“Sana kıyâmeti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki; Onun ilmi ancak Rabbi’nin katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki; Onun bilgisi ancak Allah’ın katındadır, ama insanların çoğu bilmezler.” (A’raf 7/187) 
“De ki; “Ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbete daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.” (A’raf 7/188) 
“Allah, mü’minleri (şu) bulunduğunuz durumda bırakacak değildir, sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Bununla beraber Allah, size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah elçilerinden dilediğini ayırdeder. O halde Allah’a ve Peygamber’lerine iman eder, takva sahibi olursanız sizin için de çok büyük bir ecir vardır.” (Âl-i İmran 3/179) 
“De ki; Ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece buna vahyolunana uyarım. De ki; Kör ile gören hiçbir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?” (En’am 6/50) 
“O bütün görünmeyenleri (gaybı) bilir. Sırlarına kimseyi muttalî kılmaz; Ancak, (bildirmeyi) dilediği Peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar.” (Cin 72/26, 27) 
“Kardeşlerim, sizin hâtıranız ve askerliğiniz endişesi için hâdisât-ı Zaman’a baktım; Kalbime böyle geldi.” (Kastamonu Lâhikası, Sahife 17) 
“Şimdi bir ihtar-ı ma’nevî ile,” “Ma’nevî bir ihtar’a binâen,” 
“Fakat Risâle-i Nûr’a bir işâreti gaybî ile haber otuz üç adet âyet, Âl-i İmran Sûresi, 18. âyeti Kerimesiyle hitam bulduğundan bu yeni iki âyetin müstekîl bir sûrette işâretlerine kapı açılmadı. Hem otuz üç âyetten hangisinin tetimmesi olacak şimdilik bilinmedi. Yalnız bu kadar anlaşıldı ki, “güvenilir, değerli kâtiplerin elleriyle (yazılıp) tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış, mukaddes Sahifelerde (yazılı) bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır.” (Abese 80/15, 16) âyetleri Risâle-i Nûr’un nâşir ve kâtiplerine ma’nâ-i işârî bakıyor. Hem de Risâle-i Nur’un eczalarına ve suhuflarına (suhuf, zâten sahife’nin çoğuludur, suhuflarına denilmesi yanlıştır. Suhufu’na denilmeliydi.) ve kitaplarına ma’nâyi iş’ârî ile bakıyor. Fakat cifir hisabıyla (doğrusu, oğlak derisi demek olan cefr’dir.) bin üç yüz altmış küsurdan sonra bir parlak vaziyeti gösterecekler, diye, icmâlen fehmettik.” 
“Böyle bir cevap ihtar edildi ki; Gaybî istikbâl-i Dünyevî’de ve dünya işlerinde, başa gelen hâdisâtı bildirmemekte Canab-ı Erhamürrâhimin’in çok büyük bir rahmeti saklandığını ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihet’le, gaybî şeyleri haber vermekten yasak edip, yalnız müphem ve mücmel bir su’rette, ya ilham veya ihtar’la bir emâre’yi vesîyle ederek, keşfiyatta ve rü’yâ-i Sâdıka’da, bir kısım gaybî hakîkatleri ihsas eder.” (Kastamonu Lâhikası, 167) 
“Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki; Sâdık ilhamlar geçici bir cihette vahye benzerler ve bir ne’vi mükâmele-i Rabbânî’ye’dir. Fakat iki fark vardır. Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahy’in, eser-i Melâike vasıtasıyla ve ilham’ın, ekserî vasıtasız olmasıdır. Meselâ; Nasıl ki, bir pâdişah’ın iki suretle konuşması ve emirleri vardır. 
Birisi, Haşmet-i Saltanat ve hâkimiyyet-i Umûmiyye haysiyetiyle bir yâverini bir vali’ye gönderir. O hâkimiyyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, ba’zen, vâsıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliği edilir. 
İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve pâdişâhlık umûmî ismiyle değil; belki kendi şahsiyle, husûsî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmî raiyetiyle ve husûsî telefonu’yla husûsî konuşmasıdır. 
Öyle de; Pâdişah-ı Ezelî’nin umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve Kaînât Hâlikî ünvanıyla, vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zîhayatın Rabbi ve Hâliki olmak haysiyetiyle, husûsî bir surette, fakat perdeler arkasında onların kâbiliyyetine göre, bir tarz-ı mükâlemesi var.. 
