Cum’a namazı ve Cum’a günüyle alakalı olarak rivayet edilen pekçok hadis’ten müçtehid’lerin çıkardığı üç mühim mes’ele hudûs etmiştir; 
1- Cum’a namazı nerelerde kılınabilinir? 
2- Cum’a namazı kaç kişiyle kılınabilinir? 
3- Cum’a namazının kılınabilmesi için devlet izni şart mıdır, değil midir? 
1- İmam’ı Mâlik’e göre mescidi ve çarşısı bulunan her karye’de (Karye; yerleşim yerleri, lugatte şehr’e de, karye denilmektedir.) Cum’a namazı vaciptir. Sayılarına, az olsunlar, çok olsunlar, bakılmaksızın göçebe hayatı yaşayanlar dâimî misâfir hükmünde oldukları için kendilerine Cum’a namazı farz değildir. 
2- İmâm-ı Şâfi’î ile İmam-ı Ahmed’e göre (ister şehir, ister köy olsun, herhangi bir yerleşim merkezinde, hür, büluğ çağına ermiş, mukîm, (misâfir olmayan), kırk erkek mevcud ise üzerlerine Cum’a namazı vaciptir. 
İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise, Cum’a namazı yalnız kalabalık şehr’in içinde, yâhud o şehr’in musallâ’sından, (cenaze namazlarının kılındığı), asker uğurlandığı şehr’in dış bölümlerinde kılınabilinir. Köyler’de Cum’a namazının kılınması kesinlikle câiz değildir. Yalnız, Hac günleri Cum’a’ya rastlamışsa Huccac’ın başında eğer bir Emîrü’l-Hâc var ise, Minâ’da kılınabilir. Hanefî’lerden İmam-ı Muhammed’e göre Minâ’da Cum’a sahih olmaz, Arafat’da ise zâten ittifakla Cum’a namazı kılınamaz. 
Hanefî’lere göre “Mısır”, yâni şehir, yerleşim merkezindeki en büyük cami, Cum’a namazı kendilerine farz olan cemaatin tamamını isti’ab edemiyorsa bu yerleşim yeri “Mısır” şehirdir ve ancak buralarda Cum’a namazı kılınabilinir. Hanefî’lerden, İmam-ı Yusuf ise, “Esnaf, san’at erbabı çalışıyor, insan’lar ihtiyaç duydukları gıda, giyim gibi bütün ihtiyaçlarını buradan karşılayabiliyorsa ve bir de mahkemeler varsa burası şehir’dir,” diyor. 
Hanefî fıkıhcılarından ba’zıları da, şehir’de oturanların tamamı onbin nüfusa baliğ ise veya en az, on bin muharip asker çıkarabiliyorsa, orası Mısır’dır Cum’a namazı kılınabilir, demişlerdir. 
Hanefî’lerden İmam-ı Muhammed ise, başka kriterlere lüzum yoktur, devlet herhangi bir yeri, “burası Mısır’dır,” demişse o yer Mısır’dır. Hattâ bu maksatla devlet yerleşim merkezine bir me’mur ta’yin etmiş olsa, o me’mur orada kaldığı müddetçe, Cum’a namazını kıldırır. Fakat me’mur ayrılınca artık, orası herhangi bir köy’dür, Cum’a namazı da sahih olmaz... 
CUM’A NAMAZINDA CEMAAT: 
İmam-ı Şâfi’î ile İmam-ı Ahmed’e göre, Cum’a namazının kılınabilmesi için, akıllı, büluğ çağına gelmiş ve hür, en az kırk erkeğin bulunması şarttır. İmam-ı Şâfi’î ile İmam-ı Ahmed’in bu hususta istinad ettikleri hadisler şunlardır: Ka’b İbn-i Mâlik’in Es’ad İbn-i Zürâre radiyallâhu anh için rahmet ve mağfiret dilemesine dâir olan, Sünen-i Ebû Dâvud’daki, Kitâbü’l-Cum’a hâşiyesinde, oğlu Abdurrahman İbn-i Ka’b, babasına “o zaman kaç kişiydiniz,” diye soruyor, babası da “kırk kişiydik” diye cevaplandırıyor. 
Abdullah İbn-i Mes’ud’un da, “Resûlüllâh sall’allâhu aleyhi ve sellem, bize Cum’a’yı kıldırdı, kırk kişi idik,” diye bir nakli vardır. Fakat her iki hadis’te kırk adedi zikredilmiş ise de kırk adedin şart olduğuna delâlet yoktur. 
