ASKIDA EKMEK-SADAKA TAŞI MEDENİYETİ!.. (6)

Mürşid-i kâmil ve mükemmil, medâr mürşid, müceddid, sahibizaman ve vâris-i nebî, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazretleri yalnız rahle-i tedrisinde oturan talebenin iaşe ve ibatesini temin etmez, haberdar olduğu bütün ihtiyaç sahiplerine de yardım ederdi.

Bu hususta verebileceğim çok misal var; ancak çok çarpıcı ve Türk Efkâr-ı Umûmiyesinin yakından tanıdığı bir misal vereceğim.

Bir şairimizin,

- İrfan ve kemalin beni bend eyledi artık

Sevdim seni “Allah bir” ey Ahmed Davudoğlu.

Ahlâkın uyar hulk-ı Resûli’s- Sakaleyne

Hâlin buna şahiddir ey Ahmed Davudoğlu. 

Dediği, ehl-i sünnet alimi, bid’atlerle mücadelenin en ön saflarında yer alan, evlâd-ı fâtihândan, Bulgaristan Türk’ü, merhum Ahmed Davudoğlu 1912 yılında Bulgaristan, Şumnu Vilayetine bağlı Kalaycı Köyünde dünyaya geldi. Fakir bir çiftçi ailesine mensuptur. İlk tahsilini köyünde, Rüşdiye’yi (orta tahsilini) doğduğu köyüne yakın İkizce Köyünde tamamladı. Pederleri dini ilimlere ve ulemaya aşk derecesinde bağlı olduğu için, orta tahsilini tamamladıktan sonra oğlu Ahmed’i Şumnu’daki Nüvab Mektebine gönderdi. Nüvab Medresesi dört senelik orta, beş senelik lise üç senelik yüksek kısmı bulunan bir külliye idi. Bizdeki yedi yıllık İmam-Hatip, dört yıllık Yüksek İslâm Enstitü’leri benzeri bir Tedris Müessesesi. Müfredat bakımından biraz daha mükemmeli... Nüvab Medresesi’nin bütün kademelerini büyük bir muvaffakıyet ile tamamladıktan sonra devrin Bulgaristan Başmüftülüğü kendisini iki arkadaşı ile birlikte ihtisasını tamamlamak üzere Mısır’a Ezher Üniversitesine gönderdi. Mısır’da beş sene kaldığı bu müddet zarfında Ezher’in, Şeriat-İslâm Hukuku Fakültesini bitirdi. 1942 yılında Bulgaristan’a dönmüş, mezun olduğu Nüvab Medresesinin lise ve yüksek kısmına öğretim üyesi olarak tayin edilmiştir. 1944’de Bulgaristan Ruslar tarafından işgal edilince bütün idare komünistlerin eline geçmiş, yalnız bir müddet Hariciye Bakanlığı eski halinde bırakılmıştı. Bu devirde azınlıkların maarif işleri Hariciye Bakanlığı’na bağlıydı. Bu arada, komünistlerin tahrikleriyle Nüvab Medresesi talebesi bitmez tükenmez boykotlara başvurdular. Medrese müdürü istifa etmiş yerine Ahmed Davudoğlu Nüvab Medresesine müdür olarak tayin edilmiştir.

Müdür olarak tayin edilen Ahmed Davudoğlu, bir taraftan Şumnu komünist idaresine, diğer taraftan henüz komünistleşmemiş Bakanlığın emirlerine zorlanmaktadır. Diğer taraftan Nüvab talebesinin nümayiş ve boykotları da bütün hızıyla devam etmektedir derken, Şumnu milis kumandanı tarafından Türkiye casusu olmakla itham edilerek tevkif edilir.

Kendisine izafe edilen ithamlar çok ağırdır; Davudoğlu, casus şebekesi kurmak ve idare etmekle itham olunur, kendisiyle birlikte muhtelif köy ve kasabadan yirmi üç kişi daha tevkif edilerek Sofya’daki Divan-ı Harb’e gönderilirler. Divan-ı Harb’e gönderilenler genellikle kurşuna dizilerek idam edilmektedirler. Davudoğlu ve arkadaşları burada on yedi gün ağır sorgulama ve işkenceye tabi tutulurlar. Bir gelişme olur, ne olmuşsa Sofya Milis İdaresi Emniyetine teslim edilirler. Burada da yaklaşık bir ay kadar ağır işkencelere tabi tutulduktan sonra, Bulgaristan’daki muhtelif ülkelerin sefaretlerinin baskısı ile maznunlardan bazıları tahliye edilmiş ise de, Davudoğlu dahil yedi kişi Rositsa Vadisindeki toplama kampına gönderilir. Bu vadide baraj inşasında üç bin kadar tutuklu çalıştırılmaktadır. Aralarında komünist işgalinden önceki idarenin ileri gelenleri, generaller, üst rütbeli subaylar, hekim, mühendis, avukat, öğretmenler vardır. Davudoğlu bu kampta dört beş ay kadar çalıştırıldıktan sonra, ağır hastalığı sebebiyle Şumnu’daki Nüvab Mektebi Müdürlüğüne iade edilir.

Bu arada Nüvab Medresesindeki boykot ve grevler nisbeten hafiflemiş sükunet sağlanmıştır ama Davudoğlu çok huzursuzdur, müdürlük vazifesinden ayrılır, sade bir öğretmen olarak vazifesine bir müddet daha devam eder. Şumnu’daki komünist idarenin milis kumandanı kendisine “Bir daha evine ailene dönmemek üzere, tutuklanacağını ve yok edileceğini” ihtar eder.

