Libya ile imzaladığımız deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin anlaşma, Türkiye’nin geleceği açısından çok önemlidir. Doğu Akdeniz’in derinliklerindeki hidrokarbon servetinin paylaşımına ilişkin küresel çapta bir mücadele yaşanırken, Türkiye ve Kıbrıs Türkleri Ortadoğu denkleminin dışına savrulmak istenirken, Akdeniz’e en uzun kıyısı olan bir ülke olarak, “Ne işimiz var Libya’da?” diyemeyiz. Çünkü, ülkelerin güvenlik sınırlarının siyasi sınırlarının çok ötesinden başladığı yakın tarihte de gördük ve yaşadık.  

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, bu konuda gelinen noktayı şöyle özetliyor: “Hafter’i durdurmazsak Libya Suriye gibi olur.”

Türkiye Libya ile yaptığı deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin anlaşma, iki ülke ilişkilerini çok başka bir boyuta taşımıştır. Türkiye, BM’nin tanıdığı Libya Ulusal Uzlaşı Hükümeti’ni Ocak ayında Berlin’de yapılacak zirveye kadar ayakta tutmaya çalışıyor. Libya’ya asker gönderme kararımız, Suriye, Doğu Akdeniz ve Libya’da bayrak göstermemizden rahatsız olanlara verilen kararlılık mesajıdır.   

M. KEMAL SALLI

Coğrafyaları, bir bakıma ülkelerin kaderini belirler. Güncel bir örnek olarak Libya’yı ele alalım.. Osmanlı döneminde Trablusgarp olarak anılan coğrafya halk arasında daha çok Fizan olarak tanınırdı. Fizan mahrumiyet bölgesiydi. İnsanlar bir devlet memuruna kızdıklarında onu “Fizan’a sürmekle” tehdit ederlerdi. “Fizan’a sürülmek”, Libya gibi yaşam koşulları çok elverişsiz olan bir coğrafyada yaşamaya mahkum edilmek demekti. 

Petrol bulunmasından sonra Libya’nın değeri artıverdi. Libya petrolünde kükürt oranının sıfıra yakın olduğunun anlaşılmasıyla Libya’nın değeri daha da arttı. Libya’nın “tatlı petrolü”, küçük bir işlemden geçirilerek uçak yakıtı olarak kullanıyordu. 

Osmanlı’nın son döneminde Libya’yı işgal eden İtalyanlar ile ağırlıklı olarak Afrika’dan beslenen Fransa arasında çatışmalara varan bir rekabet yaşanmaya başlamıştı. 

Batılıların “Kıvırcık Kafa” dedikleri Kaddafi döneminde Libya-Fransa ilişkilerinde büyük gelişmeler yaşandı. Kaddafi Fransa’yı, kendisini ABD’ye karşı koruyacak olan nükleer güce sahip saygın bir devlet olarak görüyor, Paris’te kendisine yakın bir yönetim olmasını arzu ediyordu. Bu amaçla Kaddafi, cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Sarkozy’ye,  propaganda çalışmalarında kullanması için 50 milyon dolar vermişti. Kaddafi’nin bağışladığı dolarlar sayesinde Sarkozy, 16 Mayıs 2007 tarihinde yapılan seçimlerde, Jacques Chirac'ın yerine Cumhurbaşkanı seçilmişti. 

Hatırlayanlarınız olacaktır, seçimler sonrasında Sarkozy’yi kutlamak için Paris’e giden Kaddafi, günlerce, Elysee Sarayı’nın bahçesine kurduğu çadırda konaklamıştı. Kaddafi’nin Elysee Sarayı’nın bahçesinde çadır kurması, Fransız basınında günlerce tartışılan bir konu olmuş, “Parayı veren emri de verir” söyleminin çağdaş bir örneği yaşanmıştı. 

Kaddafi petrol gelirlerinin yarısını harcıyor, yarısını da “kara günler” için biriktiriyordu. Evlenen, eğitim gören, ev ya da araba alanlara onbin dolar bağış yapıyordu. 

