633 Sayılı Diyânet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri hakkındaki, Diyânet İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanunu, 22 Haziran 1965 tarihinde me’riyete alınmıştı. Bu tarihten i’tibâren, Diyânet İşleri Başkanlığı’nda, müftü, vâiz, Kur’ân kursu muallim, imam-hatip, müezzin-kayyım ta’yinleri sil baştan edildi. Artık, müftü, vâiz, Kur’ân kursu muallimi ve imam-hatip’lik için, yalnız İmam-Hatip Okulları ikinci dönem me’zunları, talipli çıkmaması halinde, birinci dönem me’zunları da, müracaat edebiliyordu. 
633 Sayılı kanunla getirilen bir hükümle, her yıl bütün köyler imam’lık kadrosuna kavuşuncaya kadar, 2.000 kadro verilecekti. Diğer yandan, 27 Mayıs 1960 İhtilâlinden sonra yapılan, ilk serbest seçimlerden sonra memleketimizdeki iktisâdî hareketler neticesinde, köy’den kent’lere göç hızlanmış, Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehir’lerin varoşlarında, azman mahalle’ler, nüfusları, pek çok Anadolu vilâyetine muadil, şehir’ler kuruldu. Anadolu insanı, kendi barınağından önce ibâdet mekânları, Salâtîn Câmi’lerin benzerleri cami’ler inşa ettiler. Ve tabiî olarak imamlık, müezzin-kayyım’lık kadrosu için Diyânet’in kapısına, devletin kapısına dayandılar. Her ne kadar, kanunla her yıl, köylere 2.000 kadro verileceği hükme bağlanmış ise de, politikacılar, köy’lere kadro verilmesi hususunda rekâbete girişmişler, milletvekilleri kendi illerine ne kadar köy imamı kadrosu kazandırmakla övünür olmuşlardı. Büyük şehir’lerin varoş mahallelerinde birden binlerce boş kadro oluşmuştu. 
İmam-Hatip Okullarından me’zun olanlar, köylere gitmiyorlardı. Aziz Milleti’mizin zihninde canlandırdığı bir imam profili vardı. İmam-Hatip Okulu me’zunu kardeşlerimiz, halkımızın zihinlerinde canlandırdığı bu imam-hatip profiline pek uymuyorlardı. Elbette istisnalar mevcut idi, fakat ekserisi, sigara içiyor, sinemaya, tiyatroya gidiyor, camiye gelmediği vakitlerde namaz kılmıyor, namaz vakitlerinde bile, mahalle’nin gençleri ve çocuklarla birlikte top peşinde koşuyorlardı. Günümüzde normal kabul edilen pek çok hareket, o yıllarda bir nakîsa olarak kabul ediliyordu. Köyler’de ve varoş’larda, genç imamlar baş açık olarak dolaşamazlardı. 
Köy kadro’larının neredeyse tamamı, tabiî –ki, Bakırköyü, Kadıköyü, Yeniköyü, Vaniköyü, Çengelköyü istisna edersek, boştu. İl ve ilçelerdeki kadrolara ta’yin edilenler ise, ya sebat edemiyorlar ya da cemaat tarafından istenmiyorlardı... 
Hasan Âlî Yücel, İsmail Hakkı Tonguç’un, Millî Eğitim Bakanlığı’nın tam kontrolündeki İmam-Hatip Okulları istenileni verememişti. 
İlim Yayma Cemiyeti’nin, “Müsbet İlimler’le Mücehhez, Zülcenâhayn, Papazı Müslüman yapacak, din adamı, din hizmetlisi yetiştirmek,” hayali aslâ tahakkuk etmemişti.
Dışarıdan herhangi bir destek almadan, yalnız İmam-Hatip Okullarından me’zun olanlar, Kur’ân-ı Kerimi, usûlüne uygun, kıraat kâidelerine göre yüzünden bile okumakta zorlanıyorlardı. Hitâbet’leri neredeyse sıfırdı. 
