COVID-19’un gizemlerini, “Milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine neden olan kronavirüs salgının sorumlusu ABD midir, Çin midir?” sorusuyla çözmeye  kalkışırsak bir sonuç alamayız. Çünkü, yaşanmakta olan postmodern küresel savaşta devletler değil, devlet kurumlarıyla, devletlerin siyasi, ekonomik ve askeri güçlerini kendi çıkarlarını hayata geçirebilmek için kullanabilen çokuluslu şirketler, küresel finans baronları çatışmaktadır. Böyle olunca da, sosyal devlet anlayışı, insan hakları gibi baş tacı ettiğimiz değerler erozyona uğramaktadır.

Avustralya Curtin Üniversitesi’nden Dennis Rumley’in “Hint-Pasifik’in Yükselişi ve Çöküşü” kitabında da belirttiği gibi, “ABD ve Çin’den oluşan iki kutuplu bir dünyaya geçiş süreci yaşamaktayız, ama bu sürecin arka planındaki dinamiklerin ahlaki değerler ile ilgisi oldukça düşük.” 

Sosyal devlet anlayışını, insani değerleri, masum insanların yaşama haklarını hiçe sayan bu şirket yönetim anlayışı, birgün hesap vermek zorunda kalacaklardır. Kendi hedeflerini hayata geçirmek adına, milyonlarca masum insanın yaşama hakları hiçe sayanlardan hesap sormak hepimizin görevidir. 

1991’de, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının hemen sonrasında tek kutuplu bir dünya düzeni kurma planıyla yola çıkan Evanjeliklerin yönetimde oldukça etkili oldukları ABD, I. Körfez Savaşı’nda Kuveyt’i işgal eden Saddam’ı tepelerken Batılı müttefikleri de yanındaydı. Postmodern bir Haçlı Seferi yaşanıyordu. 

11 Eylül 2001’de İkiz Kuleler’in vurulması, İslam Alemi’nin potansiyel terör bataklığı ilan edilmesi operasyonlarını düzenleyen ABD yönetiminde de, 2003’te “Demokrasi götürüyoruz” kamuflajı altında Irak’ın işgaline karar veren ABD yönetiminde de Evanjelikler ağırlıktaydı.    

Radikal Hıristiyan olarak anılan Evanjelikler, İsrail’in “Vadedilmiş Topraklar”a kavuşması konusunda yaptıkları hizmet oranında sevap kazanacaklarına inanıyorlardı. Evanjeliklerin Batılı ülkelerde de taraftarları vardı. Irak’ın işgaline heyecanla onay veren dönemin ABD Başkanı G.W. Bush, “Haçlı Seferleri başladı!” çığlıkları atarken, Batı’da onu coşkuyla alkışlayan milyonlar vardı. 

ABD’nin “Büyük Kürdistan” görünümlü “Büyük İsrail”i hayata geçirme operasyonu Türkiye’de 1Mart Tezkeresi’ne takılmış olmasına rağmen gerçekleşmiş, Irak’ta milyonlarca masum insan kurgulanan IŞİD/DEAŞ gibi sözde radikal İslamcı terör örgütleri eliyle katledilmişlerdi. IŞİD/DEAŞ militanlarının “Allah-u Ekber1” haykırışlarıyla kafa kesme sahnelerinin özenle çekilmiş videoları bütün dünya televizyonlarına servis edilmiş, algı operasyonlarından habersiz insanların şuuraltlarına böylesine kanlı bir İslam imajı nakşedilmeye çalışılmıştı.

Irak’ın işgaliyle, potansiyel terör bataklığı ilan edilen İslam coğrafyasına “demokrasi götürüldüğüne” inandırılan Batılılar, IŞİD/DEAŞ eliyle yapılan katliamları dizi film izler gibi izlediler. Bosna, Srebrenitsa katliamlarında yaptıkları gibi yalnızca izlediler; katledilenler “potansiyel terörist” Müslümanlardı. Postmodern Haçlı Seferleri’nim ruhani boyutu bu algı üzerine inşa edilmiş, Hıristiyan dünyanın desteği sağlanmıştı. Bu nedenle Hıristiyan ruhun egemen olduğu Batı coğrafyası bu insanlık dramını yalnızca izlediler. Bu algı operasyonu, Fransa ve Almanya’da, sözde ‘radikal İslamcı teröristlerin’ gerçekleştirdikleri Charlie Hebdo baskınlarıyla, Noel günü pazar yerine dalan kamyonlarla desteklendi.

2008 yılına gelinceye kadar, ABD ile Batılı ortakları aynı hedefe aynı inanç ve çıkar hesaplarıyla yürüdüler. 2008’de Mortgage krizi paralelinde yaşanan küresel ekonomik kriz, sahipleri belli Amerikan yatırım bankalarının CEO’ları tarafından kağıt üzerinde üretilmiş trilyonlarca dolarlık toksik, yani sanal değerlerdi. Küresel ekonomi krizin narkotik etkisi altına alınan ülkelere birşeyler dayatılmak isteniyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında yeni bir dünya düzeni kurmayı hedefleyen ABD de, yaşanmakta olan küresel ekonomik krizden olumsuz etkilenen ülkeler arasındaydı.

