Başta Buhârî olmak üzere hemen hemen Kütüb-ü Sitte’nin (altı büyük Hadis Külliyatı) hepsinde “Kitabü’l-Fiten” veya “Bâbü’l-Fiten” mevcuttur. Yani fitneler kitabı, fitneler babı!.. 
Bu demektir ki, Peygamberimizden sonra zuhur eden ve tesirleri bakımından günümüze bile sirayet etmiş bu en büyük fitne, “Cemel Vak’ası’ndan” başka fitneler de zuhur edecektir, etmiştir. 
Aziz milletimizin İslâm’la müşerref olmasından sonra, Selçuklu-Büyük Selçuklu İslâm Devletimizi yerle bir eden, tüm mamur İslâm şehirlerini harap eden Moğol İstilâları, Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizin gelişmesini ve dünya hâkimiyetini bir müddet geciktiren Timur İstilâsı zuhur eden büyük fitneler cümlesindendir. 
Elbette daha başka fitneler de vardır; Hazret-i Âişe validemiz radiya’llâhu anhâ’dan rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte, Âişe validemiz, Nebi Salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle dua ederdi, demiştir: “Allah’ım! Tembellikten, bunaklık derecesinde ihtiyarlıktan, günahtan, ödleklikten (korkudan), kabir sualinden ve kabir azabından, zenginlik gururunun şerrinden, yoksulluk sefâletinden sana sığınırım! Allah’ım; Bir gözü silik Deccal’ın şerrinden de sana sığınırım. Allah’ım! Günahlarımın kirini (el deymedik) kar, buz suyu ile yıka! Kalbimi de günahlardan-beyaz elbiseyi kirden temizler gibi pakla, benimle günahlarımın arasını da doğu ile batı arası uzaklığı kadar uzak kıl!.” 
Peygamberimizin bu duasında, Allah’a sığındığı şeylerin ekserisi, nefsi, derunî ve uhrevi şeylerdir, ama birisi haricîdir “gözü silik Deccal”, başka pek çok hadis ve duada da “Deccal’ın şerrinden, Deccal fitnesinden, Allah’a sığındığı olmuştur. 
Kıyamet gününe yaklaşılan zamanda zuhur edecek en büyük fitneler arasında Deccal fitnesi ve Âhirzaman fitnesi de vardır. 
Hazret-i Peygamber’in bir Hadis-i Şeriflerinde: “Yakın bir gelecekte ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır, bir fırka ki, Fırka-i Nâciye hariç, hepsi cehenneme gidecektir. Ya Resûlellah! Fırka-i Nâciye kimlerdir, diye sual olunduğunda, Peygamber’imiz; Benim ve Ashâbımın yolundan gidenler Fırka-i Nâciyedir, cehennemden kurtulanlar da onlardır” buyurmuştur. 
Muvâfıkı, muhalifi herkesin teslime mecbur kaldıkları, yani “evet! Gerçekten de Ehl-i Sünnet fikriyatından asla taviz vermeyen işte bunlardır!” dediği, İmam-ı Rabbanî Evladı, Fırka-i Nâciye arasına da zaman zaman küçük-büyük fitne sokulmuştur. “Kıyamet Alâmetlerinden” ekserisinin zuhur ettiği, fitne ve fesat hareketlerinin alabildiğine çoğaldığı bir zamanda tavizsiz Ehl-i Sünnet Fikriyatının müdafiîleri (inşa Allah! Fırka-i Nâciye) mensuplarının bu fitne ve fesat hareketlerinin dışında kalması beklenmezdi. Ne yazık, fitne ve fesat hareketlerinin tozundan-dumanından onlar da müteessir olmuşlardır.
FİTNE ZUHUR ETTİĞİNDE NE YAPILMALIDIR?
Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh’den Resûlu’llâh Salla’llâhu aleyhi ve sellem efendimizin şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: “Yakın bir istikbalde (gelecekte) bir takım fitneler olacaktır (zuhur edecektir). Fitne zamanında (ona karışmayıp) oturan kişi (karışmak üzere) ayakta durandan hayırlıdır. O hengâmede (kargaşa içinde) ayakta duran da (fitne nedenlerini hazırlamaya) gidenden hayırlıdır. Bu yolda yürüyen de bi’l-Fi’l fesada çalışandan hayırlıdır. Her kim fitne meydana geldiğinde muttali olup onu görmeye çalışırsa, muhakkak onun kahrına uğrar, her kim o fitne zamanı iltica edecek (sığınacak) bir yer bulursa hemen sığınsın (fitne ve fesatçılara karışmasın!).” 
