ZİKR-İ CELÎ, ZİKR-İ HAFÎ, TEFERRÛ’ DİĞER TARÎKAT’LER!....
Bu çalışma’da ısrarla, Zikr-i Hafî, Zikr-i Celî olmak üzere, Peygamber’imizden, Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ali radiya’llâhu anhüma’ vasıtasıyla, teselsül eden, iki ana kaynktan bahsettik; Oysaki, Tarîkatler, tekke ve zaviye’ler tarihini tedkik ettiğimizde, karşımıza, onlarca, hatta, yüzlerce isimde tarikat ve bu tarîkatlere aid tekke ve zaviye çıkar.
Yeseviyye, Rifâiyye,Kübreviyye, Bedeviyye, Şazeliyye, Ekberiyye, Mevleviyye ve Bekteşiyye gibi, devrin şeyh’inin, isim, unvan ve lakabine izafeten kurulmuş tarîkatler, esas i’tibariyle, ya, Zikr-i Hafî, ya da, Zikr-i Celî ana iki damardan teferru’ eden tarîkatler olup, müstekîl tarikat değillerdir. Nitekim, ekserisi, şeyh’lerinin vefatından sonra kapanmış, silinmiş gitmişlerdir. Tekke ve zaviye’lerin kapatılmasından sonra, rejmin açık kalmalarına izin verdiği, müsamaha ile baktığı, sözde tarîkatlerin aslî hüvviyyetlerini tamamen zayi’i ettikleri, bırakınız, tarikat ve tasavvuf esaslarını, Şer’i Şerif’e muğâyir, Kadın- erkek, karma, sema ve semah gösterileriyle, devam ettirilen, ritü’ellerin, ne tarikatte ve tasavvufta ve ne de İslÂm’da, Şerî’atta yeri vardır.
İsmi ne olursa olsun, hangi şeyh’in ismine, unvanına ve lakabına izafe edilmiş olursa olsun, Nisbet-i Sahîha kaybolmuş, teselsül kopmuş ise, inkıraza uğrama’ya mahkumdur. Milâdî, 18. Asr’ın son çeyreğinde, Zikr-i Hafî, Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Âliye Silsile-i Zeheb- Silsile-i Saâdât’na, 24 ayar altın sislise( zincir’e),Nisbet-i Sahîhası ve Teselsülü olmayan,Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Âliye’de herhangi bir nisbeti, bir günlük bile, Seyr-i Sülûki bulunmayan bir yogist olan, Halid-i Bağdâdî’yi, paslanmış bir demir halka olarak zammetmek, iliştirmek istediler, ama, tutmadı. Teselsüllerini, gerçekten, 24 ayar altın Halka’dan devam ettirmek yerine ki, - Silsile-i Zeheb’in 28. Halkası, Abdullah-ı Dihlevi (k.s.), 29. Halkası, Hafız Ebû Said Sahib(k.s.),30. Habîbullah Can-ı Cânân(k.s.), 31. Muhammed Mazhar Îşân Cân-ı Cânân(k.s), 32. Salâhuddîn İbn-i Mevlânâ Sirâ cüddîn ( k.s.) ve 33. Halkası, Ebû’l- Faruk Süleyman Hilmi Silistrevî(K.S.)..
Bu sahîh nisbete ve teselsüle riayet etmeyiup, altın halkaya, iliştirilmeye çalışılan küflü,paslı demir halkadan teselsüllerini devam ettirenler Nur’un Merkeziyle bütün irtibatlarını kopardıkları için,Tarîkatten ve tasavvuftan nasibdar olamamışlardır. Paslı Demir Halka’dan teselsül ettirenlerin silsilelerinden, tasavvufa inanmayanların, mason, Sebatayist olanların da bulunduğunu bütün delilleriyle ortaya koyduk.
Peygamber’imizden, Hazreti Ali Kerreme’llâhu Vechehû vasıtasıyla, teselsül eden, bilahere, Abdülkâdir-i Geylânî( K.S.) Efendi Hazretlerinin ismine izafeten, Kâdirî’lik olarak, isimylendirilen, Zikr-i Celî( AÇIK zikir), Tarîkat-i Kâdiriyye-i Âliye’si’nin meşâyih’ı, Zikr-i Celî, Nefy-ü-İsbat, Kelime-i Tevhîd, “ Lâ İlâhe ille’llâh,” zikriyle meşgul olmuşlar, mürîdân’a da aynı usûl zikir tarzını ta’rif ve telkîn etmişlerdir. Ne varki, Kâdirî’lik, MilâdÎ, 18. Asr’ın ortalarından i’tibaren, aslî hüvviyyetini kaybetmiş, tamâmen, fesada uğramıştır. Bundan sonra, Kâdirî tekke’leriunde, çalgı âletleriyle, tegannî’yle zikir, ateşte ısıtılmış şişlerin vücud’larına sokulması gibi cebreze hareketleri görülmeye başlamıştır.
(30 Teşrin-isânî, 1341- 30 kasım 1925) tarih ve 677 sayılı, Tekke ve Zaviye’lerle Türbe’lerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvan’ların men ve ilgasığna dair, kanunla Tekke’ler kapatıldığında, yalnız, İstanbul’da, 57 Kâdirî Tekke’si mevcud idi. Ancak,Bu tekke’lere, Meclis-i Meşâyıh tarafındanh ta’yin edilen, şeyh’lerden, hiçbirisi layık ve ehil değildi.Tekke’lerde barınan, mürid’ler ise, çalışmayan, hiçbir iş görmeyen, kelime’nin tam ifadesiyle “ Miskinler,” topluluğu idi,
Liyakat ve ehliyyetten mahrum,bir takım işsiz güçsüz, kimseler, Meclis-i Meşâyıh’ta bir tanıdığı,dayısı varsa, herhangi bir tekke’ye şeyh ta’yin ediliyor, irşad, ihda ve tecdid kabiliyyeti, ehliyeti ve liyakatie bulunmadığı için, müridanı, ma’nen terbiye edemedikleri için, tekke’ler birer tembelhaneler, miskinler yuavsı haline glmişlerdi. Rejim kendilerini bir kanunla, devrimler ilkesi olarak kapatmadan çok önce kendilerini zâten, kapatmışlardı.