“BİR YOL BİR KUŞAK” YA DA YENİ İPEKYOLU

 Küresel ekonomik krizin bütün dünya ülkelerini etkilediği süreçte Çin, bunca yıllık fason üretim sürecinde elde ettiği teknoloji, deneyim ve sermaye birikimine dayanarak, bundan böyle kendisi üretip kendisi satacağını duyurdu. Bunu gerçekleştirmek üzere “Bir Yol Bir Kuşak” yani Yeni İpekyolu Projesi’ni başlattığını açıkladı. Çin, ABD’nin içerde kutuplara ayrışmasına, AB ile yollarını ayırmasına, Türkiye gibi yıllarca birlikte yürüdüğü müttefiklerine savaş açmasına neden olan bu projede yalnız değildi. Perde gerisinde Rothschild’ler ve İngiltere vardı. 

ABD, BOP’un hedeflerini, kendisi açısından beka sorununa dönüşmekte olan Yeni İpekyolu’nun önünü kesmek ya da kontrolü altına almak üzere yeniden düzenledi. ABD Ortadoğu’da, yalnızca “Büyük İsrail”i hayata geçirebilmek için değil, ABD’nin hedeflediği tek kutuplu bir dünya düzenini hayata geçirmek için bulunmalıydı. Irak’ın ve Suriye’nin kuzey bölgelerinden Akdeniz’e uzanacak bir devlet yapılanması, ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli üsleri olmalıydı. 

2011’de estirilen Arap Baharı rüzgarları eşliğinde içsavaşa sürüklenen Suriye toprak bütünlüğünü kaybetti. Suriye devlet Başkanı Beşar Esad Rusya’yı yardıma çağırdı. 2015’te Rusya, Çarlık Rusyası’nın emellerini hayata geçirerek sıcak denizlere indi,  Akdeniz kıyısında Tartus ve Himeymim’de iki üs elde etti. Obama döneminde ABD’nin Ukrayna’yı karıştırma girişimine de Kırım’ı ilhak ederek karşılık verdi. 

Ortadoğu’da bu gelişmeler yaşanırken Çin’in “Bir Yol Bir Kuşak” projesi hızla hayata geçiriliyordu. Kaşgar’dan Pakistan’ın Gvadar limanına uzanan 2700 kilometrelik kara ve demiryolu bağlantısı, Çin’in, ABD kontrolündeki Malaka Boğazı’nı dolanmadan Basra Körfezi’ne, Ortadoğu’ya ve Kızıldeniz üzerinden Avrupa’ya ulaşabilmesini sağlamış oluyordu. Çin, Pekin’den çıkan bir trenin 10 günde Londra’ya ulaşmasını sağlayacak hızlı demiryolu kuşağının en önemli geçidi olan Kafkasya’yı Azerbaycan ve Türkiye üzerinden aşarak süratle hayata geçiriyordu. 

“Bir Yol Bir Kuşak” bağlamında bu gelişmeler yaşanırken ABD ve müttefikleri ile Çin ve destekçileri cepheleri giderek netleşiyor, tek kutuplu değil, enaz iki kutuplu bir dünya düzeni oluşuyordu. ABD ve Çin hedeflerini hayata geçirebilmek amacıyla askeri harcamalarını artırıyorlardı. ABD 2020 yılı bütçesinden askeri harcamalara 778 milyar dolar ayırırken Çin ancak 252 milyar dolar ayırabiliyordu. Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü (SIPRI) kayıtlarına göre, dünyanın en büyük ikinci askeri bütçesine sahip olan Çin gayrisafi yurtiçi hasılasının yüzde 1.7’sini askeri harcamalara ayırıyorken, ABD yüzde 3.7’sini ayırıyor.  

ABD, Çin’in benimsemiş olduğu stratejinin bölge ülkeleri üzerinde oluşturduğu tedirginlikten yararlanarak Pasifik’teki ağırlığını artırıyor. ABD,1946-1973 yılları arasında bulundurduğu filosunu, Trump dönemi Donanma Bakanı Kennet Braithwaite’nin önerisiyle, yeniden inşa etme kararı aldı. Bölgede yüzlerce askeri üssü bulunan ABD’nin merkez üssü Palaos adalarında kurulacak. ABD’nin şu an Japonya’da 55 bin, Güney Kore’de 28 bin, Hawai’de 42 bin askeri bulunuyor. Avustralya, Guam ve Yeni Gine’deki asker sayısı net olarak bilinmiyor. ABD’nin, Çin’in 150 km uzağındaki Pescadores adalarına radar istasyonu kurmasının nedeni de, yalnızca Tayvan’ı korumak değil, elbette.. 

Bu tabloyu neden çizdik? Trilyon dolarlık askeri harcamalarla karşı karşıya gelen ki küresel güç ve taraftarları arasında yaşanmakta olan mücadeleyi, Ortadoğu ya da Pasifik askeri olimpiyatları olarak göremeyiz. Yaşamakta olduğumuz süreç, adını koymakta pek mahcup davrandığımız postmodern bir dünya savaşıdır ve kosonavirüs, bu savaşta kullanılan en etkili biyolojik silahtır. 

