ud bir yuva kurar. Aynı yıl içinde Antalya-Alanyalı Hilmi Köseoğlu’nun yanında çalışmaya başlar. Hüseyin Uludağ, üç yıla yakın yanında çalıştığı Hilmi Köseoğlu’ndan iş idaresi, adam çalıştırma, yönlendirme ve ticârî hayatın incelikleri hususunda çok şeyler öğrendi. Yıl 1970, Hüseyin Uludağ Tahtakale’de, Marpuççular, Alacahamam Caddesi üzerinde 54-56 no’lar önünde sergi açarak, “Seyyar Satıcılığa” başladı. Küçük ahşap bir tezgah, küçük transistörlü, pille, adaptörlü elektrikle çalışan radyolar, teypler, muhtelif cihazlarda kullanılan piller, el feneri ve emsâli küçük şeyler... Seyyar satıcılık zor zanaattir, yağmur, kar, soğuk, sıcak her tür havada dışardasınız. Hırsızlar, yankesiciler, dolandırıcılar yanıbaşınızda, zabıtanın ne zaman geleceği belli değil, maliyeciler, ara sıra polisler, kimisi fatura sorar, kimisi kaçak eşya arar. Arada sırada cepçisi, tırnakçısı gelir alacakmış gibi cihazı uzun uzun inceler, sağına bakar, soluna bakar, küçücük bir gafletinizden yararlanır, çeker gider. Bütün bu zorluklara rağmen, üstelik yanında da bir ortağı olduğu halde bu tezgah ticaretiyle evinin geçimini sağlar, Yedikule civarında mütevâzî bir de ev alır. Büyük oğlu Ertuğrul 1968’de, küçük oğlu Mahmud Nâci 1973’de dünyaya gelir. Aile nüfusu dörde çıkmıştır, çocukların bakımı, beslenmesi, tahsil yükleri de omuzlarına binmiştir. 12 Eylül 1980 Hükûmet Darbesinin takip eden günlerde, Askerî İdare Belediye’lere de elkoymuş, İstanbul Belediye Başkanlığı’na emekli bir general getirmişti. Askerî Belediye İdaresi, Tahtakale ve civarında iş gören tüm seyyar satıcıları kaldırttı, tezgahlarını yerle bir ettirdi. Tahtakale sokakları, Sultanhamam Üniversitesi’nin aşağı kademeleri, fakülte ve yüksek okullarıdır. Burada ticârî hayatın bütün inceliklerini öğrenip bizâtihî tatbîk eden Hüseyin Uludağ, bir müddet sâbit bir noktası olmadan da seyyâr bir şekilde ticaretini devam ettirdi. 1982’de Cağaloğlu yokuşunun başladığı noktada, yeni inşa edilen bir iş merkezinden bir dükkan aldı, fakat burası Sirkeci’ye yakın olmasına rağmen beyaz, kahverengi eşya ve elektronik piyasasına uzak kalıyordu. Çünkü, beyaz-kahverengi eşya ve elektroniğin kalbi, Doğubank, Kastel ve Altınhan İş Merkezlerinde atmaktaydı. Evren İş Merkezindeki dükkanı kısa bir müddet kiraya verdiyse de daha sonra sattı. Beyaz eşya ve elektronik piyasasının kalbi, İstanbul, Sirkeci’de, Kastel Han, Altın Han ve Doğubank İş Hanında atar. Pazar hariç haftanın altı günü buralarda bin ayak, bir ayak olur, buraları dolaşır. Herhangi bir ihtiyacı olmayanlar bile buralarda dolaşır, piyasa yaparlar. Hüseyin Uludağ, ilk dükkanı Kastel Han’da aşağı kapıdan girildiğinde birinci kat, yan kapıdan girildiğinde zemin kat olan yerde merdiven başında dört bir tarafı camekân küçük dükkandı. Artık sâbit bir noktası, sabit telefonları vardı. Toptancılar, ithalâtçılar ve müşterileri kendisini aradıklarında