Cemel Vak’ası sırasında Ashâb-ı Kiram’dan çoğu bu fitneye bulaşmamak için Mekke ve Medine’yi terk ettiler fitneden uzak durdular. 
Zira fitnenin zuhuru dört bir taraftan her şeyi içine almış muazzam bir yangına benzer. Böylesine bir yangına şahit olanlar, yangını kimin çıkardığına, nelerin bu yangına sebep olduğuna bakmazlar, yani haklı-haksız aramazlar. Öncelikle yangına müdahale ederler, söndürürler, hele hele yangını daha da şiddetlendirecek hareketlerden şiddetle uzak kalırlar, “yangına benzinle müdahale etmezler.”
Öncelikle yangın söndürülür, bundan sonra sebebi araştırılır, araştırılır ki, bir daha böyle bir yangınla karşılaşılmasın! Yangın çıktığında, fitne zuhur ettiğinde kesinlikle haklı-haksız aranmaz; Düşününüz, Peygamber’imizden sonra ilk zuhur eden büyük fitnede, Cemel Vak’asında, Ehl-i Beyt’den, Ezvac-ı Mutahharât’dan, müminlerin annesi Hazret-i Âişe validemiz bir tarafta, yine Ehl-i Beyt’den, Sevgili Peygamber’imizin amcasının oğlu, damadı, henüz buluğ çağına ermeden İslâm’la müşerref, İslâm’ın 4. Halifesi, Hazret-i Alî Kerreme Allahu Veçhehû!. Müslümanların bunlar hakkında herhangi bir şey söyleme hakları var mıdır? 
İçtihâdî bir meselenin zuhur eden fitne ile birlikte bir mukateleye dönüşüp 70 kadar Sahâbî’nin şehit olmasına kadar giden bu vahim vak’a sırasında ne Hazret-i Ali, ne de annemiz Hazret-i Âişe birbirlerini rencide edecek bir kelime sarf ettiler. 
Fitne yatıştırılıp annemiz Hazret-i Âişe maiyetindekilerle birlikte Mekke’ye dönerken Halife Hazret-i Ali kendisini çok büyük bir hürmet ve nezaketle uğurlamışlardır. 
Ehl-i Beyt-i Resûl fertleri arasında bir büyük fitne sırasında meydana gelen ihtilâfta, ne taraflar birbirini kıracak, rencide edecek şeyler söylediler, ne de başkaları taraflardan birisini tel’in etti. 
Fitne zuhur ettiğinde, Ehl-i Sünnet Müslümanlarına düşen sükût!. Sükût!. Yine de sükûttur. 
Fitneyi vesile ederek ileri geri konuşmak, taraflardan birisini çok haklı gösterip karşı tarafı tel’in etmek fitneye benzinle müdahale ederek yangının bütün cihana yayılmasına sebep olmaktır. 
Ehl-i Sünnet Uleması, Emevîlerle Hâşimî oğulları arasındaki-daha doğru bir ifade ile, Hazret-i Ali ile müminlerin annesi Âişe validemizi karşı karşıya getiren bu içtihâdî meselede, Hazret-i Ali ve taraftarlarının isabet ettikleri buna mukâbil, Âişe validemiz ve taraftarlarının içtihatlarına hata ettikleri görüşündedirler. Ama içtihatta hata eden müçtehitler de bir sevap kazandığı için asla itham edilemezler. 
Bu hususta en hayırlı yol, Ehl-i Beyt-i Resul ve Ashâb-ı Güzin arasında cereyan eden, aslında mukadder bir fitnenin sebep olduğu hâdiseler hakkında sükûtu tercih etmek, unutmak, gönülleri mahzun eden bu hâdisatta asla bir daha yaraları kaşımamaktır. 
Her şeyde olduğu gibi bu hususta da “söz gümüş ise, sükût altındır.”
Not: 14 Temmuz 2007 tarihinde bu sütunlarda neşredilen yazının tekrarıdır. Önemine binaen yeniden neşrediyoruz.