Bundan önceki beş makalelik, “İran-Irak, Fitne ve Gümüş Hilâl Ablukası”, serlevhalı yazılarda, Haz.Osman radiya’llâhu anh Efendimizin şehid edilmesiyle başlayan, nihâyet Şehid’lerin Efendisi Haz.Hüseyin radiya’llâhu anh Efendimizin ve beraberindekilerin şehadetleriyle son bulan, İslâm’ın, Müslüman’ların ilk ve en büyük fitnesi, “Fitne-i Uzmâ’yı” arîz amik, anlatmaya çalıştık.

Bu büyük Fitne’de, Sevgili Peygamber’imizin bizzat katıldığı, 27 gazâ ve bizzat katılamadığı, ta’yin ettiği kumandanlar, emirler tarafından sevk ve idare edilen gazâ’larda, tüm şehid’lerin sayısı, 250 civarında iken, Sıffîn ve Cemel Vaka’larıyla bu büyük fitne zamanında şehid edilenlerin sayısı 7 bin kişidir. Bu fitne’nin büyüklüğünü ifade etmeye kâfidir.

Bu büyük fitne’de, taraf olmamak için Kibâr-ı Ashab’tan pek çok zevât, Sa’d Bin Ebî Vakkâs, Ebû Zeri-l Gıfârî, Bilâl-i Habeşi gibiler Medine’yi terk etmişler Bâdiye’de edindikleri toprak parçalarında bâki ömürlerini tamamlamışlardır. Bilâl-i Habeşî Hazretleri ise, “Resûlüllah’tan sonra ben artık Medine’de yaşayamam,” diyerek Şam civarında bir karye’ye (köy’e) yerleşmişti.

Esâsen, bu büyük Fitne’yi (Fitne-i Uzmâ’yı), ilk söndürenler, bütün mü’minlerin annesi, Haz.Âişe-i Mutahhare ile, Haz.Alî Kerreme’Allâhu Vechehû Hazretleri olmuştur.

Cemel Vaka’sı sonlandırıldığında, tarafların başında bulunan Haz.Âişe Vâlidemizle, Haz.Ali Efendimiz barışmışlar, Halife Efendimiz Haz.Ali Efendimiz, sadece kadınlardan oluşmuş muhâfıza’lar çöl şartlarına dayanıklı Hecin develeri ve dayanıklı atlarla bir alay oluşturmuş, mü’minlerin annesi Haz.Âişe’yi (Vâlidemizi) Medine-i Münevvere’ye uğurlamıştır.

Bu husus, ihtilâf’ın sebebinin, hilâfet, makam, mevki ve mansıp değil, ihtilâf”ın sadece İçtihâdî bir mes’ele olduğunu gösterir. İhtilâf İçtihâdî olduğu için de taraflardan birisini haklı, diğerini haksız gibi göstermek mümkün olmaz. Nitekim, bütün ehl-i Sünnet âlimleri, müçtehid’leri, hususiyle Turuk-u Âliye’den Zikr-i Hafî yolunun Saâdâtı, Nakşibendiyye seyyid’lerin ittifakla görüşleri bu istikâmettedir. Haz.Osman’ın akraba ve yakınları, yâni, Haz.Muaviye ve yakınları ile Halife Haz.Ali Efendimizin taraftarları ve yakınlarının ihtilâf ettikleri mes’ele, asla, hilâfet, makam-mevki, mansıp değil, tamamen İçtihâdî bir mes’eledir.

Şöyle ki, Haz.Muâviye ve taraftarları, “Halife Haz.Osman şehid edilmiştir. Kâtilleri yakalanmalı, kısasları bir an evvel infaz edilmelidir,” diyorlardı. Buna mukâbil, Halife Haz.Ali ve taraftarları, “Şu anda Medine’de büyük bir fitne vardır, kaos yaşanmaktadır. Haricî’lerden her birisi (yaklaşık bin kişi) Haz.Osman’ı kendisinin şehid ettiğini iddia etmekteydi. Asayiş tam olarak te’min edilmeden, kaos önlenmeden, Haz.Osman’ın katil veya kâtillerini bulmak ve cezasını infaz, fîlen mümkün değildi. Asâyiş te’min edildiğinde elbette kâtil veya kâtiller bulunacak hak’ettikleri cezaları kendilerine verilecektir,” diyorlardı. İşte, ihtilâf’ın düğümlendiği nokta buydu. İçtihâdî bir mes’ele’de müçtehid, bütün ilmî, zihnî, aklî, mantıkî, her şeyini ortaya koyar doğru olduğuna inandığı hükmü ortaya koyar. Müçtehid içtihadında her zaman isâbet kaydetmeyebilir. Zaman zaman, içtihadında hataya da düşmüş olabilir. Fakat isâbet ettiğinde iki ecir, kazanırken, hata ettiğinde de bir ecir kazanır.