Kendilerine, İmam-Hatip nesli diyenler’den, pek çoğu, günümüzde Prof., Doç. titrine sâhip zevattan pek çoğu, İmam-Hatip Okullarına girmeden önce, hıfzını bitirmiş, pek çok hocaefendiden medrese usûlü Sarf-Nahiv okumuş, içlerinden imamlık yapanlar bile vardı. Pek çoğunu yakînen tanıdığım, Dostumuz, Dr. Tayyar Altıkulaç, Prof.Dr. Hayreddin Karaman, Prof.Dr. Bekir Topaloğlu, Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Prof.Dr. Zekeriyya Beyaz gibi hocalar, İmam-Hatip Okullarına girmeden, dışardan, eli öpülesi muhterem hoca’lar’dan ders almışlardır. 
Bu nesle bakarak, tüm İmam-Hatip Okulu me’zunlarının bunlar gibi donanımlı olduklarını zannetmek yanıltıcı olmuştur. 
Çok yakın arkadaşlarımdan ba’zıları o yıllarda ilçe müftüsüydü. Köy muhtarı, köy ihtiyar hey’eti, hemen hemen her hafta, müftülüğe gelerek, köylerine imam ta’yin edilmesini istiyor, İmam-Hatip Okulu me’zunu bir tâlipli bulunmadığı için, herhangi bir ta’yin yapılamıyordu. 
Diğer yandan, şehir’lerin varoşlarındaki mahalle’lerin cami’lerine ta’yin edilen imam-hatip’ler de, yâ cemaat tarafından “istenmeyen adam” ilân ediliyor, ya da imam-hatiplik için yeterli donanıma sahip olmayan, liyâkat ve ehliyeti bulunmayan, imamlar, kendiliklerinden vazife yerlerini terk ediyorlardı. Tam bir kaos hâkimdi. Öyle ya! Orta yerde, mer’iyyette olan bir kanun vardı. Fakat, boş kadrolara mer’iyyetteki kanunun aradığı niteliklere, daha doğrusu, İmam-Hatip Okulu diplomasına sahip olanlardan tâlip yoktu. 
Uzun uğraşılardan sonra, bir ara formül bulundu. Öncelikle köy kadroları olmak üzere, boş bulunan herhangi bir kadro’ya, imam-hatip okulu ikinci devre me’zunu tâlip çıkmaz ise, birinci devre me’zunları, ta’yin ediliyordu. 
İmam-Hatip Okulu birinci devre me’zunları’nın tâlip olmadıkları kadrolara da, imtihanla, ilkokul me’zunları vekâleten ta’yin ediliyorlardı. 
Vekil imam’ların herhangi bir te’minatı yoktu. Ta’yin edildiği köye taşınmış, belki de, uzak diyarlardan olduğu halde, bu köy’den evlenmiş, ev yapmış, ev almış, en azından, emekliliğine kadar burada kalacakmış gibi, hayatını tanzim etmiştir. Günün birinde, İmam-Hatip Okulu me’zunu, hattâ, İmam-Hatip Okulu birinci devre me’zunu birisi bu kadroya tâlip olursa, vekil imam derhal vazifeden uzaklaştırılıyor, kadro, tâlip olan zâta tahsis ediliyordu. 
Bizim tesbitlerimize göre, süreçte, yaklaşık olarak, 20 bin vekil imam ta’yin edilmişti. Hafızam beni yanıltmıyorsa, 1968 yılının sonlarında, Diyânet İşleri Başkanlığı, merkez ve taşra teşkilatında, yaklaşık 39 bin kişi istihdam ediliyordu. Bunlar’dan, yaklaşık, 20 bin’i vekâleten ta’yin edilmiş imam-hatip’ler 9 bin’i, bu kanundan önce ta’yin edilmiş, müftü, vaiz, Kur’ân Kursu ekseriyyeti, Süleyman Efendi Hazretleri’nin ve talebesi’nin açtığı kurs’larda yetişmiş olanlardı. 
Bu demek oluyordu ki, Diyânetteki personelin yaklaşık %50’si, vekâleten ta’yin edilmiş ve hiçbir te’minatı bulunmayan kişilerdi. Bu durum böyle devam etmezdi, etmemeliydi de... 
