(Bu yazı dizisi; vatan topraklarının değerinin bir kez daha hatırlanması için kaleme alınmıştır…) 

Babası Şerif Efendi hemen duvarda asılı martinine sarıldı. Pencereden dışarıya ateş etmeye başladı. Karısı ve çocuklar evi saran alevleri söndürmek için çırpınarak, haykırarak odada dönüp duruyorlardı. Bu sırada dolabın birinde saklı barut dolu bir kap birden ateş aldı. Dehşetli bir gürültü ile patladı.
Yarı yanmış evin bir yanını birden çökertti.
Mazlume’yi bu basınç ileri fırlattı; ötekilerini yıkılan duvar, altına alıvermişti!..
Ya Behçet ne halde idi? Babası Mahmut’un anlattığı gibi köyü basan alçakların attığı kurşunlardan biri ile göğsünden fışkıran kan ile yere serilivermişti. Evde tek sağ kalan babası ciğeri yana, yana pencereden atlamış yollara düşmüş, ormanlarda gecelemiş, rastladığı köylüsü Mehmet ile yoluna devam etmişti. Behçet’ini gömmeye bile vakit yoktu…
Hâlbuki Behçet yaşıyordu, göğsünden giren kurşun kalbin biraz ötesinden sıyırarak çıktığı için, kan içinde yere yığılmış ama ölmemişti. 
Yani Mazlume’de nişanlısı Behçet’te yaşıyordu. Birbirlerinin yaşadığından habersiz olan bu iki gence kavuşmak nasip olacak mıydı?
Mazlume, yarı ölü-diri bir gece daha geçirdiği köyünde, daha sonra yakılıp yıkılan köye gelerek eski dostlarını arayan 60 yaşlarında bir ihtiyar tarafından bulunarak Yenişehir’e götürüldü. 
Oradaki komitecilerden bir tanıdığına durumu anlattı. Kızı onlara kılına dokunulmamak kaydı ile teslim etti.
Girit, artık asilerin eline geçmiş, birçok köyleri harabeye dönmüş, büyük şehirleri birer, birer Osmanlı idaresi zamanındaki huzuru kaybetmişti. Bu arada; Hanya çevreden kaçıp kurtulabilmiş zavallı Türk’lerle doluvermişti. Bu yüzdendir ki palikaryalar gözlerini her şehirden çok Hanya’ya dikmişlerdi. Yunanistan’dan getirilen toplar ve asilerin başına geçen Yunan subayları Hanya’yı saranlara kuvvet ve cüret kaynağı oluyordu! 
Hanya kalesi içinde sıkışıp kalan Girit’li Türkler etraflarını saran düşmanların üstünlüğüne aldırmadan zaman, zaman kaleden çıkıyorlar, asilere gerekli darbeyi vurup tekrar kaleye dönerek aslanca savunmalarına devam ediyorlardı. Özellikle bunlar arasında ölümü çoktan göze almış en büyük yararlıkları gösteren orta boylu düzgün endamlı bir yiğit vardı. Defne köyü baskınından yaralı olarak kurtulmuş olan ve bir kayık ile Hanya’ya gelen Behçet’ti bu kahraman. Her rastladığına nişanlısı Mazlume’yi ve babası Mahmut’u soruyordu…
Türk ve Müslüman Giritliler, yiyecekten-giyecekten yoksun, çaresiz ve bitkin düşmüşlerdi. İstanbul’a Sultan Abdülhamit’e gönderilen ricacılar nihayet Sultanın değil de milletin kalbini harekete geçirebilmişlerdi. Girit’e erzak yardımı başlamıştı. Daha önce ekilen tarlaları hasat için giden Türkler, Rum asilerin kurşunlarına hedef oluyorlardı.
Girit isyanının baş teşvikçisi, cephane ve erzak bakımından tek besleyicisi Avrupa’nın şımarık çocuğu küçük Yunanistan hükümetiydi!
