“Kalemin güçlü, değindiğin konular önemli ama bazen anlamakta güçlük çekiyorum” dedi.

“Bu yüzden; tekrar tekrar, farklı perspektiflerden aynı konuları işliyorum, özetle kişisel gelişim üzerinde duruyoruz, nereyi daha derin işlememi istersin ya da sormak istediğin bir soru var mı?” dedim.

“Bana bazen çok tanımlayıcı, bilimsel bilgiler dizisi gibi geliyor. Hikâye olarak anlatamaz mısın” dedi.

Düşündüm… Hayatımızla ilgili ne de çok şey yapmak istediğimizi ama pek de emek vermeyi sevmediğimizi, düşündüm. 

Bir yandan her şey bir iki adımda çabucak olsun, her yere koşarak yetişebilelim beklentisindeydik, hepimiz. Cevaplar oracıkta gözümüzün önünde, biraz örtülü ama basitçe erişilebilir. Ama bizler, her şeyin allısını pullusunu, zorunu seviyorduk diğer yandan da. Anlamsızlaşmaya başlayan hikayelerimizi, anlamlandırma amacı güdüyorduk belki de. Bulunması kolayı yıllardır bulamamak var. Bir de bulunması zor olanı yıllardır arıyor olup bulamamak var. İlkinde kendimizi sorgulamamız gerekir, ikincisinde bu anlamsızlığa anlam katmış oluruz. Hiç bulamasak da bir teselli ikramiyemiz vardır; zorla mücadele ettiğimiz için hikâyemizi, gurur duyarak ‘anlatmak’. İşte, bunun peşinde olduğumuzdan; gündelik mesajların, göz önünde olanın üstüne basa basa geçiyorduk, her yeni gün. 

“Pekiyi o halde, bu hafta devşirme bir masal anlatacağım.” dedim

***

Ahir zaman içinde, doğru yanlış içinde, sistemler piyon oynar iken gri duvarlar içinde…

Akbabalar gözcü iken, aslanlar esir iken, sırtlan, ademi beşiğinde tıngır mıngır sallar iken…

Âdem düştü beşikten, aydın uçtu eşikten, biri kaptı kalemi, biri kaptı kitabı, gösterdiler masayı…

Sırtlan kaçtı, onlar kovaladı; onlar kaçtı, sırtlan kovaladı.

Az gittiler, çok gittiler, önce dış sonra iç gittiler, altı ay, dört farklı yön gittiler, dönüp arkalarına bir baktılar ki ne görsünler, bir spiral yol gitmişler.

Hem varmış hem yokmuş;

Yüksek binaların ağaçları yuttuğu karanlık bir şehirde, camdan kocaman bir tabutu andıran bir gökdelende, çok çalışan anne ve babası, birçok dadısıyla, küçük bir erkek çocuğu yaşarmış. 

Kahverengi saçları, siyah bir elmas gibi parlayan gözleriyle televizyonu önünde bilgisayarı ardında, dadılarıyla büyütülen bu çocuk, her gün evinden uzaklara ‘en’lerin okuluna gider gelirmiş.

Yine bir salı günü, resim dersi gelmiş çatmış. Elmas gözlü çocuk, yine üzgün ve bir o kadar sinirli, sıra arkadaşına durmadan söyleniyormuş;

“Bir gökkuşağı çizmek istiyorum, yine mor kalemim yok.” 

Haldır huldur kalem kutusunu karıştırmış;

“Bu hafta da yok ya! Bu hafta da yok! Nasıl her hafta düşünülmez! Bu mor kalem nasıl buraya konmaz!” 

Sıra arkadaşı çok üzülürmüş onun haline; çünkü onu haftalardır, her salı, mor kalemi için söylenirken, üzülürken, gerilirken duyarmış.

Elmas gözlü çocuk, yine gökkuşağını çizemeden, söylene söylene o hafta da resim dersi saati bitmiş.

Günler günleri kovalamış, yine bir salı günü resim dersi gelmiş çatmış. Elmas gözlü çocuk, yine üzgün ve bir o kadar sinirli, sıra arkadaşına durmadan söyleniyormuş;

“Bir gökkuşağı çizmek istiyorum, yine mor kalemim yok.” 

Haldır huldur kalem kutusunu karıştırmış;

“Bu hafta da yok ya! Bu hafta da yok! Nasıl her hafta düşünülmez! Bu mor kalem nasıl buraya konmaz!”

Sıra arkadaşı çok üzülürmüş onun haline; çünkü onu haftalardır, her salı, mor kalemi için söylenirken, üzülürken, gerilirken duyarmış.

Elmas gözlü çocuk, yine gökkuşağını çizemeden, söylene söylene o hafta da resim dersi saati bitmiş.

Bu kez sıra arkadaşı dayanamamış;

“Neden dadına pazartesi akşamdan kalem kutuna her salı, mor boya kalemini koymasını hatırlatmıyorsun?” demiş.

Elmas gözlü çocuk arkadaşına çok sinirlenmiş;

“Kalem kutumu her gün ben hazırlıyorum.” demiş.

Elmas gözlü çocuk erememiş muradına, her salı bir mucizeyi beklemiş, bir şeyler (hayat, dadılar, resim dersi saati, kalem kutusundaki kalemler vb.) değişsin, o gökkuşağı tamamlansın istemiş. Ne mor kalemi pazartesiden koymuş kalem kutusuna ne de bırakmış gökkuşağı mor kalem olmadan tamamlansın.

***

İnsan, ihtiyacı olan her şeye sahiptir, tamdır, yeterlidir, yaratıcıdır. Hayatımızın bir yerlerinde; bu gerçeği unuturuz. Her şeyimiz varken yokluk, bazen daha kötüsü, hiçlik çekeriz. Oysa her şey, pazartesiden mor kalemi kalem kutuya koymak kadar basittir. 

Hayat bu ya, bakarız, bazen evde mor kalem kalmaz. Mor kalemi yeniden almak gerekir. Bunun için para biriktirmek gerekir. O da yeni bir mücadeledir, belki bir iki hafta resim tamamlanamaz ama sonunda para birikir, mor kalem alınır, gökkuşağı – ‘kendi zamanımızda’- tamamlanır.

Haydi, pembe dizilerden, sabah programlarından alıştığımızı yapalım; en kötüsünü kurgulayalım. Evde mor kalemi yok elmas gözlü çocuğun, alabilecek parası da yok; yine bir salı sabahı yine bir resim dersi, mor kalemsiz kalmış, asla bulunamayacağından da emin.

Ah be, elmas gözlü çocuk! Senin gökkuşağının da belki kalem kutunda hangi renkler varsa onlarla boyanması, artık hayatındaki görevini tamamlaması gerekiyordur. Belki ne elimizde yoksa ona takılıp kalmak yerine, var olanın içinde ilerlemek, değişmek, gelişmek gerekiyordur.

Ne dersiniz?

Gökten üç elma düşmüş, en organiğinden yamuk yumuk, pembemsi, benekli, mükemmel olmayan üç elma. 

Yazar birini almış, bakmış, gülümsemiş. Okurlardan biri, diğerini almış, ihtiyacı olduğunda yemek için cebine koymuş. İkinci okur, elmayı kalitesiz bulmuş, atıp kenara yoluna devam etmiş. Üçüncü okur da ikincinin attığını kapmış, karnı açmış, afiyetle yemiş, “hani bana, hani bana!” diye mızmızlanmamış.

“Son” mu? Son yoktur varoluşta. Sadece şu an için, bu masalı ‘tamamlamış’ yazar. 

-Tamam-