TASAVVUFÎ BİD’ATLER!....

Resûl-i Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem efendimiz:

“Şüphesiz, en hayırlı hüda, (hidayet, yol) Hazret-i Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin hidayetidir. (Peygamberin getirdiği, tebliğ buyurduğu, yol, (sırat-ı müstekîm) Umûr’un, (bütün işlerin) en şerlisi de, muhdesâttır. (Bidayette, asr-ı saâdette olmayan, sonradan ihdas edilen uydurulanlar.) Her bir muhdes, (sonradan uydurulan) bid’attir, her bid’atte (bid’atlere temessük, bid’atlerin mürtekipleri de) cehennemdedirler.” Buyurmuştur. 

Ebu Davud’un, Irbaz bin Sariye’den, Müslim’in, Ahmed bin Hanbel’in, Tirmizî ve İbn-i Mâceh’in Cabir radiya’llâhun anh’den rivayetlerine göre:

Sevgili Peygamberimiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz:

“Size Allah’tan korkmayı, dinlemeyi ve itaati, başınızda bulunan Habeşî bir köle bile olsa tavsiye ederim. Benden sonra yaşayacak olanlar yakın bir zamanda çok ihtilaflar görecekler. İşte bu zamanda sizlere düşen benim sünnetime ve Hulefâ-i Râşidîn’in ki, onlardan her birisi insanları hidayete erdirirler, sünnetlerine tabi olmaktır. Benim ve Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetlerine temessük ediniz, dişlerinizle şiddetle ısırırcasına onlara sahip olunuz. Benim ve Hulefâ-i Râşidîn zamanında olmayıp sonradan ihdas edilenlerden uzak durunuz, sakınınız. Her muhdes bid’attir ve her bir bid’at dalalettir.

Şerî’atte ihdas olunan her bir bid’at bir sünnetin yeryüzünden kaldırılmasıdır.

Ahmed bin Hanbel ve Taberânî’nin Azız bin Haris es-Semlî’den rivayetine göre, Resûl-i Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem efendimiz:

“ Hiç bir ümmet yoktur ki, Peygamberinden sonra dininde bit’atlere tevessül etmiş olsun, tevessül ettikleri bid’atler kadar sünneti zayi etmiş olurlar.”

Hazret-i Hassan buyurmuştur ki ”Her hangi bir kavim, bid’atlerden ne kadar ihdas ederlerse, Allah onlardan bid’atler kadar sünneti yeryüzünden kaldırılır da kıyamete kadar da iade olunmaz.”

Ne hazindir ki, bazı müteahhirîn  fukaha, bid’atleri, Bid’ati Hasene, bid’ati Seyyiye olarak ikiyi ayırmış, bizatihi şer olan sünnetlerin izalesi manasına gelen bid’atlerden ba’zılarını Bid’ati Hasene olarak tavsif etmişlerdir.

İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî, Ahmed-ü Faruk es-Sirhindî (K.S.) Efendi Hazretleri bazı fukahanın Bid’at-i Hasene olarak tavsif ettikleri bazı uç noktadakı bid’atlerden misaller vermiştir;

  • Meyyitin kefenlenmesinde sünnet olan, İzar, Kamîs ve Lifafe denilen üç elbise, İzar ve Lifafe ile başından ayaklarına kadar, Kamîs ise omuzlarından ayaklarına kadar uzanan dikişsiz bezlerle kefenlenmesidir. Meyyite sünnet olan bu bezlerden ziyade, sarık sarılması, rida giydirilmesi, hal-i hayatında yaptığı işleri gösteren, din görevlilerine sarık, sporla alakalı olanlara forma ve başka işaretler konulması bid’attir...
  • Selçuklu ve Osmanlı usulü, sarık saranların sarılmasında sünnet olan, sarığın kuyruğunun iki omuzun tam ortası iken, müteahhirîn fakihler sarığın kuyruğunun sol tarafa salınması gerektiğini söylemişlerdir.
  • Asr-ı Saâdette ve Hulefâ-i Râşidîn dönemlerinde namazın farz ve şartlarından olan niyyetin lisan ile nutk yerine (dille telaffuz yerine) yalnız kalp ile niyetle iktifa olunurdu. Müteahhirîn fakihler, niyetin kalbe mutabık dil ile de tekrar edilmesini müstahsen (çok daha güzel) görmüşlerdir. Oysa ki niyetin lisan ile nutk halinde yapılması hususunda ne sahih ne de zayıf rivayet vardır, bilakis Peygamberimiz salla’llâhu aleyhi ve selem efendimiz Ashab-ı Kiram, Tâbi’în-i ızâm, kıyama durdukları anda dil ile niyetle meşgul olmazlar, derhal tekbir-i Tahrimiyyeyi alırdılar. Kıyam, Allah’ın huzuruna durmak demektir. Allah’ın huzuruna çıkarken, dil ile lüzumsuz kelimeler telaffuz ederek gaflete düşmek yerine, kalbiyle, bütün aza ve cinanı ile, kalbî gafletten uzaklaşmış olarak huzura durur. Aslında bazı bid’atler sünnetleri ortadan kaldırırken lisan ile telaffuz ederek yapılan cehrî niyet kalbî niyete ihlas ve huzura mani olduğu için farzın ortadan kalkmasına müncer olur ki, netice itibariyle bu da namazın fesadına müncer olabilir..

