“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için kavimlere ve kabilelere ayırdık ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat 49/13)
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları afvederler, Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmran 3/134) 
- “Ahlâkî güzellikleri tamamlamak üzere gönderildim.” (Hadis-i Şerif)... 
- “Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel de terbiye etti.” (Hadis-i Şerif)
AHLÂKİ GÜZELLİKLER: 
Hâkim’in, mü’minlerin annesi, Seyyide, Aişe radiya’llahu anhâ’den rivayetine göre, “İyi ahlak şu on şeydir; bunlar bir kişide bulunur, fakat çocuğunda bulunmaz; çocukta bulunur, babada bulunmaz; köle’de bulunur, efendisinde bulunmaz. Cenab-ı Allah bunları saadetini istediği kimseler taksim etmiştir. (şunlardır): Doğru söz söylemek, muharebede mücahit’lerle birlikte sebat etmek, sadaka vermek, yapılan iyiliklerin karşılığını vermek, emâneti muhafaza (edip aynı zamanda sahibine teslim) etmek, akrabaya iyilik ve ziyâret etmek, komşunun hukukuna riâyet etmek, arkadaşlarının hatırını sayıp hukukunu muhafaza etmek, misâfirlere iyi mu’amele edip gereken hürmeti göstermek. Fakat, olmazsa olmaz olan, en başta gelen haya’dır.” 
Elbetteki, ahlâkî güzellikler Hadis-i Şerif’te sayıldığı kadar değildir; öfkeyi yenmek, sabır, size karşı yapılanları afvetmeniz, ihtiyaç duyduklarında Müslümanlara yardım ve onlara şefaatçı olmanız, nasihat, hayra ve güzele da’vet, insanlar arasında adaletli davranmak, tevâzu, cömertlik, va’dettiklerini yerine getirme, sözünde durma, Allah’a ve insanlara karşı şükretme, Allah’tan korkarak Allah’a ve insanlara karşı yapılan kötülüklerden uzak durma, Allah ve insanlar için Hüsn-ü Zan’da (güzel zan’da) bulunmak, Müslümanların işlerine ihtimam göstermek ve Allah’ın bütün salih kullarını sevmek gibi, daha sayılmayacak kadar, Allah’ın ve Resûlü’nün muhabbetini kazandıracak ve kişilerin dünya ve ahiret saadetine nâil olmalarına sebep olan bütün iyi ameller, ahlâkî güzelliklerdir. 
Tirmizî’nin Ebû Hüreyre’den rivayet ettiği Hadis-i Şerif’te, Resûl-i Ekrem Efendimiz salla’llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: 
“İman bakımından mü’minlerin en kâmilleri, ahlakı en güzel olanlardır. Sizin en hayırlı olanlarınız da, kadınlarına (eşlerine) en hayırlı davranışlarda bulunanlarınızdır.” (Mutarâtü’l-Ahâdîs, Sahife 118, H.No:89) 
- ÂDÂP-ÂDÂB-I MU’ÂŞERET: 
Bu yazıya serlevha olarak koyduğumuz, “EDEP YÂHÛ!” deyimi, İslâm kültürünü, İslâm ahlâk ve adâbını en rafine bir şekilde yaşayan ve yaşatan, Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizde, Sadarette, (Başbakanlık), Nazâret’lerde/Bakanlıklar ve bütün devlet kapılarıyla yalı’larda ve köşk’lerde, mekân’ın en görünür köşesinde, üstün Hat San’atı olarak hattatlar tarafından yazılmış, “EDEP YÂHÛ!” asılırdı. 
Sevgili Peygamber’imiz salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Âhirzaman Peygamber’i olarak, yeryüzünde, varolduğu halde, kaybolan veya noksanlaşan, ahlâkî güzellikleri tamamlamak ve kemâle erdirmek üzere gönderilmiştir. 
Tıpkı, Nebî salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimiz gibi, Vâris-i Nebî’ler de, Mürşid-i Kâmil ve mükemmiller, müceddid’ler de, tecdid için gönderildiklerinde, kaybolan ve noksanlaşan ahlâkî güzellikleri tamamlarlar ve kemâle ermesi için gayret sarfederler. 
Bu ma’na’da, bizler, İmâm-ı Rabbânî Evladı, İlâhî Takdîr ve Ezelî Nasibimizle, Allah-u Zülcelâl Hazret’lerine Nâmüte’nâhi hamd ve şükürler olsun ki, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmili, Medâr Mürşid ve Müceddid bulup ona kapılandığımız, eteklerine yapışma şerefine nâil olduğumuz için, zamanın Vâris-i Nebî’si tarafından çok güzel bir şekilde edeplendirildik, terbiye edildik. 