Fakat, bu durum, çeşitli zeminler’de tartışılmış, TBMM’si zemininde de def’alarca bir orta yol bulunması hususundaki gayret’ler, istikrarsız koalisyon hükûmetleri ve çok parçalı parlamento sebebiyle hep akîm kalmıştı. Süreçte, idâre ettiğimiz, günlük Bâbıâlide Sabah ve haftalık Ufuk Gazeteleri vasıtasıyla mevzu’u sürekli diri tuttuk, nihâyet, 24 Mart 1977 tarih ve 2088 sayılı kanunla, yeter sayıda İmam-Hatip Lisesi me’zunu tâlip bulunmadığı için vekâleten vazifeye alınanlar, me’zuniyet durumuna bakılmaksızın, asâlete geçirilmişlerdir. 
Vekil imamların asâlete geçirilmesi gayretleri sırasında, sık sık, Ankara’da kapısını çaldığımız siyâsetçiler’den birisi de tabiî ki, devrin Başbakanı ve Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel’di. Süleyman Demirel, Diyânet’le ilgili mes’elelere bîgâne idi. Sebebini sorduğumuzda, “Bakınız çocuklar, bu Diyânet işi çok netâmeli bir iştir. Biz, bir kararnâme ile, 67 il’in valisini, (o tarihlerde Türkiye’de Adana’dan-Zonguldak’a 67 il mevcut idi.) bir çırpıda değiştiririz, görevden alırız, yenisini ta’yin ederiz, yine bir çırpıda, bir başka kararnâme ile, 67 ilin Emniyet Müdürünü değiştiririz de bir Allah’ın kulu kapımıza dayanmaz. Fakat, Türkiye’nin herhangi bir yerinde, bir müezzini bir mahalle’den bir başka mahalleye nakletmeye görelim, bütün şehir halkı kapımıza dayanır, parti binalarımızı işgale kalkarlar. Bu bakımdan, ben, Diyânet’le fazlaca meşgul olmak istemiyorum,” demişti. 
Nitekim, 22 Haziran tarih ve 633 Sayılı Diyânet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri hakkındaki kanun, Anayasa Mahkemesi’nin 18 Aralık 1979 tarih ve E:79/25-K:79/46 Sayılı kararıyla usul yönünden iptal edilmiş, Diyânet İşleri Başkanlığı, mevzuat bakımından, tam bir boşluğa itilmişti. Bu kanunun pek çok maddesine istisnâden çıkarılan Nizâmnâmeler (Yönetmelikler) boşa düşmüş, Diyânet İşleri Başkanlığı, yıllarca, dayanağı bulunmayan nizâmnâmeler ile yönetilmiştir. 2010 yılında, hâlen mer’iyyette bulunan Teşkilat Kanunu çıkıncaya kadar, Başkanlığın organik ve fonksiyonel yapısı, 18 Temmuz 1984 tarih 190 sayılı kanun hükmünde kararnâme, eki, kadro cetveline ve 3046 sayılı Bakanlıkların kuruluş ve görevleri hakkında kanuna göre tanzim edilmiştir. 
Demem odur ki, Diyânet İşleri Başkanlığı’na ait kanunlar kolay çıkmıyor, kolay değiştirilemiyor. Büyük bir fırsat kaçırılmıştır, 2010’da aceleye getirilmeden, Teşkilat Kanununa, hazır TBMM’sinde tam bir mutabakat te’min edilmişken, Diyânet Akademisi de monta edilebilseydi... 
Gazete’lere intikal ettiği kadarıyla, başta Askerî Akademi, Polis Akademisi olmak üzere, ba’zı akademiler tetkik edilmiş, Diyânet Akademisi için bir çalışma başlatılmıştır. Aceleye getirilmemeli, İmam-Hatip Liselerinin, Yüksek İslâm Enstitü’lerinin ve İlâhiyat Fakülte’lerinin kuruluşlarında düşülen vahîm hatalara düşülmemeli, çok geniş istişâreler sonrası, özellikle Diyânet mensup’larının, hele hele emeklilerin tamamının görüşü alınmalı ve öylece TBMM’sine sevkedilmelidir... (Gelecek hafta, İslâmî İlimlerin Ta’liminin Ehemmiyeti üzerinde duracağız...)