buluyorlar, telefon ettiklerinde cevap alıyorlardı. Sâbit bir yeri olunca yeni yeni müşterileri de oldu. Dürüstlüğü, açık sözlülüğü, sattığı mallarda o yıllar için herhangi bir garanti sözkonusu olmadığı halde müşteriyi sünnete uygun olarak muhayyer bırakması, kendisine olan müşteri itimadını daha da artırmıştı. Gelen müşteriye, “Görüp beğendiniz malı hemen almayın, başka mağaza ve dükkânlara da bakınız, aynı kalitedeki mal benim söylediğim fiyattan fazla veya aynıysa benden alınız, daha ucuzunu bulursanız oradan alınız,” derdi. Son zamanlarda çeşidi azaltmış sadece muhtelif cihazlara uzaktan kumanda eden “Kumanda Cihazları,” satıyordu. Kumandası bozulan, elinde kumanda geliyor, “Hafta sonu damatlar bize gelmiştiler, bizim torun kumandayı aldı, yere vurdu, şimdi çalışmıyor hele bir bak bakalım, tamir edilebilir mi? Yoksa yenisi var mı?” Uludağ hafif tebessüm ediyor, “Allah o çocuklardan razı olsun. Onlar olmasa biz nasıl ekmek yiyeceğiz,” Hacı Ağabey, bu kumanda bozulmuş. Tamiri mümkün değil, zâten yenisi 4-5 milyon, -şimdiki 4-5 TL.- çalıştırır mı? Elbette çalıştırır, ikramınız? İkram filan yok, zâten neki? mâkul fiyat, mâdem ikram dediniz, bizim ikramımız iki kalem pil olsun, müşteri Hüseyin Efendi, “çalıştırır, değil mi?” “Çalıştırır, çalıştırmazsa getiriniz, değiştiririz, daha olmazsa paranızı iade ederiz.” Bu tarzda açık net, dürüst, ticaret yıllarında kazanılmış zekâtı bittemâm verilerek tezkiye edilmiş bereketli paralarla, Altın han zemin katında üç dükkân, İstanbul’un en mûtenâ yerlerinden Bostancı’da bir kat, İstanbul Şile’de yazlık çiftlik evi, Antalya’da, Antalya’nın en güzel yerinde birisi kirada, birisi de kış aylarında kendisinin oturduğu iki dâire, baba ocağı Payallarda, zaman zaman gidip kaldığı dayalı-döşeli bir ev ve Alanya’nın yükseklerinde, Antalya sıcağında yaz aylarında ikâmet ettiği yayla evi... Anadolu’da, Ana-Bacı’lar vardır. Bey’i şehid düşmüş veya dul kalmış, tek başına 6-7 çocukla hayat mücadelesi veren hanımlara, “ANA-BACI” denir. O hanım artık, kendisinden küçük tüm hanımların-beylerin annesi, kendisinden büyüklerin de bacısıdır. 1957 yılında babasının vefatı üzerine en büyüğü 18-19 yaşlarında olan 5 erkek, yedi çocuğu ile tek başına kalan, Hüseyin Uludağ’ın annesi de böyle bir ana-bacı idi. Hüseyin Uludağ’ın başarısının sırrı: 1- Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid’in duasına, himmetine mazhar olmak, bunun şuuruna erdiğinde o mübârek zât’ın eteklerinden sımsıkı sarılmak. 2- Eli değil, ayaklarının altı öpülesi, ana-bacı, annesinin hayır duasını almış olmasıdır. Hüseyin Uludağ, 2007 yılından itibâren ticârî hayattan tam olarak çekilmiş, kendisini emekliye sevk etmiş, kışları Antalya-Alanya’da, yazları Alanya’nın yükseklerinde yaylalarda hayatını devam ettirmektedir. Cenab-ı Hakk’tan kendisine ve hanımefendisine sağlık ve afiyet içerisinde uzun yıllar niyaz ederim...