Çocukluk yıllarımda, Süphan Mektebindeki merhum hocamız, Rabbim ganî ganî rahmet eylesin, merhum Ramazan Kara, kendisinden yüzünden Kur’ân-ı Kerim’i okuyor, bazı sûreleri ezberliyoruz. Bir gün elinde iki formadan ibaret En’am cüzlerine benzer kitapçıklar vardı. ”ŞURÛTU’S-SALÂT” (Namazın Şartları) Namazın şartlarından niyet babında uzun uzun, her bir vakit için vakti, birinci sünneti, farzı, ikinci sünneti, namaz cemaatle kılınıyorsa imama uymayı ihtiva eden uzunca niyet metinleri vardı. Günlerce bunları ezberlemek için çalıştık. Bunun yerine Kur’ân’ın hıfzına çalışmış olsaydık, yarı hafız olmuştuk. Bize namaza niyetin nasıl yapılacağını merhume halam Hatice öğretmişti. O da bu niyeti dayısı, mülazim Süleyman Ağa’dan öğrenmişti. Türkçe namaz niyeti şöyleydi: “Durdum divana, uydum Kurân’a, döndüm Kıble’ye, Kıblem Kabe’ye, Sabah Namazının farzına, uydum hazır olan İmama ”adeta bir Divan Edebiyatı beyti gibi... Arapça veya Türkçe böylesine bir niyeti, kelime kelime noksansız söyleyebilmek için, nerede olduğunu, niçin orada bulunduğunu unutuyor, kalbiyle ruhu ile ve bütün a’za ve cevahiri, cinanı ile masivadan arınıp, kıyamda huzur-u İlâhîde olduğunu mülahaza ederek   Tekbir-i Tahrimiyye ile namaza başlamalıdır.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırladıkları dahil, Türkiye’de hazırlanan bütün İlm-i Hal kitaplarında maalesef, bu bid’at, müstahsen ve müstehab olarak izah edilmiştir. Türkiye Diyanet Vakfı, İSÂM (İslâmî Araştırmalar Merkezi) tarafından hazırlanan ilmihalde ”Niyetin kalp ile yapılması esas olup, dil ile söylenmesi şart değildir. Bununla birlikte dil ile söylenmesi daha iyi olur ve bu tarzda niyet çoğunluğa göre müstehabdır. Kalpten geçirilen ile dil ile söylenen birbirine uymuyor ise, kalpten getirilene itibar edilir. ”Dil ile niyette, vakit, farz, sünnet, vacip hatalarına itibar olunmaz.

Son asırlarda telif ve tedvin edilen bazı Arabî, fıkıh eserlerinde de kalbî niyete lisan ile iştirakin müstehab olduğuna dair ibarelere rastlanmaktadır.

Şer’î bid’atler çok uzundur, üzerine eserler telif edilebilir. Şer’î Bid’atlerle mücadele ve bunların reddi çok zor değildir. Fakat tasavvufî bid’atlerle mücadele kolay değildir. “Ehlince Malumdur” denilince, akan sular duruyor, açıkça bid’ate tevessül edildiği herkesçe malum olduğu halde hiç kimse itiraz cesaretini gösteremiyor. Zaman zaman, cemaatle tesbih namazı kılınması dahil, tahrimen mekruh ve tasavvufî bid’at olan hususları dile getirdiğimizde, ”falanca Ağabey, falanca hocamız ses çıkarmıyor da, sana ne oluyor” diye serzenişte bulunuluyor.  

Bunlara Peygamberimiz salla’llâhu aleyhi ve sellem efendimizin bir hadisiyle cevap vermek isterim. Şöyle ki: İbn-i Hacer el-Mekkî’nin Savâik’ında, Câmiu’l-Hatip el-Bağdâdî’ye dayandırarak zikrettiğine göre:

Resûl-i Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem efendimiz “Fitneler zuhur ettiğinde, bid’atler konuşulur olduğunda ve benim ashabıma sövüldüğünde alim ilmini açığa çıkarsın. Eğer bunu yapmaz ise Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerine olsun. Allah, onların ne farzlarını ve ne de nafilelerini asla kabul buyurmaz” buyurmuştur.