“...Kalbleri var, fakat onlarla anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; kulakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hattâ daha da sapık. Ve işte gafiller onlardır!” (A’raf: 179, Prof. Dr. Süleyman Ateş)

     “Çünkü onların kalpleri vardır, onlarla (İlâhî hakikatleri) anlamazlar; gözleri vardır, onlarla (İslâm’a ait gerçekleri) görmezler; kulakları vardır, onlarla (İslâm’a dair emirleri) işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler, hatta daha aşağı / daha şaşkındırlar.

     “(Kalbini Allah sevgisine, ilâhî emirlere, hak ve hakikatlere kapatmış, onun yerine maddeperestliği / madde düşkünlüğünü, şehvetperestliği / şehvet, menfî istek ve gayri meşruya olan düşkünlüğü, dünyaperestliği / ahiretsiz dünya düşkünlüğünü doldurmuş olanların diğer uzuv / ve azaları da onları elde etmeye çalışır; hatta onların zarif giyinişi, ilgi çekici kibarlık ve nezaketi de çoğu kez bunun içindir. İnsanların, hayvanlardan daha şaşkın / daha aşağı oluşu, Allah’ın kendisine kulluk etmek için lûtfettiği şuur ve sorumluluk duygusunu kaybetmiş olması dolayısıyladır.)

     “İşte onlar, (düşünce, inanç ve yaratılış gayesinden ve Allah’a kulluktan) gafil olanların ta kendileridir.” (Feyzü’l-Furkan, Prof. Dr. Hasan Tahsin Feyizli)

     “Andolsun Biz, cinler ve insanlardan (akılları ve) kalpleri olup da bunlarla (gerçeği) anlamayan, gözleri olup da bunlarla (doğruları) görmeyen, kulakları olup da bunlarla (hakikati) işitmeyen (kısacası iradesini inkârdan yana kullananlardan) nicelerini cehennemlik yapmışızdır. İşte bunlar (insan olmanın hakkını vermedikleri için) hayvanlar gibidir; hatta (bozulmada sınır tanımadıkları için hayvanlardan) daha da aşağıdadırlar. Gaflet bataklığında yüzenler de işte bunlardır. (Bu gafletten kurtuluşun yolu şu gerçeğin bilinmesine bağlıdır.)” (Kur’an Bana Ne Diyor? Veli Tahir Erdoğan)

     “...Sırf cebir tarikiyle (yoluyla) ve kendilerinin yaptıkları ve sebep oldukları şeyler hesaba katılmadan ve dikkate alınmadan cehennemlik olmuş değillerdir. Aslında başlangıçta ‘ahseni takvim’ yani en güzel biçimde yaratılmış, şuur fıtratını taahhüt etmiş iken sonra ‘esfeli safilin’e düşmüş ve cebren kurtarılmalarına ilahî meşiyetin ilgisiz kalmış olması bakımındandır...

     “Bunlar irade ve hürriyet sahibi oldukları zaman taahhütlerini yerine getirmeyecekler ve görevlerini yapmayacaklar, fıtratlarındaki emaneti, şühudu / şahitleri ve marifeti / bilgiyi ve diğer güçlerini hak yolunda kullanmayacaklardır... ‘Alçaklığa saplanıp kalacaklar ve heveslerine uyacaklardır.’ İşte o zaman Allah, onların kalplerini ve ruhsal meleklerini mühürleyecek, hakkı duymak kabiliyetleri kapanacak, bundan böyle onlara öyle bir yaratılış ve huy verecek ki, artık sırf cehennemlik olacaklar...

     “Onların kalbleri vardır. Kendilerine duyacak bir kalb verilmemiş ve fıtrattaki misaka (verilmiş söze) bağlanmamış değillerdir. Lâkin bu kalblerle fıkıh etmezler, yani işi derinden derine anlamazlar. Kendi vicdanında duyulması ve farkına varılması gereken şeye dikkat etmezler, gereği gibi duyup anlamazlar.

     “Gözleri de vardır, lâkin bunlarla görülecek şeyi görmezler. Kulakları da vardır. Lâkin bunlarla işitmezler, işitilecek şeyi dinleyip duymazlar. Hasılı Allahın akıl ve duygu kuvvetlerini insan gibi ve gerektiği şekilde kullanmazlar. İşte bunlar hayvan gibidirler. Gönüllerinde gözlerinde ve kulaklarında insanlığa mahsus olan mânâ ve şuur bulunmaz. Hayvan gibi sadece bir gövde ve ses ile insan olunur sanırlar ve yalnızca görünüş ile ilgilenirler. Veya bütün duyguları ve idrakleri münhasıran / sırf bu dünya hayatındaki geçim sebeplerine yöneliktir. Belki bunlar hayvandan da daha aşağı, daha şaşkındırlar. Çünkü en’âm denilen aşağı canlılar, yaratılıştan ve doğuştan gelen amaçlarından sapmazlar, seçebilecekleri kadar menfaat(lerini gözetirler) ve mazarratlarını / zarar göreceklerini seçerler (yani fark ederler), onları elde etmeye gücü yettiği kadar çaba gösterir, tehlikelerden korunmaya çalışır. Hiçbir uzvunu yaratılış gayesinin dışında kullanmaz, ileri gitmese de geri de kalmaz, yaratılışını değiştirmez. Onlar ise aksine gelişmeye ve ebedî mutluluğa aday olan yaratılışlarından gereği gibi yararlanmazlar, yararlanmak şöyle dursun onun bozulmasına sebep olurlar da ebedî azaba götüren bir yola girerler. Ve işte onlar o gafillerin ta kendileridir. Tam anlamıyla gafil diye işte bunlara denilir. Zira beyinleri ve kalbleri var, fakat şuurları yoktur. Nefislerine karşı şahit olmuşlardır da kendi özlerinden haberleri olmaz, fıtratlarındaki misak / söz, yemin ve taahhüdü duymazlar, aldırmazlar. Kendi iç gözlemleriyle fıkh-ı nefsî denilen kendi iç dikkatleriyle duymadıkları gibi, dışarıdan gözlerine sokulan âyetlerin, kitabın ve kulaklarına okunan hak kelâmının verdiği haberlerin şahitliğiyle de duymazlar. Vücud var, vicdan namına bir şeyleri yoktur. Dini, bir vehim; kitabı bir eğlence; ilahî kelâmı, bir musıki diye karşılarlar.. İlahî işlerle dünya işleri arasındaki inceliğin farkına varmaz, kimin kulu olduklarını, neye veya kime tapacaklarını bilmezler. Gönülleri boş heva, gözleri şekil ve resim, kulakları anlamsız sesler, müsemmasız / isimlenmemiş isimler peşinde dolaşır durur. Kendilerine kalb, göz, kulak verip yaratan, yaratılıştan kendilerini rablık mîsakına taahhüt ettiren, Semî (işiten), Basîr (gören) ve eşi-benzeri olmayan Allah Teala’ya türlü türlü şirkler (ortaklar) koşarlar, gafletlerinden dolayı Allah’ı anmazlar, anarlarsa bile O’nun münezzeh / noksanlıklardan uzak, şanına lâyık olmayan isim, sıfat ve özelliklerle anarlar.” (Elmalılı M. Hamdi Yazır)