“Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umûma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki “Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfal 8/25)
Sevgili Peygamberimizin irtihal-i dar-ı beka eylemesinden sonra ümmet arasında, zaman zaman  büyüklü-küçüklü fitneler zuhur etmiştir; zuhur eden fitnelerin en büyüğü, Hazret-i Osman radiya’llâhü anh Efendimizin şehâdeti üzerine, kâmil manada hilâfet dönemi olan, Hülefâ-i   Râşidîn devrinde Hz. Ali Kerreme’Allâhu Vechedû Efendimizin hilâfeti zamanında zuhur eden fitnedir.
Ne hazindir ki, bu büyük fitnenin zuhuru esnasında meydana gelen hâdisatın açtığı derin yaralar aradan geçen bunca zamana rağmen henüz kapatılamamıştır. Ashab-ı Kiram’ın en âlim ve fazıllarından birisi olan, hakkında Hazret-i Ömer’in, “Küçücük velâkin ilim doludur,” buyurduğu Abdullah bin Mesûd radiya’llâhü anh Efendimiz, “bizler bu ayet-i kerime nazil olduğunda, fitne nedir bilmiyorduk, hepimiz, Allah’ın Resûlü’nün etrafında ateş böcekleri gibi pervane olmuşuz, onun bir emriyle herşeyimizi, malımızı, mülkümüzü, canımızı feda etmeye hazır, bir işaretiyle kendimizi ifnaya amade bir vaziyette bulunuyorduk.
Aramızda fitne, fesat ve hasetten zerre bile yoktu. Onun için âyet-i kerime nazil olunca, birbirimize bakıştık, “fitne de ne ola ki, bizler Allah’a ve Resulüne iman edip, Allah’ın Resûlü’nün etrafında “örülmüş duvarlar” gibi saf tuttuktan sonra yalanı, iftirayı, zulmü, nifakı, fitne ve fesadı bütünüyle unutmuştuk.
Ne zaman ki, Hazret-i Osman şehîd edildi, Hazret-i Osman’ı şehîd edenler, İslâm tarihinde daha sonraki asırlar içerisinde de en gaddar, en zâlim, insafsız ve merhametsiz, tarihin kaydettiği korkunç yobaz insanlardı.
Peygamberimizden hemen sonra zuhur eden büyük fitne, esas itibariyle içtihâdî bir meseleden dolayı zuhur etmişti; Başta Ebû Süfyan’ın oğlu Hazret-i Muaviye olmak üzere, Hazret-i Osman’ın yakınları, akrabası, velî ve vâsisi durumunda olanlar, Halife-i Müsümîn Hazret-i Alî Kerre’Allâhu Vechehû Efendimizden Hazret-i Osman’ı şehid edenlerin derhal yakalanmaları ve layık oldukları cezalara çarptırılmalarını kısas tatbik edilmesini istediler.
Halife Hazret-i Ali ve etrafında onun gibi düşünenlerin içtihadları ise “elbette, Şehîd Halife Hazret-i Osman’ı şehid edenlerin cezası verilecektir, katil ve katiller için Allah’ın emri olan kısas mutlaka bir şekilde tatbîk edilecektir, ancak fitnenin biraz yatışması, vasatın müsâid hale gelmesi için zamana ihtiyaç vardır, diğer taraftan akraba, velî ve vâsileri oldukları Hazret-i Osman’ın diyetini ve kan bedelini bizden talep edenler, henüz merkezî otoriteyi tanımamışlar, Halife’ye bîat etmemişlerdir. Hak iddia ettikleri hilâfet makamını öncelikle tanımaları, bîat etmeleri gerekmez mi? Fitneler zuhur ettiğinde, haklı-haksız aranmaz,” öte yandan içtihâdî meselelerde, müçtehîd veya müçtehidler bütün imkanlarını sarfeder, cehd ve gayretini son noktaya kadar bezleder de bir hüküm verirse, verdiği hükmünde isabet etse de, hatâya düşse de sevap kazanır, isabet ederse iki, hata ederse bir sevap verilir.
Bir içtihâdî mesele yüzünden başlayan basit bir münzaada, taraflar itidalli davranabilseydiler, elbette daha sonra meydana gelen mukâtele esnasında içlerinde dünyada iken bizzat Sevgili Peygamberimiz tarafından ismen ve şahsen cennetle tebşir edilen (müjdelenen) bazı sahâbînin de bulunduğu 70 Sahâbî’nin şehid edildiği, aradan geçen 1400 küsur seneden beridir bir türlü kapatılamayan derin yaraların açıldığı hâdisât meydana gelmezdi.