Bu edep ve terbiye’nin esası, Allah ve Allah’ın emirlerine a’zamî ta’zim ve hürmet, ayırım yapmadan Allah’ın bütün yarattıklarına şefkat göstermektir. Mensubu olmakla daima şeref duyduğumuz, Zikr-i Hafî Yolu’nun, Nakşibendiye’nin, Müceddidî’ler kolunun edep ve terbiye esası ise, “Zahirimiz halk ile, batınımız Hakk ile,” dir. 
Bu bakımdan, İmam-ı Rabbânî Evlâdı, belli şekillere ve kıyâfetlere kendisini hapsetmez. Önce kendilerine, sonra da başka insanlara saygılarından dolayı, umûmî ahlaka, edebe, cemiyetin geleneksel örf ve âdetlerine ters düşmeyen, sâde ve temiz bir kıyâfetle dolaşırlar. 
Saç’ları, bıyıkları, kaşları Sünnet-i Seniyye’ye uygundur. 
Her yerde sima’larından farkedilirler. Dikkatli gözler, kesif kalabalıklar arasında bile, İmam-ı Rabbânî Evladını hemen seçerler. Bu bakımdan, sürekli tarassud altındadırlar, kendilerinden zuhur edebilecek falso’lar, küçük hatalar ve hiffet, İmam-ı Rabbânî Evladı’nın tamamına maledilebilir. 
Onun için, İmam-ı Rabbânî Evladından olanların, ahibbâ’nın sürekli kendilerini kontrol etmeleri, dâimî bir murakabeye sokmaları gerekmektedir. 
- Sahibizaman ve Müceddid, irtihâliyle tasarrufu Hakîki’ye geçmesinden sonraki idareciler, Anadolu’nun muhtelif medreselerinde, Tekâmül derecesine gelmiş olanlar, İstanbul’da, Tekâmül’e alınıyorlar. 
İstanbul’da, kesif ders programlarının yanında, İstanbul’un tarihini, kültürünü, fetih öncesi Bizans eser’lerini, fetih sonrası, Türk-İslam San’atının dünyaca meşhûr, şâheserlerini görürler, İstanbul nezâket ve zarâfetini, İstanbul Türkçesini, İstanbul edebini, İstanbul âdab-ı mu’âşeretini bizzat tabîkî olarak öğrenirler. 
Teslim edelim ki, bizler, Anadolu’nun muhtelif yerlerinden kopup gelmiş köy çocuklarıydık. Bülbül kokan İstanbul Türkçesi’ni, İstanbul edebini, İstanbul nezâket ve zarafetini bilmiyorduk. 
İstanbul hayatından, İstanbul âdab-ı mu’âşeretinden bîhaberdik. 
Edebiyyete irtihâlinin üzerinden, 13 yıl geçmiş olmasına rağmen, her geçen gün, hasret ve özlemle yâd ettiğimiz, İmam-ı Rabbânî Evlâdı’nın unutulmaz Beyağabey’i, Cennetmekân, Merhûm ve Mağfûrûnleh, Kemâl Kacar Ağabeyimiz, bizleri birer yoz mâden olarak aldı, lime lime, bir kuyumcu titizliği ile işledi, rafine etti. 
Konuşmayı, yürümeyi, âdab-ı mu’âşerete göre, yemeyi-içmeyi, oturup-kalkmayı hep o’ndan öğrendik. 
Hoca’nın, ağabey’in, baba’nın yanında, yüksek sesle konuşmamayı, hattâ Üstaz’a, hoca’ya, Ağabey’e, baba’ya, anne’ye hürmeten yüksek sesle selâm bile verilmeyeceğini de o’ndan öğrendik. Kalkmak zorunda olduğumuz bir yere, hiç oturmamayı, hoca’nın, baba’nın, büyüklerin arkasından yürümemiz gerektiğini de o’ndan öğrendik. Kadıköyü’nden Köprü’ye, Köprü’den Kadıköyü-Üsküdar’a giderken şehir hatları vapurlarında, boş koltuklar olsa bile, “kalkmak zorunda kalmayalım,” diye oturmazdık... 
Mürebbî’miz bizleri, dışarıda, ayakta, yürürken, insan’ların sürekli gidip-geldikleri, ayakaltı yerlerde, cadde ve sokaklarda, “Alâ Mele-in-Nâs”, herhangi bir şeyler yememeyi, içmemeyi de öğretmişti. 