Ehl-i Sünnet uleması, Zikr-i Hafî yolunun Saâdâtı, Nakşibendiyye Silsile-i Saâdâtı, bu ihtilâfta isabetin Haz.Ali ve taraftarlarının içtihadında olduğunda müttefiktirler. Ancak, bu durum, diğer tarafın la’netlenmesini, la’netlemeyi bırakınız, en küçük bir ittihamını bile aslâ tecviz etmezler. En iyi yol, “Allahu Â’lemü Bi’s-Savab” deyip Allah’ın ilmine, Allah’ın adaletine havale etmektir. Nitekim, ehl-i Sünnet âlimleri bu yolu tercih etmişler, fitneyi söndürmüşlerdir. Fakat, 1400 yıldan beridir, fitne ateşinin kazanını kaynatan, ha bire fitne’yi körükleyen bir devlet ve bir inanç sistemi vardır; Din, diyemiyorum, din Allah tarafından vaz’olunan kurallar bütünüdür, insanlar tarafından dizayn edilen sistemlere her ne kadar bu sistemin mensupları bu sisteme “Din”dir, deseler bile din değil, inanç sistemi denilebilinir. Kasdettiğim, hâşâ! Haz.Ali’ye, “Allah”, diyen, “Peygamber” diyen “Gulat-ı Şîa’dan, hilâfet hakkı, Kureyş’li’lere, Hâşimî oğullarına aittir,” diyen Zeydiyye’ye kadar, yüzlerce Fırak-ı Dâlle’yi bünyesinde barındıran, “ŞÎA”dır. Nasıl ki, bizim coğrafya’mızdan, Antakya’dan çıkmış bir Yahûdî, Pavlus, (Saint Paul) Hıristiyanlığın Katolik mezhebini dizayn etmişse yine bizimle yakından alakalı, Yemen’li, Sana’lı, bir başka Yahûdî de Şîa’yı dizayn etmiştir.

Kur’ân’da, imâmet’in şart olduğu, insan’ın takdis edildiği, imam ve dinî liderlerin, hâşâ! Peygamber’ler üstü, İlâhî sıfatlarla tavsif edildiği bir İslâm yoktur. İmam’ların, dinî lider’lerin, “Ulûm-u evvelîn ve âhirîn’e, ledünniyât ve hakâik-i Eşya’ya ve esrar-ı Kâinat’a ve hikmet-i İlâhiye’ye vâkıf olmak,” bir keyfiyet Peygamber’lere bile ihsan olunmamıştır. Peygamber’ler, mutlâk gaybı bilmezler. Ancak, Allah’ın bir lütuf ve ihsanı olarak Peygamber’lerden ba’zılarına gayba muttâlî olmaları ihsan edilir, gayba böylece muttali olurlar ve mu’cize olarak da ba’zen gayıplardan haber verirler.

Yemenli-Sana’lı, bir Yahûdî olan Abdullah İbn-i Sebee’in dizayn ettiği Şîa’da imamet İslâmın şartlarındandır. Takiyye esastır. Takiyye: Vaky (vikâye) kökünden türeyen takiyye “kendini korumak, sakınmak” manasına gelir. Takiyye tama olarak âyetlerde geçmemekle birlikte Âl-i İmran Sûresindeki (3/28) “Tükât” kelimesinin aynı “takiyye” şeklinde de okunduğu bilinmektedir. Takiyye, aslında, zorunlu durumlarda başvurulabilecek bir kolaylık (ruhsat) olan takiyye mü’minlerin kendilerinden olanları bırakıp kâfirleri dost edinmemelerini, fakat onlardan sakınıp korunma halinin bundan istisna edildiğini belirten yukarıdaki âyet-i Kerime’ye dayanmaktadır. Bunun dışında, Kur’ân’da kalbi imanla huzur bulduğu halde küfür ve inkâra zorlanan kimselerin ma’zur sayıldığını ifade eden âyette (en-Nahl 16/106) Firav’n’ın tebasından olup imanını gizleyen kimseden medih ile bahsedilen âyetten (el-Mü’min 40/28) hareketle tehlike karşısında kişilerin asıl inançlarını gizleyebilecekleri kabul edilmiştir. İlk Müslümanlardan Ammâr ile babası Yâsir ve annesi Sümeyye’yi müşrikler dinlerinden dönmeye zorlamış, babası ile annesi bunu reddettikleri için şehid edilmişler, Ammâr ise korkunç işkenceye dayanamayıp sözde irkâr’da bulunmuştur. Daha sonra bu durum Haz.Peygamber’e bildirildiğinde Resûlüllah cebir-zor karşısında böyle davranabileceğini söylemiştir. Bu hâdise hakkında nâzil olan Nahl Suresindeki âyet (16/106) benzeri hallerde takiyye uygulamasının bir ruhsat sayıldığını te’yid etmiştir. Bununla beraber cebir-zorlukla karşılaşan bir mü’minin takiyye’ye başvurmayıp ölümü tercih etmesi hemen hemen bütün İslâm fıkıhçılarınca daha üstün bir davranış olarak değerlendirilmiştir.

Cebr halinde takiyye bir istisnadır. Fakat, Şîa’da takiyye esastır.

HÂMİŞ:

Bu yazı, geçen yıl trafik kazasına ma’ruz kalmadan bir gün önce yazılmıştı fakat gazete’ye göndermeden kaza meydana geldi. Aslında, bu yazıdan önce, “İran-Irak, Şîa Gümüş Hilâl Ablukası,” serlevhalı, beş makâle yazmıştım. Beşinci makâle 08.2015 Cum’a günü neşredilmiştir. Bu yazı bu beş makalenin bir zübdesi ve hulâsası gibidir. Bu yazılar yazıldığında, henüz, İran ve Lübnan Şiî militanları Suriye iç savaşına müdâhil olmamışlardı. Müstevlî Rusya, Zâlim Esed’in yanında, Müslüman katl-iâmına başlamamıştı. Bu bakımdan, bu yazıyı değerlendirirken, mümkünse daha önceki beş makale ile birlikte değerlendirilmesini istirham ederim. (M.A.)