Kaddafi’nin 42 yılda biriktirdiği petrol paraları trilyon dolarlarla ifade ediliyor. Çünkü Libya’nın “tatlı petrol” gelirinin ne kadar olduğu, bu paranın ne kadarının harcandığı, ne kadarının tasarruf edildiği biliniyor.  

Sarkozy’nin cumhurbaşkanı olduğu dönemde Fransa-Libya ilişkileri daha da gelişmişti. Sarkozy, Fransa’nın kendisini ABD’ye karşı koruyacağını vaad ederek, Kaddafi’yi, yıllarca biriktirdiği petrol paralarını Fransız bankalarına taşımaya ikna etmişti.

Kaddafi, bu kararıyla tuzağa düşmüş, sonu linçle biten kaderini kendi elleriyle yazmış oluyordu. 

“Kaddafi’yi Kim Öldürdü?” ( 24 Mart 2018 ) başlıklı yazımızda da anlattığımız gibi, ABD “Arap Baharı” rüzgarlarıyla kaosa, iç savaşa sürüklediği Libya’yı NATO ortaklarıyla birlikte “kurtarmaya” karar verdiğinde, Sarkozy ortaklardan önce davranmış, Fransız savaş uçakları Libya’yı bombalamaya başlamıştı. Sarkozy’nin hedefi Kaddafi’ydi. Kaddafi bu kaos ortamında öldürülürse, Libya’nın serveti Fransa’ya, daha doğrusu Sarkozy’ye kalacaktı. 

Kaddafi, “kendi halkı tarafından” acımasızca linç edildi. Libya’yı “kurtaranlar” Kaddafi’nin servetini araştırmaya başladılar. Sarkozy, bu araştırma sürecinde tutuklanıp hapsedildi. 

Sarkozy içerde kimlere neler anlattı, bilinmiyor, ama Sarkozy bir süre sonra serbest bırakıldı. Kaddafi’ni serveti şu ana kadar BM’nin tanıyıp onayladığı Libya Ulusal Uzlaşma Hükümetine verilmiş değil. 

“LİBYA’DA NE İŞMİZ VAR?” DEME ŞANSIMIZ VAR MI?

Akdeniz’e en uzun sınırı olan bir ülke olarak, içinde bulunduğumuz küresel konjonktürde, “Ne işimiz var Libya’da?” deme şansımız yok.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tunus’a yaptığı sürpriz ziyaret sırasında, “Türkiye Libya’dan davet alırsa elbette icabet eder” diyordu. 

Libya’dan Türkiye’ye davet geldi mi?

Geldi. 

Davetin altında kimlerin imzası vardı?

Libya Ulusal Uzlaşı Hükümeti Başbakanı Saraç ile Libya İçişleri bakanı Fethi Başağa’nın imzaları. Libya Başbakanı ile İçişleri Bakanı’nın adlarının Batı basınında deforme edilmiş yazılışı sizleri yanıltmasın; Libya Başbakanı Fayiz Mustafa es-Serrac’ın Manisalı büyük dedesi Muhammed Ağa, asker olarak 1840 yılında Trablus’a gitmiş. Akdeniz de, Kuzey Afrika da yabancısı olduğumuz bir coğrafya değil; ne kadar görmezden gelsek de, çok köklü tarihi ve kültürel bağlarımız var. 

Tarih, Akdeniz coğrafyasında Türk’ü yeniden sahneye sürüyor. 

1991’de I. Körfez Savaşı’yla uygulamaya konulan Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’in yeniden parsellenmesi sürecinde, “Türkmeneli konjonktürel bir haktır” diyememiş, tarihi ve kültürel coğrafyamıza sahip çıkamamış olmanın günümüze yansıyan sancılarını yaşamaktayız. 2004’te ikiyüzlülük sergileyen Avrupa ülkelerinin, Londra ve Zürih anlaşmalarına, AB Anayasası’na rağmen Rumları Kıbrıs’ın tamamını temsilen AB üyesi yapmalarının sıkıntılarını aşmaya çalışıyoruz. 