Yeme-içme hususunda, İstanbul’un Âdab-ı Mu’âşereti, açıkta, sokakta insan’ların gördüğü yerlerde, herhangi bir şey yenilmez, içilmezdi. Pazar’dan, bakkal’dan, kasap’tan alınan şeyler, dışarıdan görülen file’de, şeffâf torbada taşınmaz, kalın, kapitone bez torbalarda taşınırdı. Lokanta-Aşhâne’lerde, cadde ve sokak yanındaki camlar, dışarıdan görünmeyecek şekilde perdeyle ve buz camla kapatılırdı. 
İstanbul âdab-ı mu’âşeretinde, lokanta ve aşhâne’lere gidenler, büyük imkânlara sahip dahî olsalar, yan masadakiler, eğer kurufasulye, bulgur pilavı yiyorlarsa, daha pahalı yemekler, etler kebaplar söylenmez, komşu masadakiler gibi, kurufasulye, bulgur pilavı ile iktifa edilirdi. 
Biz’lerin İstanbul’a geldiğimiz, madde ve ma’na plânında mürebbî’lerimiz tarafından terbiye edildiğimiz yıllar’da, günümüzde olduğu gibi, lokanta, aşhâne ve kafe’lerin masaları bulundukları cadde ve sokaklara çıkarılmamıştı. Fast food dedikleri acele ve ayakta yemek kültürü henüz ithal edilmemişti. İstanbul sokak’larında, el arabalarında mısır pişirenlere, kestâne kebabı yapanlara, mevsimine göre, salatalık, yeşil erik, şeftali ve kiraz satanlara rastlanırdı. 
İstanbul edebini, İstanbul âdab-ı mu’âşeretini iyi bilenler, dikkatli davranırlar, seyyar satıcılardan bu meyveleri alsalar bile, aslâ cadde ve sokaklarda yemezler, evlerine götürürdüler. 
İstanbul edep ve âdab-ı mu’âşeretinden bîhaber olanlar, bu terbiyeyi aldıkları halde bir an için unutanlar, aldıkları sebzeleri, mısır’ları, kestâne kebaplarını, cadde ve sokaklarda yürürken yerler, kabuklarını, çekirdeklerini de geçtikleri yerlere atardılar. 
Dün gibi hatırlıyorum. Çünkü biraz sonra anlatacağım, kolay unutulur bir vak’a değildir; 1969 yılı’nın Mayıs ayının son günlerinden bir Pazar günüydü. Bir gün öncesi, Cumartesi akşamı, Çamlıca’da, ziyârethâne’deydik. 
Anadolu’nun ba’zı bölgelerinden, İstanbul’daki üniversitelerin ba’zı fakülte’lerinin imtihanlarını kazanmış olan kardeşlerimiz için bir yer te’mini sözkonusuydu. Merhûm, Kayseri’li, Hacı Süleyman Kuşculu, İstanbul Cağaloğlu’ndaki apartmanındaki bir dâire ve çatı katı’nı bu hizmetler için tahsis etmişti. Beyağabey’imiz, Cennetmekân, Merhûm Kemal Kacar Ağabeyimiz, bizlere “yarın gidin, Hacı Süleyman Bey’in tahsis ettiği dâireyi, çatı katını görün, bu hizmetlere uygun olup-olmadığını bir tesbit edin, bakalım,” buyurdular. 
Birgün sonra kararlaştırılan saatte, Kısıklı’da buluştuk, Üsküdar’dan Eminönü’ne vapurla geçtik. Sirkeci’den Cağaloğlu’na Ankara Caddesi üzerinden yaya olarak çıkmaya karar verdik. Benden başka, Mehmed Arıkan, Seyfeddin Alkan ve Hüseyin Kaplan Hocalarımız da vardı. (isimler alfabetik sıraya göre yazılmıştır, başkaca bir ma’na çıkarılmamalıdır.) Ankara Caddesine tırmandığımızda, herhalde ömründe soğuk algınlığı ve nevâzil görmemiş bir ses, Dâvûdî bir nâra ile “Can Eriiiik, Papaz Eriğiiii,” diye yeri göğü inletiyordu. Hocalarımızdan birisi, - en küçükleri ben idim- “Mustafa, şu adam’dan erik al da yiyelim,” dedi. Hemen iki kilo’dan fazla erik aldım, o zamanları satıcılar sattıkları şeyleri kese kağıdına koyardılar. Çimento torbası da yapılan sert ve sağlam bir kese kağıdı idi. 