Davudoğlu bu yılları “Ölüm Daha Güzeldi” adlı eserinde anlatmıştır.

Bunun üzerine, Davudoğlu Türkiye’ye iltica etmek için Varna’daki Türk Konsolosluğu’na müracaat eder. Konsolosluktan kendisine  şu an için normal şartlarda ilticanın mümkün olmadığını, ancak Türkiye’deki bir yakını ve akrabasından bir taahhütname getirmesi halinde mümkün olabileceğini söylerler. Aylarca uğraştıktan sonra nihayet 1949 yılının sonlarında Türkiye’den beklenen taahhütnâme eline ulaşır, buna istinaden Türkiye’ye iltica edebilmesi için Varna Başkonsolosluğu kendisine iltica izni belgesi verir. Dört kişilik aile ferdleriyle birlikte Türkiye’ye göç eder. Türkiye’de ilk işi Edirne’ye ulaşınca Selimiye Camii’ne gidip bir şükür namazını eda etmek olur.

İstanbul’a gelip, Vilayet Mühaceret Bürosu’na Türk Vatandaşlığı kaydını yaptırmak ve nüfus hüviyet cüzdanını almak üzere müracaat ettiğinde, hayatının en büyük şokunu yaşayacaktır; kendisinin Bulgar Casusu olduğu şüphesiyle şimdilik tahkikat neticelendirilinceye kadar Türk Vatandaşlığına kabul edilmeyeceği hüviyet verilemeyeceği söylendi. Garib tecelli! Bulgaristan’da Türk Casusu olduğu ithamıyla yıllarca hapislerde çürütülen Davudoğlu şimdi Bulgar Casusu olduğu şüphesiyle Türk Vatandaşlığına kabul edilmiyor, kendisine nüfus cüzdanı verilmiyor. Davudoğlu artık bir haymatlos, dört kişilik aile ferdleriyle birlikte “Vatansız”dır. Türk Vatandaşı olamadığı için de herhangi bir iş tutması, bir kazanç elde etmesi de mümkün değildir.

Davudoğlu’nun vaziyetine bir şekilde muttalî olan Süleyman Efendi Hazretleri bizzat müdahale eder, avukatları devreye sokar, Vilayet Mühaceret Bürosuna bizzat başvurarak, Davudoğlu’nun, Müslüman-Türk, evlâd-ı fâtihândan bir İslâm Alimi olduğunu ve her şeyine kefil olduğunu beyan ile, kendisine Türk Vatandaşlığının verilmesini temin eder, kendisinin ve aile ferdlerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar. Geçici değil artık Türk Vatandaşı olduğuna göre daimî olarak burada kalacağına göre arizî ve ne zaman geleceği belli olmayan yardımlarla kendisinin ve ailesinin geçimini temin etmesinin güçlüklerini dikkate alarak, Süleyman Efendi Hazretleri, kendisine daimi bir iş için harekete geçti. Devrin İstanbul Müftüsü, Ömer Nasuhî Bilmen Hazretlerine rica etti, kendisini İstanbul- Fatih, Yedikule’deki Küçükefendi Camii’ne imam olarak tayin ettirdi. O devirde imam ve müezzinlerin maaşları Vakıflar İdaresince karşılanıyor, İstanbul’da bir aileyi ilave bir geliri yoksa geçindirecek miktarda değildi. Süleyman Efendi Hazretleri her ay muntazaman yardımlarını devam ettirdi. Aradan bir kaç ay geçtikten sonra, bu kerre devrin Diyanet İşleri Reisi merhum, Ahmed Akseki’ye ve Diyanet Müşavere Heyetindeki Başkan ve aza arkadaşlarına rica ederek kendisini Diyanet İşleri Başkanlığı Gezici Vaizliğine tayin ettirdi. Bu vazifede sekiz ay kadar kaldıktan sonra kendi talebi üzerine Bursa-Orhangazi Müftülüğü’ne tayin edildi. Üç sene de bu vazifede kaldıktan sonra yine kendi talebi üzerine Fatih Camii Kütüphanesi memurluğuna, bu kütüphanenin Süleymaniye Kütüphanesiyle birleştirilmesinden sonra, Süleymaniye Kütüphanesi Yazma Eserler uzmanı olarak vazife yapmaya devam etmiş, aynı zamanda İstanbul İmam-Hatip Okulunda lektör olarak ders okutmuştur.

1959 Eğitim ve öğretim yılında açılan, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsüne öğretim üyesi ve müdür yardımcısı olarak tayin edilmiş, on sene müddetle bu Enstitüde, Arap Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapmış, bir müddet de müdür başyardımcısı ve müdür olarak vazife deruhte etmiştir...

Bütün bu kademelerden geçerken ve nispeten tatmin edici maaş ve ücretler almaya başlayınca, Süleyman Efendi Hazretlerine gelip bir zarfın içine miktar belirtmeksizin bir miktar para koymuş “Efendim, bu miktar sizin bana yaptığınız yardımların yüzde birine bile tekabül etmez, lütfen kabul buyurun, talebe için harcarsınız” dediğinde, Süleyman Efendi Hazretleri, çok zarif ve latif bir latife ile cevap verir: “Molla Ahmed! Biz aldığımızı vermeyiz, verdiğimizi de geri almayız. Sen o zarfı cebine koy, benim için eşine ve çocuklarına sevindirici birer hediye al!” buyurmuştu.

(Bu latifeyi biraz açalım, İnşâ Allah! Bekleyiniz...)