Osmanlı sınırına asker yığmaya başlamış ve ilk kazanacağı yeni zafer ile Girit’in bağımsızlığını tasdik ettirmek kaydı ile sulh yapmayı planlıyordu.
Sonuçta bu planlarında başarıya ulaştılar…
Abdülhamit’in korkaklığı, halkın çaresizliği, Hıristiyan devletlerin Yunan tarafını tutması Osmanlı askerinin büsbütün Girit’ten çekilmesine sebep oldu. 
Artık Girit Türk vatanı, İslam vatanı olamaz hale gelmişti.
Girit Türklerinin hepsi kan ağlıyordu…
Bu arada; birbiri ile buluşan baba oğul: Mahmut’la Behçet, Mazlume’ye de rastlamış olmakla, bu dertlilerin içinde, az çok mutlu olan üç müstesna insandı…
Hatta bir aralık Behçet ile Mazlume’nin evlendirilmesi bile kararlaşır gibi oldu ama kızın kardeşinin dediği gibi bu, mezarlıkta şenlik yapmaya benzeyeceği için geriye bırakıldı.
Artık Girit’i terk etmekten başka çare yoktu. Vatanlarını yabancı ayaklara çiğnetmemek için ölümleri hiçe saymış, bu kadar çile çekmiş, cefa görmüş insanların şimdi bir başka bayrak altında bir düşman hükümetinin tebaası olarak yaşamaya gönülleri nasıl razı olabilirdi? 
İçleri bir tek gün rahat olmayacaktı. Her gün biraz ölerek yaşamanın sürünmekten ve yavaş, yavaş intihar etmekten ne farkı vardı?
Ah, fakat Girit nasıl bırakılırdı? Her karışı bir avuç Türk Kanı ile sulanmış bir aziz topraktı burası; suyu, havası, ürünleri birbirinden eşsizdi. 
İlk savaşlar hesaba katılmasa bile; Osmanlılar yalnız son üç senelik kavgada 135 bin Şehit vermişlerdi. Girit’i bırakmak zordu, günahtı, ayıptı! 
Şuydu-buydu ama çilekeşler artık yorulmuşlardı, canları burunlarına gelmişti. Burada kalıp ölmektense bir yerlere göçüp yaşayıp toparlanmak ve ilk fırsatta tekrar vatana dönmek, o zaman için tek akıllı çare görünüyordu.
1897 yılının bir sonbahar günü, Akdeniz’in pek uysal günlerinden biri idi; tatlı bir rüzgâr esiyor ve su üstündeki gemilerin yelkenlerini iyice şişiriyordu…
Bu gemilerden biri Girit’ten hemen yeni açılmıştı. Güvertede birbirine sokulmuş üç-beş kişi dolu, dolu gözlerle Girit güzelliklerine dalmışlardı. 
İçlerinden bir erkek, bir kız birbirlerine sokulmuşlardı. Ötekilerin bir elleri böğürlerinde, bir elleri yaşlı gözlerinde idi..!
Bunlar Mazlume’nin Anı defterinin son sayfasına kaydettiği hikâyemizin sağ kalan kahramanları idi;   
Behçet, Mazlume, Şerif ve Mahmut...
Girit dağları adadaki Türk’lerin talihleri ve istikballeri gibi koyu bulutlarla kaplı idi. Girit örtünüyor, yasa boğuluyor ve diri, diri gömülmeye razı oluyor gibiydi.
Gemi adadan uzaklaştıkça bizimkilerin derdi artıyordu. Hepsi bir ağızdan, bir ağıtın nakaratı gibi bir cümleciği yürekleri parçalanarak tekrar edip duruyorlardı:  ‘’ Ah vatan, ah vatan…’
‘O Gazi Topraklarda’ savaşan bir Kıbrıs Gazisi olarak tek dileğim; günün birinde Kıbrıs Adasında böyle bir sonun yaşanmamasıdır.
-BİTTİ-