Küresel tabloya baktığımızda, yeni aktörlerin de eklenmesiyle, 100 yıl öncesini yaşıyor gibiyiz.

İŞTE O TARİHİ FOTOĞRAF

I.Dünya Savaşı öncesinde Libya işgal edildiğinde, Enver Bey(Paşa), Mustafa Kemal Bey Paşa) gibi pekçok Osmanlı subayı gizlice Trablus’a gitmiş, direnişçilere yardım etmişlerdi. 

Fotoğrafta, 1911 yılında İtalyan işgaline direnen Libyalı mücahitleri eğitmek ve organize etmek için gönüllü olarak Trablus’a giden Osmanlı subayı Mustafa Kemal Bey’i (Paşa), “Çöl Kaplanı” olarak anılan Ömer Muhtar ile birlikte görülüyor. 

Libya ile imzaladığımız deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin anlaşma, Türkiye’nin geleceği açısından çok önemlidir. Doğu Akdeniz’in derinliklerindeki hidrokarbon servetinin paylaşımına ilişkin küresel çapta bir mücadele yaşanırken, Kıbrıs Türkleri ve Türkiye Ortadoğu denkleminin dışına savrulmak istenirken, Akdeniz’e en uzun kıyısı olan bir ülke olarak, “Ne işimiz var Libya’da?” diyemeyiz. Çünkü, ülkelerin güvenlik sınırlarının siyasi sınırlarının çok ötesinden başladığı yakın tarihte de gördük ve yaşadık.  

Türkiye’nin Libya’ya asker gönderme kararı stratejik bir hamledir. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, bu konuda gelinen noktayı şöyle özetliyor: “Hafter’i durdurmazsak Libya Suriye gibi olur. Dünyanın gözü önünde Hafter’e silah yardımı yapılıyor. Ocak ayında Berlin’de Almanya’da zirve var. Hafter saldırılara devam ederse, Berlin’de toplanmamızın, zirve yapmanın anlamı kalmayacak. ” 

Türkiye Libya ile yaptığı deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin anlaşma, iki ülke ilişkilerini çok başka bir boyuta taşımıştır. Türkiye, BM’nin tanıdığı Libya Ulusal Uzlaşı Hükümeti’ni Ocak ayında Berlin’de yapılacak zirveye kadar ayakta tutmaya çalışıyor. Libya’ya asker gönderme kararımız, Suriye, Doğu Akdeniz ve Libya’da bayrak göstermemizden rahatsız olanlara verilen kararlılık mesajıdır.   

Libya konusu, “Hafter’i durdurmazsak, Libya Suriye olur” söylemi ile, “En kötü olasılık konusunda hazırlık yapılmış mıdır?” sorusu arasına sıkışmış durumdadır. Asıl sıkıntı, Türkiye’nin 1950’lerde, özellikle 1991’deki I. Körfez Savaşı sırasında tarihi ve kültürel bağlarının kazandırdığı stratejik derinliğe gereken ilgiyi göstermemiş olmasından kaynaklanmaktadır. 

Atacağımız her adımda, Libya’nın bir gül bahçesi olmadığının bilincinde olmamız gerekiyor. Ortadoğu’da, Suriye’de ve Doğu Akdeniz’de sürmekte olan paylaşım kavgası, Türkiye’nin Libya Ulusal Uzlaşı Hükümeti’yle imzaladığı anlaşmayla bir anda Afrika’nın kuzeyine sıçramıştır. Afrika genelinde küresel aktörler arasında yaşanmakta olan rekabet bir süre Libya odaklı olarak sürdürülecektir. 

İşimiz hiç kolaydeğil. 

Allah yardımcımız olsun..

…………………………………….