İstanbul Vilâyeti’nin hemen yanında, halkımız Vilâyet Cami’i olarak bilirler, ama, asıl ismi Nallıhan Mescidi’dir. Kese kağıdı içindeki erikleri bu cami’i’n şadırvanında yıkadım, ben ve hocalarımız, Ankara Caddesine tırmanırken bir taraftan da afiyetle erikleri yiyor, çekirdeklerini de yere atıyorduk. 
Erikler bitti, biz de varacağımız yere vardık. Keşfimizi ve tesbitlerimizi yaptık. Tesbit ve raporumuzu arzetmek üzere, akşam’dan sonra ziyârethâne’ye gittim. Tespitlerimizi ve raporumuzu arzettim. Dâire ve çatı katı’nın yedi-sekiz kişinin rahatlıkla kalabilmelerine müsâid olduğunu, Beyazıd’a, üniversite’ye yakınlığının da büyük avantajlar sağlayacağını ifade ettim, “Memnun oldu, sağyımız için teşekkür etti.”
Sohbet sırasında bir ara, mübârek yüzlerinde, biraz müstehzî bir tebessüm belirdi. “Eyvah! dedim, acaba ne kusur ettik?” diye iç geçirdim. Devamla, “Mustafa! Biliyorsun, benim çocukluğumun ilk yılları Eskişehir’de geçti. Eskişehir’de pazar kurulduğu günlerde, yakın köylü’ler, sabah’ın erken saatlerinde sebze-meyve, eşeklerine-beygirlerine yükleyip getirirler, ikindiden sonra ihtiyaçlarını alıp dönerlerdi. Köylü’ler ve Eskişehir’in halkı, yedikleri meyvelerin, kavun-karpuz’un kabuklarını gelişigüzel her yere atardılar. Köylü’lerin eşekleri ve beygirleri, yolda giderken, atılan bu artıkları, kavun karpuz kabuklarını yiyorlardı. Demek ki, yolda yürürken, açık alanda, sadece eşekler ve beygirler bir şeyler yerler... 
Mesaj çok çarpıcı bir şekilde alınmıştı.  
En gençleri bile askerliğini tamamlamış dönmüş olan, kocaman kocaman adamlar, üstelik, sıradan insanlar değil, herbiri, İstanbul’da, İstanbul’un Salâtîn Cami’i’lerinin kürsülerinde va’az eden insanlardı. 
Fakat, bir âdab-ı mu’âşerete riayetsizliklerinin bedelini, yüzleri kızararak, utanarak ödüyorlardı. 
Maksadım kimseyi kırmak, kimseyi üzmek değil... 
Öyleyse bunları niçin yazdım? Bu yazının başlarında, İmam-ı Rabbânî Evladı’nın Cem-i Gafîr halindeki kalabalıklar arasında bile seçilebileceklerini, ayırd edilebileceklerini ifade etmiştim. 
Geçtiğimiz hafta Cumartesi günü, İstanbul’un vitrini, ön balkonu, Sirkeci ve Eminönü’nde, bin ayak bir ayak üzere, müthiş bir kalabalık. Kalabalıklar arasında, üniversitelerde okuyup yurt’larda kalanlar, Kız Kur’ân Kurs’larında okuyup yurt’larda kalan hanım kızlarımız, hemen farkediliyorlardı. Fakat o da ne! Genç kardeşlerimiz, genç hanım kızlarımız, kimisi mısır, kimisi kestâne kebap, kimisi balık-ekmek, buldukları her ne varsa, almışlar, ayakta yürüyerek yiyor, içiyor, mısır koçanlarını, kestâne kabuklarını, balık kılçıklarını bulundukları her yere atıyorlardı. 
Bu davranış, İslâmî edebe, İstanbul âdab-ı mu’âşeretine aykırı olduğu gibi, hijyen bakımından sağlıklı değildir. Mısır kaynattıkları kazanlara en yakınlarından aldıkları deniz suyunu koyarlar. Tekneler’de balık satanların pişirdikleri balıklar, Norveç’ten ithal, besin değeri olmayan, Norveç’te yem ham maddesi olarak kullandıkları çok ucuz balıktır. Bu balıkları da, hemen yanıbaşlarından aldıkları deniz suyu ile yıkarlar. 
Birileri mutlakâ bu kardeşlerimizi ikaz etmeli, İslâm edebine, İstanbul âdabına uymayan bu avâmî davranıştan bu kardeşlerimize alıkoymalıdırlar. En azından “Hiffettir,” “Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizde, “Hiffette” bulunan imamların arkasında namaz kılınmazdı.