Öyle bir mukâtele ki, bir tarafta Ehl-i Beyt’in en önemli azası, müminlerin annesi Hazret-i Âişe Validemiz radiya’llâhü anhâ, diğer tarafta yine Ehl-i Beyt’in en önemli azalarından Halife ve Sevgili Peygamberimizin amcasının oğlu, damadı, Hazret-i Alî Kerreme’Allâhu Vechehû Efendimiz, oğulları, Peygamberimizin gözbebekleri Hazret-i Hasan ve Hüseyin radiya’llâhü anhümâ Efendilerimiz, Aşere-i Mübeşşere’den-cennetle bu dünyada iken müjdelenen on sahâbiden-bâzıları Âişe validemizin, Hazret-i Alî’ye karşı olanların saflarında, bâzıları ise Hazret-i Alî’nin saflarında yer almışlardır.
Daha sonraki asırlar içerisinde bu fitne kadar büyük bir fitne daha zuhur etmemişse de, zaman zaman şu mekânda bu mekânda, şu toplum arasında bu toplum arasında büyük-küçük fitneler zuhur etmiş, Ümmet-i Muhammed’e büyük zararları dokunmuştur.
Bir zamanlar Ehl-i Sünnet’in ve Nakşîliğin kalesi olan Hindistan’da Müslümanlar arasına sokulan  fitneler neticesinde, başta Tenasüh, (Reenkamasyon) -ki, insanlar öldükten sonra ruhlarının bir başka insanın veya herhangi bir hayvanın cesedine girerek yeniden ikinci bir hayat için dünyaya gelmesidir.- Esasen Hindistan’da kast uygulamalarında, kastlar arası geçişleri önlemek, hind fakirlerinin ölünceye kadar mevcut durumlarından şikayet etmeden idame-i hayat etmeleri için, hâkim sınıfın mütegallibenin uydurduğu hilafı hakîkat bâtıl bir inanç sistemidir. Asırlardır hind fakirlerini, düşük seviyedeki kastları uyutmak için Hindistan’da yaygın hale gelmiş bâtıl bir inanç sistemini yeni bir şeymiş gibi Türkiye’de lanse etmeye çalışan ve bu bâtıl inanca sapanlar vardır. Bilhassa Pakistan’daki Müslümanlar arasında yaygın bâtıl inançlar maalesef bu fitnenin zuhurundan sonra daha da yaygınlaştırılmıştır. Kâdiyânîlik, Ahmedîlik gibi muhtelif isimlere izafe edilen sözüm ona “din”, inanç demek daha doğru olur.
Hicrî ikinci bin’in müceddidi İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Faruk el-Serhendî Hazretlerinin Hindistan’da yaşaması ve tecdîd vazifesini bu coğrafyada tamamlaması tesadüfi değildir.
Türkiye’deki tanzimat hareketiyle paralel olarak gelişen Mısır El-Ezher Üniversitesi’nin masonik zihniyetlere zemin yapılması, istisnalar hariç başta Ezher Şeyh’leri olmak üzere müderrislerin müceddidî’lerden oluşması Türkiye başta olmak üzere İslâm âleminin bütününe “İslâm’da, din’de reform” hareketlerinin buradan ihraç edilmesi 19. asırda zuhura gelen büyük fitnenin bir parçasıdır.
İslâm’ın Neşvü-Nümâ bulduğu, doğup-geliştiği mukaddes topraklar, Haremeyniş Şerifeyn ki, Mekke ve Medine’nin de içinde bulunduğu Cezîreü’l-Arap’da Vehhâbîlerin İngilizlerin desteğiyle bu mukaddes beldelere hâkim olmaları da elbette 20. asrın büyük fitnelerindendir.
20. asrın başlarında, büyük fitne yavaş yavaş tesirini göstermeye başlamış, asrın ilk çeyreğinin sonlarında fitne ateşi bütün bir milleti ve bütün bir memleketi sarmıştır.
(Devam edecek. İnşâ Allah!...)
Not: 7 Mart 2008 tarihinde bu sütunlarda neşredilen yazının tekrarıdır. Önemine binaen yeniden neşrediyoruz.