“İkinci Fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havass’a has’tır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umûmîdir; melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamlara gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envalarıyla denizlerin katreleri kadar Kelimât-ı Rabbâniye’nin teksirine medâr bir zemin teşkil ediyor,” 
“Ehl-i Kitap’tan bir grup, okuduklarını kitap’tan sanasınız, diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler Halbuki okudukları kitap’tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde; Bu Allah katındandır, derler. Onlar bile bile Allah’a iftira ediyorlar.” (Âl-i İmran 3/78) 
“Elleriyle bir kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için “Bu Allah katındandır,” diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!” (Bakara 2/79) 
“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hâkimdir.” (Şûrâ 42/51) 
(Bu âyeti Kerime’yle vahy’in geliş şekilleri belirtilmiştir. Buna göre vahiy, kalbe ilham veya Cenab-ı Hakk’ı görmeksizin perde arkasından konuşma ya da vahiy meleği (Cebrâil) aracılığıyla kelâm işitmek suretiyle de gerçekleşmektedir. Ve her halde vahyin muhatabı yalnız, Peygamber’lerdir.) 
Bu yazının başına aldığım âyet-i Kerime meâlleriyle, gelişiminde, Said Kürdî’ye (Pardon Nursî demem lazımdı.) risâlelerden aldığım bölümlerle birlikte, sonlarına doğru yer verdiğim âyet meâlleri birlikte, dikkatlice mutala’a edildiğinde, bundan sonraki yazılarımızda ortaya koyacağımız hususlar çok daha iyi anlaşılacaktır. 
Elinizdeki bu yazı kaleme alındığı sırada, televizyon kanalları arasında zaplama yaparken, birden karşıma, adı’nın önündeki unvan ve titrine ihânet edercesine, ilim adamlığı ile şarlatanlığı birbirine karıştırıp, bilim adamı tarafsızlığını, objektifliği bir tarafa bırakmış, bir cihetten, Emrâz-ı Ma’neviyye ile ma’lûl, Said Nursî’yi yıkama yağlama, aklama ile muvazzaf bir zât’ın çırpınışlarına şâhid oldum. 
A be Azîz Kardeşim! Mezâr taşlarından şecere-silsile tesbiti yapak için Bitlis’e-Hizan’a kadar gitmeye ne hâcet! İstanbul’da, Karacaahmed veya Kozlu Mezarlıklarının eski bölümlerini bir dolaşsaydın, Abdülkâdir, Abdurrahman, Abdürrezzâk ve Abdülvehhâb isimli mezar taşlarına çok sık rastlardın, bu isimlerden hazırlardın bir şecere olup biterdi.  
Hoş! Kendisine vahiy geldiğini, kadîm bir yâhud öğretisi olan Hurûfîliği benimseyerek, Ebced Hokus Pokus’uyla gaybı bildiğini iddia eden, hattâ bu metodla kıyâmet günü için takvim hazırlayan, Kur’ân-ı Kerim’de yüzlerce âyet-i Kerime’de müşrik’lerin, kâfirlerin ebedî cehennemde kalacakları beyan buyrulmuş olmasına rağmen, Birinci Cihan Harbi’nde Müslüman-Türk Milletine karşı, Haçlı Ordularında yer alan Hıristiyanları şehid ilân eden ve âhirette mükâfatlandırılacağını söyleyen Said Nursî, Evlâd-ı Resûl’den olsa ne yazar olmasa ne ifade eder! 
Hoca bir ara kendisini tutamadı, Doğu ve Güneydoğu’daki Kürt’lerin %40’ının Evlâd-ı Resûl’den, Seyyid veya Şerif olduklarını iddia etti. Hoca bu metodla, mezar taşı tesbitiyle yakın bir gelecekte Bölücübaşı’nı da Evlâd-ı Resûl’den ilân edebilir. 

ZARURİ BİR AÇIKLAMA: 
Yazılarını daktilo ile yazan henüz bilgisayar kullanmayan birisiyim. Email adresim yoktur. Yazılarım Önce Vatan Gazetemizin resmi internet sitesinde diğer yazılar gibi yayınlanmaktadır. Yazılarımızdan paragraflar alarak, büyük boy resimlerim kullanılarak, video kullanılarak kendi internet sitelerinde kullananlar, bu internet sitelerinin bana ait olduğu, en azından benimle irtibatlı olduğu izlenimi vermişlerdir. Şahsıma ait herhangi bir internet sitem bulunmadığı gibi, herhangi bir internet sitesiyle de uzaktan-yakından irtibatım ve münasebetim yoktur. Saygı ile arz ederim. 
Mustafa Akkoca