Ehl-i Sünnet dâiresindeki mezhepleri iki kategori’de mutala’a etmek mümkündür; İ’tikâdi Mezhepler. Amelî Mezhepler.

Mezhep: Sözlükte “gitmek” anlamında zehâb kökünden hem masdar hem de “gidecek yer ve yol” ma’nasında mekân ismi olan Mezhep kelimesi, terim olarak “dinin aslî ve fer’î hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite kabûl edilen âlim’lerin ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem, diye ta’rif edilebilir. Ta’rif’te yer alan aslî hükümler İslâm dini’nin inanç esaslarını, fer’i hükümler ise ibâdetler ile insanlar arasındaki münasebetleri hedef almaktadır. İman esaslarını mevzu edinen mezhepler i’tikadî, diğerleri de fikhî ve amelî mezhepler olarak tesmiye edilmiştir.

İ’tikâdî sahadaki mezhep’lerin teşekkülüne yol açan temel mevzular, Tevhid, kader-imam-amel münasabeti gibi mes’ ele’lerdir. Bu esaslarla alakalı olarak, Allah’ın sıfatları, zât-ı sıfat ilişkisi, müteşâbih âyetlerin anlaşılması, rü’yetüllah (Allah’ın görünmesi), Allah’ın iradesi, hidayet ve delâlet, amelin imandan bir cüz olup-olmadığı, büyük günah işleyenlerin durumu gibi hususlardır. 

Yukarıdaki mevzu’lar etrafında teşekkül eden fıkraların her biri kendisini doğru yolda görmüş ve kendisini ehl-i Hak görmüştür. Ancak Kahir bir ekseriyyet i’tikâdî açıdan ehl-i Sünnet ve ehl-i Bid’ad olmak üzere iki grupta mütala’a edilmiştir. Sünnî âlimlerin yaygın tanıtımı ile Ehl-i Sünnet Haz. Peygamber ile Ashabı’nın, dinin temel esaslarında ta’kip ettiği yolu benimseyenler ve bu yolu ta’kip edenler, ehl-i Bid’at ise, dinin temel eseslarını şer’î bir delile dayanmaksızın farklı görüşler ileri sürenlerdir. Buna göre ehl-i Sünnet kendi içinde az-çok çeşitlilik taşımakla birlikte herhangi bir gruplaşmayı ifade etmekten ziyâde, müslüman’ların asıl Bünyesinin tamamını içine almakta, ehl-i Bid’at ise, çeşitli sebeplerle ana unsurdan ayrılan grupların adı olmaktadır. 

Ehl-i Sünnet dâiresindeki İ’tikâdi mezhepler, İmam, Ebû Mensûr el-Mâturîdî’ye nisbetle, “Mâtürîdî’lik, Ebû el-Hasen el-Eşa’riye nisbetle Eş’arîlik denilmektedir.

Ehl-i Sünnet dâiresindeki İ’tikâdî mezhep’lerin, Mâtüridî’lik ve Eş’arîliğin kelâm ve i’tikâd’ın esasları hakkında ittifak ettikleri mes’eleler çok, fakat ihtilâf ettikleri meseleler ise yok denecek kadar azdır.

Mâtürîdî’ye göre, Esbab-ı İlim, (bilgi kaynakları), Havâs-ı Hamse, işitme, görme, koklama, tatma ve dokunma olmak üzere, duyular (beş duyu), akıl ve doğru haber’dir (Haber-i Sâdık). Duyular vasıtasıyla elde edilen bilgi her türlü bilginin esası ve en açık olanıdır. Her duyu kendisi için belirlenen fonksiyonu icra eder.

Akıl: Duyular vasıtasıyla görünen âlemi, mefhumlar ve deliller vasıtasıyla da görünmeyen alanı idrak eden ruhû bir güçtür. Akıl, daha çok duyularla idrak olunmayan alanı bilme vasıtası ise de, duyular ve haber yoluyla bilgi edinmenin de zarûrî şartıdır. Bu da aklî duyu alanının yanı sıra, dinin de kaynağını teşkil eden doğru haber alanını kuşattığını ve her türlü bilginin kriterini oluşturduğunu gösterir. 

Eş’ariyye ise akla Mâtürîdiyye kadar değer vermez. Onlara göre akıl sâdece zarûrî bilgilerin algılanması için bir sebep olabilir.

EHL-İ SÜNNET DÂİRESİNDEKİ AMELÎ MEZHEP’LER: 