Tette ve zaviyeler kapatıldıktan sonra, birer emniyyet sübabı olarak, ba’zı Kâdirî tekke’leri açık bırakılmıştı, ya da açık kalmasına gözyumulmuştu.Bunlardan birisi de, İstanbul’da, Beyoğlu- Kasımpaşa’da idi. Bu Tekke’nin sözde şeyh’i olan zât, zaman zaman, gazete’lere, Televizyon kanallarına çıkar,” Ben de Kâdirî şeyh’iyim, ama, öyle bildiğiniz şeyh’lerden değilim; Ben Atatürkçü-Kemalist, Cumhuriyetçi bir şeyh’im,”diye görüş beyan ederdi.
Zikr-i Hafî, Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Âliye Meşâyıh’i, Silsile-i Zeheb- Silsile-i Saâdât,mürşid ve müceddid’leri, ( Allah,) İsm-i Celâli, ki, ” İsmü’z- Zât, el- müstecmiu, bi’cemîu’l- Esmîa ve’s- Sıfât” Allah’ın bütün isimlerini ve sıfatlarını kendisinde cem’eden), Allah, Lafz-ı Celâlinin Müsemmâ-i Celili, zât-ı Ahadiyettir, ( münhasıran Allah’tır), Bu ism-i Celi,l Allah’tan başka kimseye, ne bir beşer, ne bir melek, hiçbir mahlûk’a izafe edilemez , kimseye tesmiye edilemez.Bir kemseye sorulsa, “ Rahman kimdir? Denilse, “ Allah,” dır; Kahhâr, kimdir? Denilse, “ Allah,” dır; Celîl, kimdir? Denilse, “ Allah,” dır; Cebbâr, kimdir? Denilse, “Allah”dır; cevabıhı verir... “ Celle Celâluhû ve amme Nevaluhû velâ İlâhe, gayruhû)
Zât-ı Bârî’yi, İsm-i Zât ve Celâli ile zikreden bir kimse sanki, gayr-i Mütenâhî, Esmâ ve Sıfât, Celâl ve Cemâli ile zikr’etmiş; icmâlen, bütün Esmâ ve Sıfât-ı Hak’la zikirden elde edeceği, faziletler ve feyizlere nailiyet hasıl etmiş olurlar.
Bu sebebe mebnî olarak, Mumelât-ı Zâtiye ile meşgul olanlar, Muamelât-ı Esmâiye ve Sıfâtiye ile meşgul olanların hasıl edecekleri semerat ( ma’nevî meyveleri) ve neticeleri, Allah’ın fazlı (Lütfu Keremiyle) elde ederler.
Fakat,(ancak), Muamelât-ı Esmâiye ve Sıfâtıye ile meşgul olanlar, Muamelât-ı Zâtiye ile meşgul olanların hasıl edecekleri( elde edecekleri) semerât ve Zâtî neticeleri tahsil eyleyemezler.
Bu mücmel takrirden analaşılacağı veçhile İsm-i Zât ve Celal ile iştigal; İsm-i Zât ile sülûk ve teslîk tarîkı, bu tarîk’ın mürşid ve müsliklerinin( mürşidlere intisab eden seyr-i Sülûk ehli’nin), şanı celîl ve Azîm’dir.
Onun içindir ki, Zikr-i Hafî Yolu’nun büyükleri, diğer tarîkatlerin büyükleri gibi, zımnında her ne kadar büyük faideler maksud olsa da, Sülûk ve teslik’de evelâ, Kelime-i Tevhîd; sonra İsm-i Zât’a; sonra, İsm-i (Hû)’ya, terakkî ettikten sonra( yükseldikten sonra) sıfata tenezzül ederek (Hak,Hay, Kayyum, Kahhâr) gibi Esmâ-i Husnâ ile meşgul olmazlar. Ve zirveden Hazîze ( dağın etekleri)’ne inmek yolunu ta’kip etmezler.
Belki, bidâyette, talib’in( sâliklerin, mürid’lerin) kasd ve teveccühünü, Ahadiyeti Zât’a tevcih ederek ( yönlendirilerek) Ka’be-i Maksudu, Zât-ı Ahadiyeti Mücerrede kılarlar. Bu büyüklerin Kelime-i Nefy ve isbat ile( Lâ ilâhe, illa’llâh,) işgal ve iştigal esnasındaki kasd ve niyetleri de, mâ sivây-ı Zât’ın nefy’ine mahsur, Zât-ı Ahadiyet’in isbatına maksurdur.
Hakîkat-i Emr( gerçek iş), böyle olunca, her talip( sâlik ve mürid) Zât-ı Hak için Saâdat-ı Celîl e’miz yanında, ma’lûm ve ma’hûd olan Zikr-i İsm-i Zât ile iştigalin keyfiyyetini güzelce, bilmek , meşgalesini emr’olunduğu vakit, ona göre ifa eylemek lazımdır.( yerine getirmek icab eder.)...( Bu yazının hazırlanmasında, Sahib-izaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, eş- Şeyh, Ebûl Faruk, Süleyman Hilmi Silistrevî (K.S.) Efendi Hazret’lerinin, “ Kebrîtü Ahmer” Risalesi’nden istifade edilmiştir.)...