Biden’ın COVID-19’un soykütüğünün araştırılmasına ilişkin verdiği talimatın küresel yansımalarını gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü COVID-19’un soykütüğünün saptanmasına ilişkin bu girişim, ABD yönetiminde bölünmelere neden olan, ABD’nin beka sorununa dönüşen Yeni İpekyolu’nun kontrol altına alınması yönünde atılan çok önemli bir adımdır. 

Yeni İpekyolu konusunda Çin ve destekçileri karşısında yalnız kalan ABD, Brexit operasyonu ile dağıtığı AB ülkelerini kontrolü altına almaya, bir AB Ordusu’nun (Pesco) kurulmasını önlemeye Ortadoğu coğrafyasına “Büyük İsrail” hedefinden bağımsız olarak yerleşmeye çalışan ABD, bu hedefine, bölgedeki İslam ülkelerini İbrahim Anlaşması üzerinden İsrail ile aynı çatı altına toplamaya, Çin’i, bütün dünyayı çok olumsuz etkileyen, milyonlarca insanın ölümüne neden olan koronavirüs salgınının baş sorumlusu olarak gösterip dünya kamuoyunu yanına çekmeyi, yalnızlığı azaltmayı planlıyor. 

Biden, Çin’i ölümcül salgının baş sorumlusu olarak ilan etmeye çalışırken, İngiliz televizyon ve gazeteleri, yeryüzünde hayatın durmasına, milyonlarca insanın acılar içinde kıvranarak ölmelerine neden olan koronavirüsün ABD-Çin ortak yapımı olduğuna ilişkin yayınlar yapmaya başladı. Koronavirüsün gündemimize girdiği Mart 2019’dan bu yana yaşananlar, tarafsız bilim insanlarının yaptıkları açıklamalar, büyük ilaç şirketlerinin aşı konusuna ayırdıkları bütçeler dikkate alındığında, COVİD-19’un Wuhan pazarlarında satılan yarasalardan insanlara bulaştığı hikayesine inanmamız zorlaşıyor. 

Gerçeklerin, ne kadar baskılansalar da, ortaya çıkmak gibi bir huyları vardır. Koronavirüs salgının onyıllar önce hazırlıkları yapılan bir biyolojik silah olduğu netleşmeye başlayınca, suçlular suçu birbirlerine yükleme telaşına kapıldılar. 

Galibi henüz net olarak belli olmayan bu savaşta koronavirüs ve türevlerini bir biyolojik silah olarak kullananlar, er ya da geç, insanlık önünde hesap vermek zorunda kalacaklardır. 

SUÇLU ABD MİDİR, ÇİN MİDİR?

COVID-19’un gizemlerini, “Milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine neden olan kronavirüs salgının sorumlusu ABD midir, Çin midir?” sorusuyla çözmeye  kalkışırsak bir sonuç alamayız. Çünkü, yaşanmakta olan postmodern küresel savaşta devletler değil, devlet kurumlarıyla, devletlerin siyasi, ekonomik ve askeri güçlerini kendi çıkarlarını hayata geçirebilmek için kullanabilen çokuluslu şirketler, küresel finans baronları çatışmaktadır. 

Böyle olunca da, sosyal devlet anlayışı, insan hakları gibi baş tacı ettiğimiz değerler erozyona uğramaktadır. Örnek verelim: Çin, asında, Aviation Industry Corp of China (AVIC), China Mobile Communications Group, China National Offshore Oil Corp (CNOOC), Hangzhou Hikvision Digital Technology Co Ltd, Huawei Technologies Ltd ve Semiconductor Manufacturing International Corp (SMIC) gibi şirketlerin bir araya gelmesiyle oluşan bir küresel güç. Karşı cephedeki şirketlerle günlük hayatta içiçe olduğumuz için çoğunu zaten tanıyoruz. 

Avustralya Curtin Üniversitesi’nden Dennis Rumley’in “Hint-Pasifik’in Yükselişi ve Çöküşü” kitabında da belirttiği gibi, “ABD ve Çin’den oluşan iki kutuplu bir dünyaya geçiş süreci yaşamaktayız, ama bu sürecin arka planındaki dinamiklerin ahlaki değerler ile ilgisi oldukça düşük.” 

Sosyal devlet anlayışını, insani değerleri, masum insanların yaşama haklarını hiçe sayan bu şirket yönetim anlayışı, birgün hesap vermek zorunda kalacaklardır. Kendi hedeflerini hayata geçirmek adına, milyonlarca masum insanın yaşama hakları hiçe sayanlardan hesap sormak hepimizin görevidir. Biden’ın, ABD istihbarat kuruluşlarına verdiği “COVID-19’un soykütüğünü araştırın” talimatı, bir yönüyle, gerçekleri örten kamuflajı kaldırma, ABD’nin gücünü kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyenleri afişe etme talimatıdır. Biden’ın Hint-Pasifik Politikası Koordinatörü Kurt Kampler’ın “Çin ile diyalog dönemi sona erdi” açıklaması da bu girişimin bir parçasıdır.