Haz. Peygamber’in Hayat-ı Dünya’da olduğu müdette, dinî hayata ve hukûkî ilişkilere dâir mes’elelerin çözümü için içtihad’a başvurulsa da netice’de bu çözümler vahyin kontrolü altındaydı. Onun irtihaliyye birlikte bu imkân artık sona erdiği gibi İslâm Coğrafya’sının genişlemesi sebebiyle içtihâdi faaliyetler yeni bir ivme kazanmıştır. Daha Resûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem hayatta iken bile içtihad hususunda temâyüz etmiş bulunan sahâbî’lerin bu dönemde farklı sonuçlara ulaşmaları tabiî idi. Haz. Peygamber’in ba’zı konulardaki hadislerinin ve uygulamalarının bir kısım sahâbî’nin bilgisi dışında kalması yâhud ondan duyduklarını ve gördüklerini unutmuş olmaları da sahâbe arasında görüş ayrılıklarının ortaya çıkmasına sebep olabiliyordu. Müslüman nüfusun bulunduğu muhtelif merkezlere dağılan âlim sahâbî’ler, buralardaki müslüman’lara İslâm dinini hem teorik hem de tatbîki olarak öğretiyordular. Bunların etrafında çok geçmeden, sırf karşılaştıkları mes’ele’leri danışmakla yetinmeyip mesajlarını onlara talebe olmaya hasreden, nas’ların anlaşılması ve olayların tahlili, değerlendirilmesi konusunda onların yaklaşımını koruyan, başkalarına aktaran ve öğreten tâbiî âlimleri yetişmiştir. Bunların bulunduğu ilim merkezlerinde, sağlam kabûl edilen sünnet malzemesi ve benimsenen içtihad yöntemleri yanında kazâ ve fetvâ alanında da ortaya konulan neticeler ve cemiyetin pratikleri bakamından da farklılışma görülüyordu. Bu farklılaşmanın bir ekolleşme halini aldığı en bâriz ihtilaflar, Irak (Küfe) ve Hicâz (medine) âlimleri arasında meydana gelmiştir. Tebeu’t-tâbiîn nesli âlimleri arasındaki fikhî ihtilaflar da evveliyetle içinde yaşadıkları ilim merkezlerinin fıkhî birikimlerindeki farklılıklara dayanıyordu.

Nitekim, bu devirde Küfe’deki en önemli ilim halkasına sahip olan Ebû Hanife burada sahâbe neslinden i’tibâren oluşan müktesebatı ve gelişen fıkhî düşünce tarzını, Medine’nin imamı olarak tanınan, Mâlik bin Enes de Medine’de teşekkül etmiş fıkhî birikimi esas almıştır. Ebû Hanife ve Mâlik bin Enes’in ilim halkaları ve gerçekleştirdikleri fıkhî faaliyet, fıkhın müstakil bir disiplin haline gelme sürecine girdiğini gösteren husûsiyyetler taşır.

Dördüncü ve beşinci hicrî asırdan günümüze kadar ehl-i Sünnet İslâm Dün-ya’sının kâhir ekseriyyetine “Mezâhib-i Erba’a) “dört Mezhep,” diye meşhûr olan ve sırasıyla Ebû Hanife, Mâlik bin Enes, Muhammed bin İdrîs eş-Şâfi’i ve Ahmed bin Hanbel’e nisbet edilerek zikredilen, Hanefî, Mâliki, Şâfi’î ve Hanbelî mezheplerinin hâkim olduğu, fetvâ, kazâ ve eğitim müesseselerinin bu mezhep’lerin etkisinde bulunduğu görülmektedir.

İmam-ı A’zam, Ebû Hanife, Numan bin Sâbit Doğumu, Hicrî, 70/687 vefatı, 15/767, İmam-ı Mâlik bin Enes, Doğumu, Hicrî 93/712, vefatı, 179/795, İmam-ı Şâfi’î, Doğumu, Hicrî 150/767, vefatı, 204/820, İmam-ı Ahmed Hanbel, Doğumu, Hicrî, 164/780, vefatı, 241/855...

Küfe Fıkhı’nın Bânisi ve bu fıkhı tevârüz eden talebe’sinin çalışmaları üzerinde oluşan Hanefî Mezhebi, 2. ve 3. asırda, Irak bölgesinin hem kültürel hem içtimâî açıdan hinterlandı kabûl edilen Horasan ve Mâverânnehir’de, Medine Fıkhını tevârüs eden Mâlik bin Enes ve talebesinin çalışmaları üzerinde teşekkül eden Mâlikî Mezhebi de, Hicâz bölgesinin hinderlandı sayılan Kuzey Afrika ve Endülüs’te yayılmıştır. Bu iki mezhep’ten sonra ortaya çıkan Şâfi’î ve Hanbeli fıkıh çevreleri mezhepleştikleri zaman anılan coğrafyalarda geniş kitleler sahip olamamıştır.

Mezhep’ler hâşâ! Yeni birer din olmayıp, Yüce İslâm Dini’ni benimseyip kabul eden toplumların husûsiyetleri sonucu kazandıkları formlardır. İ’tikad sahasındaki mezhep hareketleri İslâm’ın inanç ve siyâsetle alakalı esas yaklaşımlarının tesbitine ve işlenmesine vesiyle olmuştur. Bu bakımdan İslâm dâiresindeki mezhepleri bir cihetiyle İslâm düşünce ekolü olarak görmek mümkündür.

Bu serî’de tedkik etmeye çalıştığımız mezhep’ler, İslâm Dâiresinde, Ehl-i Sünnet çerçevesindeki mezhep’lerdir. Siyâsi mezhep’ler ve diğer Fırak-ı Dâlle konumuzun dışındadır.

Konumuz olan, İslâm ve Ehl-i Sünnet dâiresindeki mezhep’ler, Edille-i Şer’iyye’nin kitap ve sünnet’den sonraki, İcmâ-i Ümmet ile Kıyas’ı da yakından alakadar ettiği için, bu mezhepleri fitne sebebi saymak, ileri geri konuşmak, İslâm’ın yarısını, bilhassa, Yemin, nikah ve talâk, büyû (alış-veriş) gibi muamelât-ı Nâs’ı alakadar eden kısımları inkâr ve hafife alma ma’nasına gelir ki, bu da insanı küfre götürür. (Devam edecek).