Hanefî ekolüne göre, Cum’a’nın sıhhat şart’larından birisi de cemaattir; Cum’a Namazı yalnız başına evde veya cami’i’de kılınabilecek bir namaz değildir. Cemaat teşkili, ancak imam’ın dışında üç, hür, bâliğ erkeğin hazır bulunmasıdır. Cemaat’ten birisinin secdeye varılmadan cemaati-cami’i terk etmesi halinde cemaat oluşmadığı için Cum’a sahih olmayıp o günkü öğle namazını eda etmeleri üzerlerine farzdır. Cemaat’den birisi, secdeye varıldıktan sonra ayrılırsa Cum’a sahih olur. Çünkü şart olan cemaatin toplanabilmesiydi. 
Cum’a Namazı’nın sıhhat şartlarından birisi de “İzn-i Âm, “Cum’a namazının kılınacağı yerin herhangi bir kısıtlamaya tabi tutulmaksızın, herkese açık bulundurulmasıdır. Meselâ, Emir, hükümdar, reis sıfatı ne olursa olsun, memleketin başında bulunan yönetici, kapıları kapatıp saray’da bulunanlarla Cum’a namazı kılmaya kalksa câiz değildir. 
Cum’a ezanını duyup, Cum’a namazı kılmak isteyen bir Müslüman’ın rahatlıkla ve hiçbir kimseye müracaat etmeden girip-çıkamayacağı yerler’de Cum’a namazı sahih olmaz. Cumhurbaşkanlığı Köşkü arazisinde bulunan, Muhafız Alayı Cami’i gibi, diğer Askerî Kışla’lardaki cami’ler de herkesin rahat rahat girip-çıkacağı yerlerden olmadığı için, Cum’a namazları sahih olmaz. Buna benzer, Askerî Kışla’lar gibi korunaklı, Askerî Kışlalardakine benzer, Nizâmiyeleri bulunan ve özel korumalarca korunan siteler içindeki cami’ilerde de Cum’a namazı sahih olmaz. Yine, kapıları, kamera’lar ve nöbetçiler tarafından sürekli kontrol altında tutulan, herkesin rahatlıkla girip-çıkamadığı talebe yurt’larında da Cum’a namazı sahih olmaz. Ancak, yurdun bir bölümünde mescid bulunuyor, İzn-i Âm ile herkes, rahatlıkla girip-çıkabiliyorsa, beş vakit ezan okunuyorsa, artık burası müstakil mescid hüvviyetindedir, diğer şartlar da mevcud ise buralarda Cum’a Namazı kılınabilir. 
Cum’a’da İzn-i Âm ile devlet izni birbirine karıştırılıyor. İzn-i Âm, Cum’a namazı herkesin hiçbir mânia ile karşılaşmadan rahatlıkla girip-çıkabileceği mescid’lerde kılınır. 
Devlet izni ise, Cum’a namazının kılınabilmesi için, otorite’nin haberdar edilmesi ve izninin alınması mes’elesidir. 
İmam Ebû Hanife’nin kavline göre, devletin izni olmadıkça Cum’a sahih olmaz. İmam-ı Mâlik, Şâfiî ve İmam-ı Ahmed’e göre ise, izinsiz kılmamak müstehap ise de kılınması halinde de sıhhate mâni bir şey yoktur. Meşhur ve ma’ruf olduğuna göre her üç imamın görüşü bu olmakla beraber, İmam-ı Mâlik’in de: “Devletin izni olmaksızın biri Cum’ayı kıldırırsa elvermez,” dediğini ve İmam-ı Şâfiî’nin kavl-i kadimine göre “Ancak devletin veya onun me’zun kıldığı kimsenin ardında Cum’a sahih olabilir,” diyor. Devletin ümmet üzerinde umûmi bir velâyeti vardır. 
Devletin izninin şart olduğunu ileri süren Hanefî Ekolü’nün başlıca delili, İbn-i Mâce’de, Câbir radiya’llahu anh’den rivayet olunan Peygamberimizin hutbesidir. Bezzâz da ba’zı sahâbî’den rivayet ettiği gibi Taberânî “Evsat”ında İbn-i Ömer radiya’llâhu anhüma’dan rivayet etmiştir ki, Hutbe-i Nebeviyye şöyledir: “Bir de bilmiş olunuz ki, Allah Celle ve Âlâ Hazret’leri Cum’a’yı benim şu durduğum yerde ve bu yılın bu ayındaki bu gününde size kıyâmet gününe kadar farzetmiştir. Her kim hayatında olsun, benden sonra olsun, âdil, câir (yâni zâlim) bir imamı varken, onu istihfaf ederek (hafife alarak) yâhud inkâr eyleyerek terkedecek olursa, Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve kendisine ait hiçbir hususu mübârek kılmasın. (İşini rast getirmesin). Haberiniz olsun ki, böylesi tevbe etmedikçe ne namaz, ne zekât, ne hac, ne oruç ve ne de başka hiçbir hayrın sevabı vardır. Her kim de tevbe ederse Allah tevbesini kabul etsin (yâhut eder)” buyrulmuştur. 
Bu Hadis-i Şerif’in izahı sadedinde Şarih, Dersiâm, Kâmil Miras Merhûm, şöyle bir izahatta bulunmuştur. Cum’a Namazının devletin izniyle kılınması şartında Hanefî imam’larının Nokta-i Nazarı çok isâbetlidir. Câbir ve İbn-i Ömer’den rivâyet edilen hadis-i şerif’te hedef buyrulan, millî bağlılığı te’min etmektir. Fıkıh kitaplarında izah olunduğuna göre, Cum’a günü hutbenin, toplu bir cemaat müvacehesinde iradı vesiyle-i şeref sayıldığından, herkesin bu şerefi benimseyerek minbere koşması ve belki de muhteris kimseler arasında husûmete vesiyle olması çok muhtemeldir. Tek dil ve tek emel olarak bu dînî vazifenin ifası, ancak devletin izin ve müsaadesini hâiz bir hatibin kıldırmasıyla te’min edilebilir. Esas i’tibariyle bütün medenî milletlerde (umûmî içtimaların vukuundan) genel toplantıların meydana gelmesinden) evvel hükûmete bildirilmesi intizamı te’min için değil midir? Binâenaleyh, Cum’a’da devlet izninin şart olması, medenî içtimânın zarûrî bir neticesidir. 
Vakit ve hutbe de Cum’a’nın sıhhat şartlarındandır. 
Cum’a’nın vakti, Cum’a günü öğle vaktidir. Öğle vakti çıktığında artık Cum’a namazı kılınmaz. 
Cum’a Hutbesi, Cum’a Namazının olmazsa olmazıdır ve farzdır. İmam-ı Şâfi’î’ye göre, aralarında oturularak iki hutbe irad olunur. Her ikisinde de Allah’a hamdedilir, Peygamber’imize salavat-ı Şerife getirilir, takva ve doğruluk tavsiye olunur. İkinci bölümde daha ziyâde mü’minlere du’a edilir. 
Aziz Milletimiz, Yüce İslâm Diniyle müşerref olduğu tarihten itibâren, Allah’ın Resûlü, onun halifeleri ve ashabı hakkında hep çok titiz davranmış, Peygamberimiz için Salâvat-ı Şerife getirmeyi her dem i’tiyad edinmiş, halifeleri ve ashabını da daimâ hayırla yâd etmiştir. 
Bunun için, Cum’a ve bayram hutbelerinde, Resûlüllâh’a Salât-i Selâm’dan sonra, Hulefâ-i Râşidîn Efendilerimizin isimlerini zikrederek, onları da hayırla yâd ederlerdi. Ne yazık, bir 28 Şubat bid’at-ı Şen’iyyesi olarak, Diyânet İşleri Başkanlığı, Hulefâ-i Râşid’in’in isimlerinin hutbelerinde zikredilmelerini yasaklamıştır. 28 Şubat hukuku veya hukuksuzluğu bütün neticeleriyle Devletimizin bütün birimlerinden kaldırılmış olmasına rağmen, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın bu hukuksuzluğu ve çirkin tavrı devam ettirmesi düşündürücüdür, hazindir, en hafif ta’biriyle gaflet ve dalâlettir. 
Kılıç’la fethedilen şehir’lerde, Hatip’ler hutbe’ye kahır ve galibiyetin sembolü kılıç’la çıkarlardı. Bu şu demekti: “Ey Cemaat! Biliniz ki, şâyet İslâm’dan dönerseniz, bilesiniz ki, kahredici güç, Müslüman’ların elindedir. İslâm’a dönünceye kadar bu kılıç Müslümanların elinde parlamaya devam edecektir.”
Mekke kılıçla fethedildiği için Mekke’de hatip kılıçla hutbe okur, Medine kılıçsız, halkının rızası ve teşvikiyle fethedildiği için, Medine’de hatip hutbeleri kılıçsız okurlardı. 
İstanbul, Bursa, Edirne gibi önemli Türk-İslâm şehir’leri kılıç zoruyla fethedildikleri için hatipler bu şehir’lerde hutbe’yi kılıçla okurdular. Ayasofya Camiî Başimamı İdris Efendi Hazretleri, Feth’in sembolü Ayasofya’da parlak, murassa bir kılıçla hutbe’ye çıkardı. 
Beyazıd Camiî Başimamı, Merhûm, Abdurrahman Gürses Hocamız da, uzun yıllar hutbeye (minbere) parlak bir kılıçla çıkardı.
Son yıllarda, diyalog-miyalog derken, bütün bu güzelliklerimizi kaybettik...